İslam’da Nikah ve Düğün Merasimi
Nikah ve düğün merasimi nasıl olmalıdır? Nikah akdi nasıl yapılır? Nikah duası nasıl yapılır? İslam’a göre nikah ve düğün merasiminde yapılacaklar.
İslam’a göre nikah ve düğün merasimi...
NİKAH VE DÜĞÜN MERASİMİ
A- Nikâh Akdinin Yapılış Şekli:
Aralarında evlenme engeli bulunmayan akıllı ve ergen bir erkekle kadın, iki erkek veya bir erkek iki kadın şahidin bulunduğu bir mecliste evlenme iradelerini açıklayarak bizzat evlenebilirler. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bunların velilerinden izin alarak veya velilerinin de katılmasıyla böyle bir evlilik akdini yapmaları Hanefî mezhebinde müstehap sayılmıştır. Evlilik gibi en önemli akitlerden olan bir muâmelede velilerin haberli olması ve onların rızasının alınması İslâmî edep, ahlak ve faziletin de gereğidir. Ancak veli izninin bulunmaması Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf’a göre nikâhın sıhhat şartlarından olmayıp gereklilik (lüzum) şartlarındandır. Sadece kızın dengi olmayan bir erkekle veya emsal kızların mehrinden az bir mehirle evlenmesi durumunda, velinin bu evliliği feshettirme hakkı doğar. Eğer koca, denk durumda olur ve mehir emsal mehir miktarında bulunur veya koca eksik olan mehri tamamlamayı kabul etmiş olursa artık evlilik kesinleşir.
Diğer yandan evlenecek erkek veya kadını nikâh sırasında bizzat velilerinin veya vekillerinin temsil etmesi de mümkün ve caizdir. Ancak bu durumda evlenecek olan eşler hazır bulunmazsa veli veya vekillerin onlardan izin ve yetki almış olması gerekir.
Hanefîler dışındaki üç mezhep imamına göre ise kadın akıllı ve ergen de olsa nikâh akdinde bizzat irade beyanında bulunamaz. Onu nikâhta velisi temsil eder. Aksi halde nikâh geçerli olmaz. Bu konuda Hanefî mezhebinin kadına irade serbestliği tanıdığını görmekteyiz. Ancak veliye, gerekli durumlarda evliliği feshettirme yetkisi tanınarak kadının karşılaşabileceği bazı sıkıntılı durumlara karşı onu koruma esası getirilmiştir.
Evlenecek kadın bâkire olunca, evlenme teklifine karşı susması, sessiz ağlaması veya alaysız gülmesi kabul sayılmıştır. Böylece kadının haya perdesi zorlanmak istenmemiştir.
Diğer yandan sağır-dilsizler, özel işaretlerle ve yazı biliyorlarsa bunu yazıları ile ifade ederek evlenirler.
Evlenecek erkek veya kadından birisi uzakta bulunursa, evlenme teklifini mektupla yapabilir. Bu yazılı teklif, nikâh meclisinde şahitlerin yanında okunur ve karşı taraf da kabul ettiğini açıklayınca nikâh akdi meydana gelir.[1]
B- Nikâhta Din Görevlisinin veya Resmi Bir Memurun Hazır Bulunması:
Nikâhın evlenecek eşler ve iki şahit arasında, ya da eşleri temsil edecek olan veli ya da vekillerin huzurunda yapılabileceğini yukarıda belirtmiştik. Bu duruma göre, dışarıdan bir din görevlisinin veya bir nikâh memurunun katılması nikâhın sıhhat şartlarından değildir.
Ancak evlilik işinin bir düzene sokulması, evlenecek olanların gerekli şartları taşıyıp taşımadığını denetleme bakımından Hz. Peygamber döneminden bu yana nikâhlarda aile büyüklerinin hazır olması, bir hutbe irad edilmesi, dua yapılması ve bu arada bir düğün yemeği (velime) verilmesi evliliğin müstehapları olarak uygulanmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında, nikâha resmi bir devlet memurunun katılması ve nikâhı tescil etmesi 1917 tarihli H.A.K. ile olmuştur. Hatta adı geçen kararnâmenin 33. maddesinde ilk defa, tarafların evlenme isteğinin ilan edilmesi esası getirilmiştir. Madde şöyledir: “Nikâh akdinin icrasından önce, keyfiyet ilan olunur.” 37 nci maddede ise; nikâh merasimi sırasında, taraflardan birinin ikametgâhı hâkiminin veya nâibinin hazır bulunması zorunluluğu öngörülmüştür. Bu durum, Osmanlılarda 1917 tarihinden itibaren dinî-resmî nikâh uygulamasının başladığını gösterir.
Nitekim Osmanlı Ceza Kanunu 200 ncü maddesinin 19 Rabîu’l-evvel 1332 Hicrî tarihli değişik 2. zeylinde; bu resmî usûle uymadan evlenen koca ile mevcut ise iki taraf vekilleri için bir aydan altı aya kadar, nikâh şahitlerine ise bir haftadan bir aya kadar hapis cezası getirilmiştir.
Kanunî merasimi ifa etmeden akitnâme düzenleyen ve tescil eden hâkim veya naibi ile, bunlar bulunmaksızın, yetkisiz olarak nikâh kıyan imamlar için de bir aydan altı aya kadar hapis cezası öngörülmüştür.
Gayri müslimlerin kilise veya havralarda akdedilecek nikâhları için de, kanunî usûllere uyulmadığı takdirde, hâkim, hakim naibi veya gayri müslimlerin ruhanî liderleri için de yine bir aydan altı aya kadar hapis cezası konulmuştur.[2]
Ancak şunu hemen belirtelim ki bu cezaî müeyyidelere rağmen, bu şekil şartlarına uyulmadan fakat İslâm’ın belirlediği rükun ve şartlar gözetilerek akdedilen nikâh de geçerli sayılmıştır.
