İslam’da Kul Hakkının Önemi

Kulun, diğer bir kul üzerindeki hakları nelerdir? İslâmiyet’te kul hakkına verilen önem.

Her mü’min, kardeşlerini kendine zimmetli bilmelidir. Hastalandığında ziyaretine gitmekten, vefâtında cenâzesini kaldırmaya kadar, mü’minlerin birbirleri üzerinde sayısız hakkı vardır. Aç ise doyurmak gibi maddî haklar yanında, müsterşidi irşad gibi mânevî vazifeler de vardır.

İSLAM’DA KUL HAKKININ ÖNEMİ

Kul hakkı, İslâmiyet’te en mühim meselelerdendir. Hakları hak sahiplerine ödemek ve helâlleşmek çok mühimdir. Maddî haklar derhâl sahibine iâde edilmelidir. Gıybet eden, gıybetini yaptığı kişiden özür dilemelidir.

Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz ümmetini bu hususta şöyle îkaz buyurmuştur:

“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, nâmusu veya malıyla ilgili bir hak varsa, altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden evvel o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktârınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şayet iyilikleri yoksa, zulmettiği kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” (Buhârî, Mezâlim 10, Rikāk 48)

Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmaktadır:

“Ey insanlar! Kimin üzerine geçmiş bir hak varsa onu hemen ödesin, dünyada rezil rüsvâ olurum diye düşünmesin! İyi biliniz ki dünya rüsvâlığı âhirettekinin yanında pek hafif kalır.” (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319)

Yine Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, üzerinde borç olan bir mevtânın cenâze namazını kıldırmazdı. İmkânı varsa, o borcu kendisi üstlenirdi.

Zulmetmek yasaklandığı gibi zulme rızâ göstermek de yasaktır.[1] Zulme uğrayanların haklarını aramaları ve adâletin temini için onların kısas haklarını “İslâm fıkhı” korur ve te’yid eder.

İslâm ahlâkı” ise zulme uğrayan kişilerin, “kötülüğe karşı iyilik” yapmalarını, bilhassa haksızlık yapanlar pişman olmuşlarsa, onları affetmelerini, büyük bir fazîlet sayarak tavsiye eder.

Bunun içindir ki îman ve ahlâkta yüksek bir görüş ufkuna ulaşan fazîlet sahibi mü’minler, kendilerine karşı işlenen kusurlara, adâlet yerine, af ve merhametle mukâbele etmeyi tercih ederler. Zira âhiretteki ilâhî mahkemede Cenâb-ı Hakk’ın, kendilerine adâletle değil; af, merhamet, lûtuf ve ihsân ile mukâbele etmesini ümîd ederler.

BİR MÜMİN İÇİN ASIL MESELE

Esâsen bir mü’min için bütün mesele, âhirette Hak Teâlâ’nın lûtf u keremiyle mukâbele görmek değil midir?

Bunun için sâlih kullar, bugün kendi şahıslarına yapılan ezâ ve cefâlara aynıyla mukâbele etmezler ve nefsânî bir intikam hırsıyla cezâlandırmaya yönelmezler. Allah için sabredip öfkelerini yutarlar. Dâimâ af ve müsâmaha yolunu tutarlar. Böylece Allâh’ın kullarını affede affede, ilâhî affa lâyık hâle gelmeye çalışırlar.

İşte bu düsturla Hazret-i Ebûbekir radıyallâhu anh, kızı Âişe Vâlidemiz’e iftirâ atan şahsı affetmiş ve ona sadaka vermeye devam etmiştir. Bu yüce ahlâkı teşvik eden şu âyet-i kerîme ne kadar mânidardır:

“İçinizden fazîletli ve servet sahibi kimseler, akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar; ferâgat göstersinler. Allâh’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz?..” (en-Nûr, 22)

Bu itibarla ârif kullar;

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Fussilet, 34) âyetinin muktezâsınca hareket ederler.

Nitekim suçlular hakkında adâleti merhamete dönüştürerek onları affedebilmek, apayrı bir ıslah ve irşad metodudur. Tabi suçlunun pişmanlık duyması şartıyla…

Unutmamalı ki, suçlu şahsın bir daha o suçu işlememeye dâir samimî pişmanlık duyması hâlinde onu affetmek, cezâlandırmaktan çok daha hayırlıdır. Fakat suçlunun böyle bir nedâmet göstermediği durumlarda affetmek, bir fazîlet olmaktan çıkar, zillete dönüşür.

Hattâ suçundan pişmanlık duymayan ve hatâsında ısrar eden birini affetmek, onu daha büyük zulüm ve haksızlıklara cesaretlendirmekten başka bir işe yaramaz. Bu sebeple, şahsa karşı işlenen kusurları affetmede, bir ıslah ihtimâli görünmüyorsa, suçlunun cezâlandırılmasını istemek, mağdurun en tabiî hakkıdır.

Dipnot:

[1] el-Bakara, 279.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkür Ufku, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

KUL HAKKI

Kul Hakkı

KUL HAKKI, ÂHİRETE KALIRSA HESABI NASIL GÖRÜLECEK?

Kul Hakkı, Âhirete Kalırsa Hesabı Nasıl Görülecek?

KUL HAKKI İLE İLGİLİ AYET VE HADİSLER

Kul Hakkı İle İlgili Ayet ve Hadisler

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.