İslam'da Zenginlik ve Fakirlik
Günümüz dünyasının yaşadığı en büyük felâketlerden biri olan yoksulluk husûsunda İslâm, zengin ve fakire nasıl bir telkinde bulunmaktadır? İslam'da zenginlik ve fakirlik nedir? Zengin ve fakirin imtihanları ve verecekleri hesap nedir?
İslâm, her meselede olduğu gibi servet ve nîmetleri kullanma hususunda da kulu, Allâh’a karşı mes’ul addeder. Zira Allah Teâlâ, her şeyi insana emânet olarak vermiştir. İnsan, belli bir süreliğine ona tasarruf eden bir veznedar mevkiindedir. Yani mülkün asıl sahibi Cenâb-ı Hak’tır ve mü’min, kendisine bahşedilen nîmetleri kullanırken, onları bahşeden Rabbinin belirlediği sınırlara riâyet etmek durumundadır. Nitekim âyet-i kerîmede:
“Nihâyet o gün (dünyada faydalandığınız) nîmetlerden muhakkak hesâba çekileceksiniz!..” (et-Tekâsür, 8) buyrulmaktadır.
Bu itibarla nefsânî ihtiraslarla düşülen lüks, israf ve cimrilik gibi, servetin mânevî âfetlerinden korunmak gerekir. Çünkü israf, konfor ve lüksün artması, toplumu perişan etmektedir. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:
“Zenginlerin israf ettiği ölçüde toplumdaki insanlar aç kalır.” buyurarak bu gerçeği ifâde etmektedir. Bu yüzden İslâm, her iki cihan saâdeti için zengine de fakire de belli ölçüler verir:
Varlıklılara; lüks, israf ve cimrilikten sakınmalarını, ihtiyaçlarından fazlasını infâk etmelerini, komşusu açken tok yatmamayı, yoksullara karşı müşfik, merhametli ve nezâketli davranmalarını, velhâsıl diğergâm, edepli, hizmet ehli ve fedâkâr bir mü’min olmalarını telkin eder.
Fakirlere de; sabır, rızâ, kanaat, tevekkül ve şükre sarılarak, yani Cenâb-ı Hakk’ın kendileri hakkındaki takdirinden râzı olarak, Allâh’ın rızâsını kazanmanın ehemmiyetini telkin eder.
Nitekim gelmiş ve gelecek bütün insanlardan daha zengin kılınan Süleyman -aleyhisselâm-, hiçbir zaman mağrur olmamış, dünya nîmetlerinin kalbini işgâl etmesine aslâ müsâade etmemiştir. Dâimâ nîmetlerin asıl sahibi olan Cenâb-ı Hakk’a şükretmiş ve kullara da infak hâlinde bulunmuştur. Bu güzel hâli dolayısıyla da Cenâb-ı Hakk’ın; “نِعْمَ اْلعَبْدُ ” “ne güzel kul”[2] iltifatına mazhar olmuştur.
Diğer yandan yokluk ve hastalıklarla imtihan edilen Eyyûb -aleyhisselâm- da, bu imtihânı kendisine takdîr edenin, Allah Teâlâ olduğunun idrâki içinde hiçbir zaman hâlinden şikâyetçi olmamış, dâimâ rızâ ve teslîmiyet göstermiştir. Bunun neticesinde o da Cenâb-ı Hakk’ın; “نِعْمَ اْلعَبْدُ ” “ne güzel kul”[3] iltifâtına nâil olmuştur.
Yani İslâm’ın bizden istediği, varlık sahibi bir kimse isek; Süleyman -aleyhisselâm-’ın göstermiş olduğu şükrü, diğer taraftan yokluk ve fakirlikle imtihan olunuyorsak Eyyûb -aleyhisselâm-’ın gösterdiği sabrı sergileyebilmemizdir.
Fakat ekseriyetle toplumlarda “ağniyâ-i şâkirîn” yani şükreden ve infâk eden zenginler de, “fukarâ-i sâbirîn” yani sabreden yoksullar da nâdir bulunan insanlardır. Her iki grup mü’min de Allah katında makbul kullardır. Zenginiyle, fakiriyle bu gönül kıvâmına ulaşabilen toplumlar, birer fazîletler medeniyeti inşâ ederler. Nitekim İslâm tarihine bakıldığında, meselâ Ömer bin Abdülaziz döneminde, bütün müslüman zenginler zekât verip, bol bol hayır-hasenat yaptıkları için, zekât verecek fakir bulamamışlardır. Ecdâdımız Osmanlılar da, kurdukları vakıflar, aşhâneler, sadaka taşları vs. ile toplumu âdeta bir şefkat ağıyla örerek “dilencisiz bir memleket” meydana getirmişlerdir.
Unutmamak gerekir ki Cenâb-ı Hak, insanları birbirine muhtaç olarak yaratmıştır. Fakir zengine, zengin de fakire muhtaçtır. Fakir, zengine zimmetlidir, onun iyilik ve ihsanlarına muhtaçtır. Zengin de fakirlerin hayır-duâsına ve yapacağı infakların sevâbına muhtaçtır…
Cenâb-ı Hak, içerisinde bulunduğumuz bu mübârek günler hürmetine, İslâm âlemine birlik, beraberlik, huzur ve saâdet ihsan eylesin…
Âmîn!
Dipnotlar:
[2] Bkz. Sâd, 30.
[3] Bkz. Sâd, 44.
Kaynak:
KONU İLE İLGİLİ VİDEOLAR
YORUMLAR