Osmanlıların getirdiği bu dinî-resmî nikâh usulü 1915’de Ürdün, 1953’te de Suriye Ahvâl-i Şahsiyye kanunlarına girmiştir. Günümüzde Mısır’da “me’zûn”, Mekke’de “mümlik” denen kimseler; Fas, Tunus ve Cezayir gibi ülkelerde noterler evlenme işlerini kendilerine meslek edinmişlerdir. Bunlar tarafların irade beyanlarını ve hatta mehir veya evlenmede kabul edilmesi caiz olan bazı şartları tesbit eden bir senet (evlenme cüzdanı) düzenleyerek taraflara verirler.
Endonezya’da 1895 tarihli bir kararnâme ile evlenmeye İslâm’ın hükümlerini iyi bilen bir kişinin yardımcı olarak katılması kabul edilmiş ve sonradan bu kimse “nikâh memurluğu” işini üstlenmiştir. Bu memur çoğunlukla bir cami görevlisi ya da dinî bir memurdur.[3]
Türkiye’de de yeni yapılan kanunî düzenleme ile “Bakanlık İl ve İlçe Müftülüklerine de evlendirme memurluğu görev ve yetkisi verebilir”, ifadeleriyle kanunlaştı. Resmi Gazete’de yayınlanan “Evlendirme Yönetmeliği” ile de kapsam genişletildi.
Evlilik geleceğe ait mehir, nafaka, miras gibi birtakım hakları ve sorumlulukları taraflara yüklediği için bunların güvence altına alınması, diğer yandan kimin kiminle evli durumda bulunduğunun belgelenmesi bakımından son dönem İslâm ülkeleri nikâhın resmi kontrol altında yapılmasını ve nüfus kütüklerine tescil edilmesi esasını benimsemişlerdir. Bu gibi şekil şartları ile ilgili özel nass’lar yoksa da; va’deli borç ve hakların yazıyla tesbitini ve önemli sözleşmelerin yapılırken şahit bulundurulmasını bildiren âyetlerin[4] delâleti nikâh akdinin de bir takım şekil şartlarına bağlanmasını gerekli kılar. Diğer yandan fıkıh usûlünün “istihsan”, “istıslah” ve “maslahat” prensipleri İslâm devletinin nikâh, talâk, nafaka ve gayri menkul tapularının tescili ve nüfus kayıtları gibi konularda toplum yararına olan bir takım düzenlemeler yapılmasına elverişlidir.
Bir toplumda devletin öngördüğü resmî nikâhta İslâm’ın nikâh için öngördüğü rükun ve şartlar dikkate alınmıyorsa, ayrıca İslâmî hükümleri bilen bir din adamının katılması ile “dinî bir nikâh” akdinin yapılması, bu konuda karşılaşılabilecek yanlışlıkları önler.
Osmanlı Devleti 1917 tarihli Aile Kararnamesi ile Müslüman, Yahudi veya Hristiyanları kendi inandıkları gibi aile yuvası kurmada serbest bırakmıştı. Yahudi havrada, Hristiyan kilisede, Müslüman da camide veya başka bir salonda nikâh merasimi düzenliyor ve daha önce haber verilen nikâh memuru (hakim naibi) da hazır bulunarak nikâhı tescil ediyordu. Boşanmalar da benzer tescile tabi tutulmuştu. Bu durum çok hukuklu bir sistemin devlet kontrolü altında uygulanmasından başka bir şey değildir.
Bunun benzeri uygulama yukarıda da belirttiğimiz gibi günümüz Amerika Birleşik Devletleri’nde, İngiltere’de ve İskandinav ülkelerinde görülmektedir. Bu ülkelerde “ihtiyarî medeni evlenme usûlü” geçerli olup, isteyen dini, isteyen de medeni nikah merasimi çerçevesinde evlenebilmektedir. Aynı nikah memuru kilise veya havradaki nikahı tescil ettiği gibi dışarıda bir salonda dini niteliği olmayan bir merasimle evlenen kişilerin nikahını da tescil etmekte ve belgeler nüfus kütüklerinde birleşmektedir. Osmanlı Devletinin 1917’den itibaren başarı ile uyguladığı bu usûlü, günümüzün ileri toplumlarının ulaştığı bir yöntem olarak görmekteyiz.
C- Nikâh Merâsiminde Konuşma Yapmak (Hutbe ve Dua):
Çoğunluk müctehitlere göre evlenecek erkeğin veya velisinin nikahtan önce bir konuşma yapması müstehaptır.
Bu konuşmanın Allâh’a hamd ile başlaması, şehadet kelimelerini, Hz. Peygamber’e salât ve selâmı, takva ile ilgili ve evliliğe ait bazı âyetleri kapsaması asıldır. Günümüzde böyle bir konuşmayı cemiyet sahibi adına dinî nikâhta hazır bulunan din görevlisi yapabilir.
Abdullah b. Mes’ud’un (r.a.) (ö.32/652) Hz. Peygamber’den naklettiği dua ve hutbe metni şöyledir:
“Allahü Teâlâ’ya hamdeder, O’ndan yardım dileriz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüklerinden Allâh’a sığınırız. Allah kime hidayet verirse, onu saptıracak kimse yoktur. Allah kimi de saptırırsa onu doğru yola iletecek yoktur. Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in onun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet ederim.” [5]
Bundan sonra takva ile ilgili şu üç âyetin okunması tavsiye edilmiştir.
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini var eden ve ikisinden de birçok erkek ve kadın türetip yeryüzüne yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” [6]
“Ey îman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslüman olarak can verin.” [7]
“Ey îman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin ki, (Allah) işlerinizi düzeltip sizi başarıya ulaştırsın ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allâh’a ve Rasülüne itaat ederse, büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” [8]
Bundan sonra yüce Allâh’ın nikâh emrettiğini ve zinayı yasakladığını hatırlatarak şu âyet okunur.
