İslam'da Nezaket ve Zarafetin Önemi
İslâm, Müslümanın hayatında, samimî ve gösterişten uzak bir nezâketin hâkim olmasını istemektedir. Giyimde, kuşamda, oturup kalkmada, konuşmada, yürümede, bakmada, bir şey isterken, verirken, hâsılı her türlü beşerî münâsebetlerde, hattâ duygu ve düşüncede bile incelik ve nezâket kâidelerine riâyet etmek îcâb eder.
MÜSLÜMAN AFFETMESİNİ BİLMELİDİR
Bir müslüman herhangi bir şekilde ne kimseyi incitmeli, ne de kimseden incinmelidir. Şâir bu hâli, yani kimseye zarar vermeyip kendisine zarar verenleri de affedebilmenin fazîletini ne güzel ifâde eder:
Cihan bağında ey âşık budur maksûd-i ins ü cin;
Ne kimse senden incinsin ne sen bir kimseden incin!
Yani müslüman kendisine yapılan kabalıkları affetmesini bilmelidir. Affede affede Allâh’ın affına lâyık hâle gelebilmenin gayreti içinde olmalıdır. Zira âyet-i kerîmede buyrulur:
“İçinizden faziletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; affetsinler, aldırmasınlar! Allâh’ın sizi mağfiret etmesini arzulamaz mısınız? Allah çok mağfiret eden, çok merhamet edendir.” (en-Nûr, 22)
NEZÂKET VE ZARÂFETTE ZİRVE
Her bakımdan üsve-i hasene (en güzel örnek) olan Allah Rasûlü sallâllahu aleyhi ve sellem-, nezâket ve zarâfette de bizlere en mükemmel bir misâldir. Hazret-i Âişe -radıyallahu anha- şöyle der:
“Ahlâkı Peygamber Efendimiz’den daha güzel bir başkası yoktur. O’nun nezâketine küçük bir örnek vermek gerekirse, ashâbından veya âilesinden kim onu çağırsa hemen; «Buyur!» diye ona mukâbele etmesi zikredilebilir. Sahip olduğu bu yüce ahlâk sebebiyle Allah Teâlâ:
«Muhakkak ki Sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin!» (el-Kalem, 4) âyet-i kerîmesini inzâl buyurdu.” (Vâhidî, Esbâb, s. 463)
KABA KİMSELERİ UTANDIRMADAN İRŞÂD EDERDİ
Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- merhametli, nâzik, ince ruhlu ve rikkat-i kalbiyye sahibi bir insandı. Kaba bir insanın defalarca:
“–Ey Muhammed, ey Muhammed!” diye bağırmasına karşı her defasında yumuşak bir üslûpla:
“–Buyur, isteğin nedir?” cevâbını vermişler ve ihtiyacını karşılamışlardı. (Bkz. Müslim, Nüzür, 8; Ebû Dâvûd, Eymân, 21/3316; Heysemî, IX, 20)
Allah Rasûlü sallâllahu aleyhi ve sellem- kabalık yapan bir kişiyi utandırmadan irşâd ederlerdi. Bir toplumdaki hatâlı şahsı bilseler bile onu mahcup etmemek için kendisine galat-ı ru’yet (görme hatâsı) izâfe eder ve:
“−Bana ne oluyor ki sizi böyle görüyorum?!” buyururlardı.[1]
Bâzen de hitâbı üçüncü şahsa yönlendirerek:
“İnsanlara ne oluyor da şöyle şöyle söylüyorlar?!” buyururlardı. (Ebû Dâvûd, Edeb, 5/4788)
PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN NEZÂKETİ
Efendimiz’in nezâketine dâir sayısız misallerden bir diğeri de şudur:
Bir gün Rasûlullah sallâllahu aleyhi ve sellem- yolda yürürken, bir kişi merkebiyle geldi:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Buyurun Siz de binin!” dedi ve kendisi merkebin gerisine doğru çekildi. Allah Rasûlü sallâllahu aleyhi ve sellem-:
“–Hayır! Sen kendi hayvanının ön tarafına binmeye benden daha çok hak sahibisin. Ancak orasını bana ikrâm edersen o başka!” buyurdular. O sahâbî de:
“–Evet, ön tarafı size ikrâm ediyorum.” dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü sallâllahu aleyhi ve sellem- de merkebe bindiler. (Ebû Dâvud, Cihâd, 58/2572)
İSLÂM'DA NEZÂKETİN EHEMMİYETİ
İslâmî nezâketin îcaplarından biri de insanlara eziyet vermemek için âzâmî derecede hassas davranmaktır. Muâz bin Enes -radıyallahu anh-- şöyle anlatır:
“Ben Rasûlullah sallâllahu aleyhi ve sellem- ile birlikte bir gazveye çıkmıştım. Askerler (eşyalarını rastgele yerlere koyarak) konak yerlerini daralttılar ve yolu kestiler. Bunun üzerine Nebî sallâllahu aleyhi ve sellem- bir münâdî gönderip askerler arasında şöyle nidâ ettirdiler:
«–Kim bir yeri daraltır veya bir yolu keser (veya bir mü’mine ezâ verirse) onun cihâdı[2] yoktur, yani cihâd sevabı alamaz.»” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 88/2629; Ahmed, III, 441)
Rasûlullah sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, insanları nezâkete davet ettikleri diğer bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kim Cuma günü (mescidde ön safa geçmek için) müslümanların boyunlarına basa basa ileri geçerse Cehennem’e uzanan bir köprü edinmiş olur.” (Ahmed, III, 437)
PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN KADINLARA KARŞI NEZÂKETİ
Peygamber Efendimiz’in kadınlara olan nezâketine dâir de şu misâli zikredebiliriz:
Bir seyahatte Enceşe adlı bir hizmetkâr, tegannîde bulunarak develeri hızlandırmıştı.[3] Bunun üzerine Rasûlullah sallâllahu aleyhi ve sellem-, hızlanan develer üstündeki hanımların zayıf vücutları incinebilir düşüncesiyle, zarif bir teşbihte bulunarak:
“Yâ Enceşe! Dikkat et, billurlar, kristaller kırılmasın!” buyurdular. (Buhârî, Edeb, 95; Ahmed, III, 117)
ASHÂB-I KİRÂM'IN NEZÂKETİ
Ashâb-ı kirâm da öylesine nâzik insanlardı ki Enes bin Mâlik -radıyallahu anh-:
“–Nebiyy-i Ekrem sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kapıları tırnaklarla çalınırdı.” demektedir. (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 1080)
Şu hâdise de ashâbın incelik ve nezâketi husûsunda güzel bir misaldir:
Hazret-i Ömer -radıyallahu anh- bir evde insanlarla birlikte bulunuyordu. İçlerinde Cerîr bin Abdullah -radıyallahu anh- da vardı. O esnâda Hazret-i Ömer bir koku duydu. Oradakilere:
“–Bu kokunun sahibi hemen kalkıp abdest alsın!” dedi. Cerîr -radıyallahu anh-:
“–Ey Mü’minlerin Emîri! Buradaki herkes abdest alsa daha iyi olmaz mı?!” dedi.