“İçinizden bekârları, köle ve cariyelerinizden salih olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah onları fazlu keremiyle zengin kılar. Allah geniş lütul sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir.” [9]
Nikâhtan önce yalnız Allâh’a hamd ve Hz. Peygamber’e salâtü selâm getirmekle yetinmek de mümkündür. Nitekim Abdullah bin Ömer (ö.73/692) bir nikâh akdi yapmaya çağrıldığı zaman şöyle derdi: Yüce Allâh’a hamd ve efendimiz Muhammed’e salâtü selâm olsun. Filan sizden filanca kızı istiyor. Eğer onu nikâhlarsanız, Allâh’a hamd olsun, reddederseniz, Allâh’ı bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim.” [10]
Nikâh sırasında bir konuşma yapılmaması ve doğrudan nikâh akdine geçilmesi de yeterli olur. Çünkü konuşma vâcip değil müstehaptır. Delil Sehl İbn Sa’d’ın (ö.88-91/706-709) naklettiği şu hadistir: Hz. Peygamber kendisi ile evlenmek isteyen bir kadını, onunla evlendirdiği zaman; “Seni onunla Kur’ân’dan bildiğin sûreler karşılığında nikâhladım.” demiş ve bir ön konuşma ya da dua yapmamıştır.[11] Diğer yandan Allah Rasûlü’nün, Abdulmuttalib’in kızı Umâme’yi yine hutbesiz evlendirdiği nakledilmiştir.[12] Evlilik alış-verişe kıyas edilerek, ön konuşma veya dua olmaksızın da yapılabileceği söylenmiştir.
Eşlerin nikâhtan sonra tebrik edilmesi sünnettir. Ebû Hüreyre (r.a.), Nebî (s.a.v.)’in evlenen birisini şu şekilde tebrik ettiğini nakletmiştir:
“Allah bu evliliği sana bereketli kılsın ve ikinizi de hayırda birleştirsin.” [13] “Hayırlı ve mübarek olsun, bu gününüz inşaallah mübarek bir gün olur,” gibi ifadelerle de tebrik yapılabilir.
Diğer yandan nikâhın cuma günü akşamı yapılması da Allah Rasûlü’nün tavsiyeleri arasındadır. Çünkü cum’a günü mü’minler için şerefli bir gün olup, onda duaların geri çevrilmediği bir saatin bulunduğu da bildirilmiştir. Duanın cevap bulduğu bu saatin, günün sonlarında olduğu umulur. Ayrıca nikâhın mescidlerde yapılmasının tavsiye edilmesi de bu gayeye yöneliktir.
D- Düğün Eğlencesi:
İslâm’ın evrensel mesajı, insan hayatının bütün devrelerini kapsar. Doğum öncesi, çocukluk, gençlik, evlenme, aile yuvası içinde sevinçli veya üzüntülü bütün yaşama devreleri için İslâm’ın öğretimi ve getirdiği hayat tarzı vardır.
Üzüntülü ve sıkıntılı günlerinde kadere teslim olmakla teselli ve sükûnet bulan mü’min, sevinç ve neş’e günlerinde de bunun dışa yansıması olan nezih eğlenceye meyillidir. İnsan hayatında sevincin sembolü olan iki vakit önemlidir. Evlenme merasimi ve bayramlar. Sahabe devrinde de bu iki sevinç zamanında sevinç belirtisi olarak genç kızların şarkı söylediği ve deflere vurulduğu görülür.
Hz. Peygamber ve ashab-ı kiramın bu düğün ve bayram eğlencesi ile ilgili uygulama örnekleri vardır. Biz aşağıda bu örnekleri vererek İslâm’ın eğlencede gösterdiği ölçü ve sınırı belirlemeye çalışacağız.
Allâh’ın Rasûlü şöyle buyurmuştur: “Nikâhı ilan edin. Onu mescitlerde kıyın ve onun üzerine def çalınız.” [14]
Hz. Âişe, Es’ad İbn Zürâre’nin (ö.1/622) yetim kalmış kızı Fâriga’yı (r. anhâ) himayesine alıp büyütmüştü. Evlenme çağına gelince onu Ensar’dan Nebît İbn Câbir (r.a.) ile evlendirdi. Gelini, koca evine götürenler arasında bulunan Hz. Âişe şöyle der: “Döndüğümüzde, Allâh’ın Rasûlü bize; erkek tarafının bizi nasıl karşıladığını ve neler konuşulduğunu sordu. Ben de “selâm verdik, hayır ve bereket diledik” dedim. Allah elçisi;
“Ey Âişe sizin eğlenceniz yok mu? Çünkü Ensar eğlenceden (oyundan) hoşlanır” buyurdu. Şurayk’ın rivayeti şöyedir: “Ey Âişe! Gelinle birlikte def çalıp şarkı söyleyecek bir cariye göndermediniz mi?” Ben, “Cariye ne diyecek” diye sorunca şöyle buyurdu:
Şöyle diyecek: “Size geldik, size geldik. Allah bize de size de hayat versin. Kızıl altın olmasaydı, bâdiyenize konaklamazdı. Sarı buğday olmasaydı, bâkireleriniz semirmezdi.”
İbn Mâce’deki rivayette, Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Ensar, gönlü sevgi dolu olan bir kavimdir. Onlara; “Size geldik, size geldik, Allah bize de size de hayat versin” şarkısını söyleyecek birisini gönderseydiniz.” [15]
Rubeyye binti Muavviz’den (r. anhâ) şöyle dediği nakledilmiştir: “Ben evlendiğim zaman, Rasûlüllah (s.a.v.) geldi ve yatağımın üzerine oturdu. Bu sırada cariyelerimiz def çalıp, Bedir günü şehit düşen atalarımız hakkında mersiyeler söylemeye başladılar. İçlerinden birisi; “Bizim aramızda yarın olacakları bilen Peygamber var.” anlamında bir mısra okudu. Bunun üzerine Hz. Peygamber; “Bunu bırak (böyle söyleme), söylemekte olduğun diğer şeyleri söyle” buyurdu.[16] İbn Mâce’deki rivâyet şöyledir: “Hayır, bunu söylemeyiniz. Çünkü yarın olacakları bilen Allah’tır,” [17]
Yukarıdaki hadisler nikâhın def ve ifadeleri meşrû olan bazı şarkılarla ilânının mübah olduğunu gösterir.
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) düğün cemiyetinde olduğu gibi, bayram günlerinde veya bazı sportif gösteriler sırasında da nezih eğlenceyi müsamaha ile karşıladıklarını görüyoruz. Aşağıdaki uygulamalar bunu gösterir.
Hz. Âişe (r. anhâ) anlatıyor: “Bir gün Allâh’ın Rasûlü benim yanıma girdi. Yanımda iki de cariye vardı. Buas günü şarkısını söylüyorlardı. Rasûlüllah (s.a.v.) yatağa uzandı ve yüzünü öbür yana çevirdi. Bu arada babam Ebû Bekir de yanımıza girdi ve beni azarlayarak; “Rasûlüllah’ın yanında şeytan çalgısını mı çalıyorsunuz?” dedi. Rasûlüllah (s.a.v.) ona dönerek şöyle buyurdu: “Yâ Ebâ Bekir! Onları bırak, her toplumun bir bayramı vardır, bu da bizim bayramımızdır.” [18]
Hz. Âişe’nin, Hz. Peygamberle birlikte seyrettiği bir spor oyunu da şudur. Hz. Âişe şöyle anlatır: “Bir bayram günüydü. Sudanlılar Mescid-i Nebevî’de kılıç kalkan oyunu oynuyorlardı. Ben istedim, ya da Rasûlüllah (s.a.v.); “Bakmayı arzu ediyor musun?” buyurdu. Ben de, “Evet isterim.” dedim.
Beni arkasında durdurdu, yanağım yanağı üzerinde idi. Oyuncuları; “Haydin Erfide oğulları, göreyim sizi.” diyerek teşvik ediyordu. Ben usanıncaya kadar baktım. Bana “Yeter mi?” buyurdu. “Evet” dedim. “O halde içeriye git.” buyurdu.” [19]
Yukarıdaki ilk hadise göre, şarkı söylemek caiz olmasaydı, Rasûlüllah’ın evinde söylenmez, ya da Allâh’ın Rasûlü’nün bunu açıkça menetmesi gerekirdi. Hz. Ebû Bekr’in karşı çıkması, Hz. Peygamber’in dinlenme saatinde rahatsız edilmesi ve bunu edebe aykırı görmesinden dolayı olmalıdır.
Ancak hadiste bayramdan söz edilmesi nezih şarkının yalnız sevinç günlerinde caiz olabileceğini gösterir.[20]
E- İslâmda Şarkı, Türkü ve Çalgı Sesinin Hükmü:
İslâm fıkhında, şarkı söylemek ve insanı duygulandıran veya insana hüzün veren bazı sözleri belirli bir makama uygun biçimde okumak anlamını ifade etmek üzere “tegannî” terimi kullanılır. Bazı sözleri makamlı söylemede esas olan tabiattaki tabiî seslerdir. İnsanın da yaratılıştan bu seslere meyli vardır. İnsanoğlu fıtratı gereği güzel sesten hoşlanır, sevinç, keder, sıkıntı ve şaşkınlık sırasında ona yönelir. Nitekim, küçük çocuk annesinin güzel sesle söylediği ninni ile sükûnet bulur ve uykuya dalar. Hayvanların kendi cinsleriyle iletişimi teganniye benzer seslerle olur. Bir çok kuşun sesi gerçek musiki gibidir.
Evrensel bir din olan İslâm’ın musikiye ve tegannili sözlere mutlak olarak karşı çıkması söz konusu olamazdı. Bu yüzden İslâm musiki ve tegannî için bir takım sınırlar belirlemiş, meşrû olanla olmayanın arasını ayırmıştır.
Biz yukarıda Hz. Peygamber’in ve ashab-ı kiramın meşru sözlerle ve makamlı biçimde söylenen bazı şarkı ve mersiyelere karşı tutumlarına ait çeşitli örnekler vermiştik.
Kitap ve sünnette nefsi azdıran ve beraberinde haramı getiren şarkı ve çalgı âletleri ile ilgili kınayıcı ifadeler yer alır. Bu delillere kısaca yer vereceğiz.
Allahü Teâlâ şeytana hitap ederek şöyle buyurur:
“Onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle baştan çıkar. Atlıların ve yayalarınla onların üzerine yaygarayı bas! Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol; onlara vaatlerde bulun!” Oysa şeytan onlara aldatmadan başka vaatte bulunmaz!”[21] Bu âyetteki “ses (savt)”ten maksat Abdullah İbn Abbas ve Mücâhid’e göre; şarkı, çalgı ve oyundur.[22]
Yukarıdaki ayette sözü edilen şeytanın atlıları ve yayaları; onun buyruğundan dışarı çıkmayan insan ve cinlerdir. Onun bir kimsenin işlerine ortak olması; haramdan kazanç sağlatması, haram yerlere harcatması, zina ürünü çocuk doğmasına sebep olması, putlara taptırması, çocuklarını dinî eğitimden mahrum bıraktırması gibi yollarla olur. Şeytanın asılsız söz ve vaadi ise; ataların sapık din anlayışının doğru olduğu yolunda telkinde bulunması, bitip tükenmez bir hırs aşılamak suretiyle tevbeyi unutturması gibi yollarla olur.[23]
Şarkı ve eğlenceye dalma ile bağlantılı görülen başka âyetler de şunlardır:
“Siz bu söze (Kur’ân) şaşıyor musunuz? Gülüyor ve ağlamıyorsunuz. Şarkıcılık ve gaflet içinde oyalanıyorsunuz.” [24]
Âyetteki “sâmidûn” ifadesinin kökü olan “semed” Himyer lehçesinde “şarkı” anlamına gelir. Nitekim Mekke’de Kureyş müşrikleri Kur’ân-ı Kerîm’in okunduğunu duyunca, işitilmesin diye şarkı söyler ve oynarlardı.[25]
Şarkıya ve çalgı âletlerine düşkünlüğü kötüleyen çeşitli hadisler nakledilmiştir. Ancak bu hadislerin insanı fuhuş, içki ve zinaya düşürebilen nitelikteki şarkı, türkü ve eğlenceleri kasdetmesi yanında, bir bölümünün de zayıf hadisler olduğunu görmekteyiz.