Bu ince anlayışa hayran kalan Hazret-i Ömer -radıyallahu anh- ona:
“–Allah sana rahmet eylesin! Sen câhiliye devrinde ne güzel bir efendiydin, İslâm döneminde de ne güzel bir efendisin!” buyurdu. (Ali el-Müttakî, Kenz, no: 8608)
İNFÂK EDERKEN NASIL DAVRANMALIYIZ?
Muhtaçlara yardım ederken de büyük bir nezâket içinde davranmalı ve onlara teşekkür edâsı içinde bulunmalıdır. Zira onlar vâsıtasıyla rızâ-yı ilâhîye nâil olunabilmektedir. Rahmetli pederim Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- ve amcalarım, infakta bulunurlarken büyük bir nezâket sergilerlerdi. Zekât ve sadaka konan zarfların üzerine:
“Kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.” diye yazarlardı.
Yine fukarâya bir paket takdîm edecekleri zaman da bunun en güzel bir şekilde ambalajını yaparlar, gayet güzel bir şekilde ve nezâketle, incitmeden, gönül alarak takdîm ederlerdi. Alan mesrur olur, veren de huzur duyardı. Biri, Allah’tan geldiğini kabul ederek alır, diğeri de Allâh’ın verdiği bu emâneti yerine tevdî etmiş olduğu için sevinirdi.
OSMANLI'DA NEZÂKET VE EDEP ÖRNEKLERİ
Aynı şekilde, Osmanlı toplumunda, şehîd âilelerine kapalı kaplar içinde ve karanlıkta yemek dağıtılması, onların izzet ve haysiyetlerini koruma husûsunda kâ’bına varılmaz bir incelik ve vefâ örneğidir. Bu, gelecek nesillere de müstesnâ bir nezâket ve edep tâlimidir.
Yine muhtaçların sıkılmadan ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için ihdâs edilen “Sadaka Taşları” da emsâli görülmemiş bir nezâketin eseridir.
Üzerinde hafif bir oyuk bulunan bu taşlar, mahallenin münâsip yerlerine yerleştirilirdi. Hâli vakti yerinde olanlar; “sağ elin verdiğini sol el görmeyecek şekilde” infakta bulunabilmek için gece karanlığında sadakalarını bu taşın tepesindeki çukura bırakırlardı.
Daha sonra semtin fazîletli ve iffetli fakirleri de ihtiyaçları kadar parayı oradan alırlar, fazlasına ilişmezlerdi. Durumları düzeldiğinde ise aldıklarını kat kat fazlasıyla oraya geri bırakırlardı.
O paralar açıkta durmasına rağmen gerçekten muhtaç olanlardan başkası onları almazdı. Nitekim on yedinci asır İstanbul’unu anlatan bir Fransız seyyah, üzerinde para bulunan bir taşı, tam bir hafta boyunca gözetlediğini, ancak oradan sadaka almaya gelen kimseyi göremediğini yazmaktadır.
Dipnotlar: [1] Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, Salât, 119; Ebû Dâvud, Hâtem 4, Edeb 14. [2] Burada zikri geçmişken hemen şunu ifâde edelim ki İslâm’a göre cihâd, zulmü bertaraf ederek insanları huzûra kavuşturmak ve hidâyetlere vesîle olabilmek için yapılır. Yoksa kılıç, toprağı kanla sulamak, güç gösterisinde bulunmak ve mal kazanmak için kullanılmaz. Asıl fetih, kalplerin fethidir. Kılıca ve kaba kuvvete dayanan fetihler, insanlığın yüz karasıdır. Gerçek fetih, gönüllerin fethidir. Hizmetin ve aşkın fetihleridir. Yürekleri Allâh’a taşıyan fetihlerdir. Bu fetihleri de ancak insanlığın sırrına ve kalbin hakîkatlerine erenler yapabilirler. [3] Develer, güzel ses ve tegannîye meftundurlar. Deve çobanları da, sürülerini hızlandırmak için tegannîde bulunurlar. Buna “Hidâ” veya “Hudâ” denir.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Din İslâm, Erkam Yayınları