Hz. Ali’nin naklettiği bir hadiste; Ümmet işleyince başlarına belanın çökeceği bildirilen on hasletten bir tanesi de “şarkıcı kadınların ve çalgı âletlerinin türemesidir.”
Ebû Umâme (r.a.)’ten şöyle dediği nakledilmiştir: “Hz. Peygamber, şarkıcı kadının alacağı parayı yasakladı ve bu konu ile ilgili olarak yukarıda zikrettiğimiz şu âyetin indiğini bildirdi: “İnsanlardan kimi vardır ki, bilgisizce (insanları) Allâh’ın yolundan saptırmak ve sonra da onunla alay etmek için eğlence sözleri satın alır.” [26]
Ebû Davud’un Nâfi’den rivayet ettiğine göre Abdullah b. Ömer bir çalgı sesi işitmişti. Parmaklarını kulaklarına tıkadı ve oradan uzaklaştı. Bana da “Ey Nâfi, bir ses işitiyor musun?” dedi. Ben “Hayır” deyince parmaklarını kulaklarından çekerek “Rasûlüllah (s.a.v.) ile birlikte idim. Bu ses gibi bir ses işitti ve benim yaptığım gibi yaptı” dedi.[27] Yine İbn Ömer’in naklettiği bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Şüphe yok ki, Allah şarabı, kumarı, darbukayı, tanbur ve ud’u yasaklamıştır. Her sarhoşluk veren şey de haramdır.” [28]
F- Mezhep İmamlarının Müzikli Eğlence ile İlgili Görüşleri:
1) Hanefîlerin görüşü:
Hanefîlere göre fuhşu ve günahı beraberinde getiren teganni caiz değildir. Son devir fakihlerinden İbn Âbidîn (ö.1252/1836) bu konuda şöyle demiştir: “Haram olan tegannî bir erkeğin veya bir kadının yahut şarabın heyecan uyandıran niteliklerini anlatan şarkı türü sözcüklerle, Müslüman veya zimmiyi (ehl-i kitap tebea) hicveden sözlerdir. Ancak bu gibi sözleri sırf şiir söylemek veya fesahat ve belâgatını göstermek için okursa caiz olur. Mevcut olmayan bir kadının niteliklerini dile getiren tegannî de caizdir. Ancak bu sözleri bir takım müzik aletleri eşliğinde söylerse, yine kaçınmak gerekir. Bazı bilginler de eğer kafiyeleri dizmek ve fasih konuşmak gayesiyle makamlı okursa bir sakıncası yoktur demiştir. Yalnızlığını gidermek için tegannîde bulunmanın da bir sakıncası olmadığı söylenmiştir.[29]
Büyük müfessir el-Kurtubî (ö.971/1273) musikinin lehinde ve aleyhinde olan bazı hadisleri zikrettikten sonra şöyle demiştir: “Bu ve benzeri hadisler yüzünden İslâm bilginleri teganninin haram olduğunu söylemişlerdir. Bu çeşit tegannî nefisleri fuhşa tahrik eder ve arzuları tatmine teşvik eder. Sükûnet halindekini harekete getiren ve gizliyi açığa çıkaran lâübaliliğe yol açar. Bu çeşit şarkıda kadının anılması ve güzelliğinin tasvir edilmesinde ve şarabın anılmasında insanı heyecana götüren bir yön vardır. İşte böyle bir tegannî ve eğlencenin yasaklandığı konusunda görüş birliği vardır.[30] Diğer yandan el-Kurtubî haram olan kazançları şöyle sıralamıştır: “Haram olduğu konusunda görüş birliği bulunan kazançlar şunlardır: Faiz, zina ücreti, rüşvet, ağıtçı kadının aldığı ücret, şarkıcının ücreti, hıyânet (zimmet) yoluyla mal almak, gayptan ve göklerden haber vermek üzere alınan ücret; çalgı çalmak, oynamak ve benzeri bütün bâtıl yollarla alınan ücret.” [31]
2) Mâlikîlerin görüşü:
Mâlikî fakihlerinden Ebû Bekir İbnü’l-Arabî (ö.543/1148) şöyle der: “İçinde Mâlik b. Enes’in (ö.179/795) de bulunduğu çoğunluk bilginlere göre teganni kalbleri heyecana getiren eğlencelerdendir. Ne Kur’ân’da ve ne de sünnette onun haram olduğuna dair açık bir delil vardır. Bunun aksine sahih hadiste mübah olduğuna delil vardır. Nitekim Hz. Ebû Bekir bir gün Hz. Âişe’nin yanına girer. O anda onun yanında Ensar’ın mersiyelerini söyleyen iki cariye vardır. (Bu hadisin tamamını yukarıda yazmıştık). Bu duruma göre tegannî (şarkı terennüm etmek) haram olsaydı, dış görünüş bakımından Hz. Ebû Bekir hoş karşılamasa da, Hz. Peygamber’in evinde böyle bir tegannî’nin olmaması gerekirdi. Hz. Peygamber ruhsat ve merhamet yoluyla onu kabul ile karşıladı. Sonuçta tegannînin haram olduğuna dair nakledilen her hadis ve söylenen her delil senet yönünden de inandırıcılık bakımından da zayıftır. Hz. Peygamber’den sabit olan husus, O’nun iki bayramda ve bağırıp çağırmaksızın ölüye ağlarken teganniye ruhsat verdiğidir.” [32]
Diğer yandan Mâlikî mezhebi müctehitleri şarkı dinleme konusunda şu şartları öngörmüşlerdir: “Tegannî (şarkı terennümü) müzik aletli olmamak, sürekli bulunmamak ve toplum içinde ünlü olmamak şartıyla şarkı dinlemek mekruhtur. Çünkü sürekli olarak teganni (şarkıcılık- ile uğraşmak insanın mürüvvetini düşürür ve şahitlik yapma hakkının düşmesine de neden olabilir.” [33]
3) Şâfilerin görüşü:
Şâfilere göre tegannî ile ilgili deliller onun mübah olduğunu gösterir. Çünkü bunda develeri yürütmeyi canlandırma, uyuyanı uyandırma gibi yararlar da vardır. Onu dinlemek de dinletmek de mübahtır. Aletsiz tegannî’de bulunmak ve dinlemek mekruhtur. Hz. Âişe hadisinin varlığı bunun haramlık yönünü düşürür.[34]
Büyük İslâm bilgini el-Gazzâlî (ö.505/111), el-İhyâ adlı eserinde musiki konusuna geniş yer vermiş, bununla ilgili delilleri karşılaştırarak şu sonuca varmıştır: Musiki ister insan sesi isterse bir müzik aleti ile icra edilsin, bunu icra edenin veya dinleyenin durumuna göre haram, mekruh, mübah, hatta müstehap olabilir. Şöyle ki; dünya arzusu ve şehvet hisleri ile dolu olan gençler için yalnızca bu duyguları tahrik eden müzik haramdır. Vakitlerinin çoğunu müziğe harcayan ve bununla uğraşmayı alışkanlık haline getiren kimse için müzik mekruhtur. Güzel sesten zevk alma dışında bir duyguya kapılmayan kimse için müzik mübah; Allah sevgisi ile dolup taşan, duyduğu güzel ses kendisinde sadece güzel duyguları harekete geçiren kimse için ise müzik müstehaptır.
Diğer yandan nass ve kıyas şarkı, ney, davul, def ve benzeri müzik âletlerini dinlemenin mübah olduğunu gösterir.[35]
Şâfi fakihlerinden el-Mâverdî (ö.450/1058) tegannî hakkında şöyle der: Hicazlılar vecdi arttırması ve beraberinde haramın bulunmaması şartıyla, tegannîye sürekli olarak ruhsat vermişlerdir.[36]
Sonuç olarak Hz. Peygamber bazı evlenme merasimlerinde ve bayram günlerinde kız çocuklarının def çalarak şarkı söylediklerini duymuş ve buna engel olmak istememiştir. Hatta Hz. Âişe’nin büyütüp evlenmesine öncülük ettiği yetim bir kızın koca evine götürülürken, yanlarında niçin defçi bir kadın götürmediklerini Allâh’ın elçisi, Hz. Âişe’den sormuştur.[37] Bütün bu delil ve uygulamalar fuhuş, içki, kumar gibi haramları beraberinde getirmemek ve şarkının sözleri de kadın ve şarap tasviri veya mü’minleri hicvetmek gibi unsurlar taşımamak şartıyla dinlemenin mübah olduğunu gösterir. Ancak gerek şarkı ve gerekse müzik, dinleyenin cinsel duygularını tahrik ediyor, fuhuş ve içkiye teşvikte bulunuyorsa mü’minlerin bu gibi şarkı, türkü ve müzik âletleriyle icra edilen ses gösterilerinden uzak kalması gerekir.
Diğer yandan kadının şarkısı yine kadınlarca dinlenmelidir. Çünkü kadının sesinin özellikle şarkı melodileri eklenince, erkek bakımından cinsel duyguları tahrik ettiğinde şüphe yoktur. Özellikle şarkıcının kendisini bizzat veya televizyon kanalında görüntü ile birlikte dinlemenin mânevî riski daha büyüktür.
Bu yüzden mü’min düğün, bayram vb. sevinçli günlerinde güzel ses ve nezih bir müzik âleti icrası dinlemek istiyorsa bu arzusunu günümüzde kaset hâline getirilen ilâhi, kaside, Kur’ân-ı Kerîm, dini musiki dinlemekle yetinmeyi şiar edinmelidir. Bununla birlikte düğünlerde hanımların kendi aralarında olmak üzere, def, kaset vb. âletlerden yararlanarak nezih bir eğlence yapmaları da İslâm’ın ruhuna uygun düşer.
G- Düğün Yemeği (Velîme):
İslâm, nikâhın ilan edilmesini, neşe ve sevincin bir belirtisi olarak defe vurulmasını istemiş, bununla evli olanla bekâr olanı, helâl ile haramı birbirinden ayırmayı hedeflemiştir. Çünkü bâkire veya dul kadının, şahitlerin önünde nikâh akdi yapılmış olsa bile sessizce bir erkekle birlikte yaşamaya başlaması çevreyi kötü zanna düşürür ve bu iki kişi zina töhmeti altında kalır. İşte İslâm, mü’minlerin evliliğinin yapılacak bir düğün merasimi ve bu arada davetlilere verilecek bir yemekle (velime) çevreye duyurulmasını istemiştir.
Düğün dolayısıyla verilen yemeğe “velîme” denir. Velîmede müsafir, eşdost ve yöredeki fakirlere yemek ikramı esastır. Düğün yemeği uygulaması câhiliyye dönemine kadar uzanır. Hz. Peygamber, ilk eşi Hz. Hatice ile evlenirken iki deve kestirerek davetlilere yemek ikram etmiştir. Amcası Ebû Talib de bu münasebetle evinde bir ziyafet düzenleyerek Hz. Peygamber’i ve Hz. Hatice’yi davet etmişti.
Önceden yalnız örf olan velîme Hz. Peygamber’in uygulaması ile sünnete dönüşmüştür. Hz. Peygamber, Hz. Zeynep’le evlendiğinde bir koyun kesmiş, Safiyye (r. anhâ) ile evliliğinde ise hurma ve kavut (sevik) ikram etmiştir. Düğün yemeğinin miktarı ve kalitesi düğün sahibinin mali gücüne ve cömertlik durumuna göre değişir. Nitekim Allâh’ın elçisi insanların en cömerdi olduğu halde bazı düğünlerde et ve ekmek ikramı yerine daha basit ikramlarda da bulunmuştur.[38]
Hz. Peygamber ashabı kirama da düğün yemeği vermelerini tavsiye etmiştir. Nitekim Abdurrahman b. Avf’ın (ö.32/652) evlendiğini duyunca, kendisine; “Bir koyun keserek de olsa, düğün yemeği ver.” [39] buyurmuştur.
Hz. Ali (ö.40/660) Hz. Fâtıma (ö.11/632) ile evlenirken yarım ölçek arpa almak üzere zırhını bir Yahudiye bırakmış; bir miktar çekirdeği çıkarılmış kuru hurma, un, yağ ve yoğurt karıştırılarak hazırlanan bir yemek ve arpa ekmeği ikram edilmiştir. O günün şartlarında bu, iyi bir ziyafet sayılıyordu.[40]
Şâfiîlere ve Zahiri mezhebine göre düğün yemeği vermek vâcip hükmündedir.
Hanefîlere göre bu yemeği vermek sünnet olduğu gibi, velime davetine katılmak da sünnettir.
Çoğunluk mezhep müctehitlerine göre ise velime davetine katılmak vâciptir. Dayandıkları delil şu hadislerdir: «Kim düğün yemeğine çağrılır ve icabet etmezse Allâh’a ve Rasûlüne âsî olmuş bulunur.»[41] «Sizden biriniz düğün yemeğine çağrılınca gitsin.»[42]
Düğün yemeklerinde haram olan şeylerin ikram edilmemesi, riya ve gösterişten sakınılması gerekir. Nitekim hadiste şöyle buyurulmuştur: «Velime’yi ilk gün vermek bir haktır, ikinci gün vermek güzeldir, üçüncü günde yemek vermekte ise şöhret ve gösteriş (korkusu) vardır.»[43]
Diğer yandan bu davetlere zenginlerle birlikte fakirlerin de çağrılması gerekir. Hadiste şöyle buyurulur: «Davetlerin en kötüsü, zenginlerin çağrılıp, fakirlerin mahrum edildiği düğün yemeğidir. »[44]
H- Haramın İşlendiği Düğün Cemiyetine Katılmak:
Düğünlerdeki ikram ve eğlencelerin İslâm’a uygun olarak yapılması asıldır. Haramların işlendiği düğün merasimine gelince, eğer davetlinin bulunduğu bölümde münkerât yoksa oturabilir. Ancak mü’min davetlinin sofrasında ya da bulunduğu bölümde münkerat varsa, buna engel olması gerekir, eğer gücü yetmiyorsa orayı terketmesi uygun olur. Çünkü her mü’minin genel anlamda iyiliği emir ve kötülükten nehiy görevi vardır. Allâh’ın elçisi şöyle buyurmuştur: «Sizden kim münkeri (haram veya mekruhun işlendiğini) görürse onu eliyle değiştirsin, buna gücü yetmezse dili ile değiştirsin, buna da gücü yetmezse kalbi ile buğz etsin. Fakat bu sonuncusu îmanın en zayıf tarafıdır.»[45]
Allâh’ın Rasûlü mü’minin içki içilen sofrada oturmaması gerektiğini açıkça ifade buyurmuştur. «Allâh’a ve âhiret gününe îman eden kimse, içki içilen sofraya oturmasın.»[46]
Davete katılan kişi, düğünde münker fiillerin işleneceğini önceden bilmeden girmişse ve münkeri engelleme gücü de yoksa sabredip oturabilir. Ancak bu kimse müfti, vaiz, imam, ilâhiyatçı, ilim adamı gibi toplumda örnek alınan kişilerden ise, bu haram veya mekruhları engelleme gücü yoksa, oturmadan çıkması gerekir. Çünkü onun oturması dinin küçük düşürülmesine yol açabilir.
Düğün cemiyetinde İslâm’ın yasakladığı birtakım fiillerin işleneceğini önceden bilen davetli ise ister halktan birisi, isterse önder sayılan kişilerden olsun, bu davete katılamaz.[47]
Birkaç yere davetli olan kimse yakın hısımını veya yakın komşusunu tercih etmelidir. Davetlerden birisi daha önce yapılmışsa, onun tercihte de öncelik hakkı vardır. Oruçlu kimse bir yemeğe çağrıldığı zaman, oruçlu olduğunu söylemelidir.[48]
Sonuç olarak İslâm bir fıtrat dini olduğu için insanın bütün ihtiyaç ve meyillerini dikkate almış, belki müzik ve eğlenceyi mutlak olarak yasaklamamış, fakat bunların meşrûluk sınırlarını belirlemiştir. Bu da terennüm edilen sözcüklerin fuhşa özendirici veya insan vakar ve haysiyetini kırıcı yahut İslâm’ı ve mü’minleri küçük düşürücü ifadeleri kapsamamasıdır. Bu arada eğlence her iki cinsin kendi arasında olmalıdır. Ancak bununla birlikte mü’minler haramı beraberinde getiren çalgı aletlerinden ve bu gibi eğlence yerlerinden uzak kalmayı tercih etmelidir. Çünkü insanın kalbini huzur ve rahata kavuşturan en etkili araç, yüce Allah ile mânevî iletişim kurmak ve O’nun yüce ismini zikretmektir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulmuştur:
“Onlar inanan ve Allâh’ı anmakla gönülleri huzur bulan kimselerdir. İyi bilin ki gönüller ancak Allâh’ı anmakla huzur bulur.” [49]
Başka bir âyette namaz, insanları kötülüklerden koruyan en büyük zikir olarak belirtilmiştir.
“O kitaptan sana vahyedileni oku ve namazı da kıl. Çünkü namaz, kötü ve çirkin olan şeylerden meneder. Şüphesiz Allâh’ı anmak en büyük (ibadet)tir. Allah yapmakta olduğunuz şeyleri bilir.” [50]
Dipnotlar:
[1] Kâsânî, age, II, 241 vd.; Döndüren, age, s. 245, 246. [2] Döndüren, age, s. 247, 248; Osmanlı Ceza Kanunu Zeyli için bk. Ceride-i İlmiye, Sayı: 4, Yıl: 43, s. 1021. [3] bk. Halil Cin, age, s. 139 vd.; Döndüren, age, s. 248-249. [4] Bakara, 2/282. [5] Ebû Dâvûd, Nikâh, 32; Nesâî, Cum’a, 24; İbn Mâce, Nikâh, 19; Dârimi, Nikâh, 20; A. b. Hanbel, I, 392, 3 3, 432. Tirmizî ile Hâkim bu hadise «hasen» demişlerdir. [6] Nisâ, 4/1. [7] ÂI-i İmrân, 3/102. [8] Ahzâb, 33/70, 71. [9] Nûr, 24/32. [10] bk. Zühaylî age, VII, 123. [11] Buhârî, Fadâilü’l-Kur’ân, 21, Nikâh, 37, 40; Ebû Dâvûd, Nikâh, 17; Tirmizî, Nikâh, 23; İbn Mâce, Nikâh, 17; Dârimî, Nikâh, 19. [12] Ebû Dâvûd, Nikâh, 32. [13] Ebû Dâvûd, Nikâh, 36; Tirmizî, Nikâh, 7; İbn Mâce, Ezân, 2; Nikâh, 23. [14] Tirmizî, Nikâh, 6. [15] İbn Mâce, Nikâh, 21; A. İbn Hanbel, IV, 78. [16] Tirmizî, Nikâh, 6; İbn Mâce, Nikâh, 21; bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, XI, 108; Tirmizî, Şerhu Tuhfeti’l-Ahvezî, Kahire, 1967, IV, 211, 212. [17] İbn Mâce, Nikâh, 21; Buhârî, Tefsîru Sûre-i Ra’d, 1; İbn Hanbel, II, 52. [18] Buhârî, Îdeyn, 3; İbn Mâce, Nikâh, 21; İbn Hanbel, VI, 187. [19] Buhârî, Îdeyn, 2, Cihâd, 81; Müslim, Îdeyn, 19. [20] İbnü’l-Arabî, Ahkâmü’l-Kur’ân, III, 9. [21] İsrâ, 17/64. [22] Kurtubî, age, I, 288. [23] bk. Beyzâvî, İsrâ, 17/64. ayet tefsiri. [24] Necm, 53/59-61. [25] Kurtubî, age, XVII, 123. [26] Lokman, 31/6. Bu hadis; Tirmizi, İbn Hanbel ve İbn Mâce rivayet etmiş yalnız Tirmizî «garib hadis» demiştir. Askalânî, Fethu’l-Bârî, XIII, 335. [27] Ebû Dâvûd, Edeb 52. Ebû Dâvûd buna «münker hadis» demiştir. [28] Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, VII, 260, Hadisin senedindeki Velîd b. Abde durumu meçhul olan bir ravidir. [29] İbn Abidîn, Reddü’l-Muhtâr, V, 305; Terc. age, XV, 344; İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadir, VI, 35, 36. [30] Kurtubî, age, XVI, 54. [31] Kurtubî, age, II, 3. [32] İbnü’l-Arâbi, Ahkâmü’l-Kur’ân, III, 9, 10. [33]. el-Hattâbî, Mevâhibu’l-Celil, VI, 135. [34] Şirbînî, Muğnîl-Muhtâc, VI, 428. [35] Gazzâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, II, 238 vd. III, 109. [36] İsmail Kaya, «Tegannî» md. Şamil İslâm Ansik., VI, 157 vd. [37] bk. Tirmizî, Nikâh, 6; Miras, Tecrîd-i Sarih Terc. III, 151 vd. [38] İbn Mâce, Sünen, H.No: 1908-1910. [39] İbn Mâce, H. No: 1907, Nikâh, 24; Buhârî, 67, 68; Dârîmî, At’ime, 28, Nikâh, 22. [40] Asım Köksal, İslâm Tarihi, İstanbul 1981, s. 259; Ali Rıza Temel, «Velime» mad. Şamil İslâm Ansik., VI, 339. [41] Buhârî, Nikâh, 72; Müslim Nikâh, 107-110; Ebû Dâvûd, At’ime, 1. [42] Buhârî, Nikâh, 71; Müslim, Nikâh, 96-98. [43] Ebû Dâvûd, At’ime, 3; İbn Mâce, Nikâh, 25; Dârimî, At’ime, 28. [44] Buhârî, Nikâh, 72; Müslim, Nikâh, 107, 109, 110; Ebû Dâvûd, Atlime, 1; İbn Mâce, Nikâh, 25. [45] Müslim, Îman, 78; Tirmizî, Fiten, 11; Nesâî, Îman, 17 bk. Ebû Dâvûd, Salât, 242, Melâhım, 17; İbn Mâce, İkâme, 155, Fiten, 20. [46] Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, II, 203. [47] İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, Terc. A. Davudoğlu, İst. 1987, II, 336; Merginânî, el-Hidâye, IV, 80. [48] bk. Ebû Dâvûd, Savm, 76. [49] Ra’d, 13/28. [50] Ankebût, 29/45.
Kaynak: Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle Aile İlmihali, Erkam Yayınları