İslam’dan Önceki Semavi Dinlerde Kadının Yeri

Sorularla İslam

İslam’dan önceki semavi dinlerde kadının yeri nedir? Kur’ân ve Sünnet’te örnek gösterilen kadınlar.

Günümüzde kadın konusu, onun aile ve toplum içindeki yeri incelenirken, kadının tüm haklarını batı değer ölçülerinden aldığı, İslâm’ın ise kadını ve aileyi dar kalıpların içine soktuğu öne sürülmektedir. Fert, aile ve toplumun bir arada yaşamaktan doğan sosyal problemlerine akılcı ve temele inen çözümler getiren vahiy dininin, kadın ve aile konusunda elbette susması ve boşluk bırakması düşünülemezdi.

KUR’AN’DA ÖRNEK VERİLEN KADINLAR

Bu yüzden biz İslâm’ın getirdiği kadın ve aile ile ilgili değerlerine geçmezden önce, İslâm’dan önceki dönemlere ait yine Kur’ân ve Sünnet’te örnek verilen bazı kadınlar ve onların ibretli kıssaları üzerinde durmak istiyoruz. Örnek olarak seçtiğimiz kadın ve aileler şunlardır: Hz. İbrahim’in eşleri Sâre ve Hacer, Hz. Yûsuf ve Züleyha, Hz. Âsiye, Hz. Süleyman ve Belkıs, Hz. Meryem ve Hz. Zekeriyya.

1. Hz. İbrahim’in (a.s.) Eşleri Sâre ve Hacer

Kur’ân ve Sünnette, îman, ihlâs, iffetini koruma ve tevhîd mücadelesinde eşine destek olma konularında örnek gösterilen iki kadın Sâre ve Hacer’dir. Hz. İbrahim Irak’ta Bâbil yöresinde peygamber olmuş ve kendisini tanrı ilan eden hükümdar Nemrud’u hak dine çağırmıştır. Yönetimi kaybetme korkusuna kapılan Nemrud, İbrahim (a.s.)’ı ateşe atarak yok etmek istemişse de, Yüce Allah onu korumuş, Nemrud ve adamlarını ise sinek ordusu ile helâk etmiştir.[1]

İşte Hz. İbrahim, eşi Sâre ve yeğeni veya amca oğlu Lût (a.s.), bu olaylardan sonra Irak’tan ayrılarak bereketli bir ülke olan Şam ve Filistin yöresine geçmiştir. İbrahim (a.s.) buradan da bir ara irşad gayesiyle, eşi Sâre ile birlikte Mısır’a gitmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v.) bu yolculuk sırasında Hz. Sâre’nin başından geçen bir olayı şöyle anlatmıştır: “Erdûn” kasabasına geldiklerinde, şehrin kralı İbrahim’in güzel bir kadınla şehre girdiğini öğrenmiş ve Hz. Sâre’ye göz koymuştu. Onu sarayına getirtti ve namusuna göz dikti. Sâre kalkıp abdest aldı ve namaz kılıp şöyle dua etti: “Ey Allahım! Ben sana ve senin peygamberine îman etmiş ve iffetimi kocam dışında herkesten korumuşsam, bana bu kâfiri musallat etme”. Kralın nefesi kesildi ve çırpınmaya başladı. Bunun üzerine Sâre, “Allahım, eğer bu adam ölürse Sâre öldürdü derler, bu yüzden ölmesini istemiyorum” deyince kral canlandı ve bu durum üç kere yenilendi. Kral adamlarına; siz bana bir insan değil, şeytan getirmişsiniz; diyerek Sâre’yi serbest bıraktı ve Hacer’i de hediye olarak verdi.”[2]

Burada, iffetini koruyan îmanlı bir kadının zorda kalınca Yüce Allâh’a sığınabileceğine bir işaret vardır. Sığınanın niyet ve samimiyetine göre Yüce Allah kurtuluş yolları gösterir.[3]

Hz. Sâre kısır bir kadındı. Bu yüzden İbrahim’in Hacerle evlenmesine izin verdi. Ancak Hz. Hacer İsmail (a.s.)’ı dünyaya getirince iki kadın arasında yaratılışta var olan kıskançlık hali doğdu. Bunun üzerine İbrahim (a.s.), yüce Allâh’ın emri ile eşi Hacer ve oğlu İsmail’i Filistin’den alıp Hicaz’a götürdü. Şimdiki Beytullah’ın yakınında bir yere konakladılar. Yanlarında bir kırba su ve bir miktar da yiyecek vardı. O dönemde Mekke şehri yoktu, çünkü Nuh tufanında Âdem (a.s.)’dan beri gelen Kâbe-i Muazzama’nın izleri de kaybolmuştu. Her taraf ıssız ve susuz idi.

Hz. İbrahim Hacer’i ve kucağındaki küçük İsmail’i orada bırakıp, Filistin’e dönmek üzere hazırlanırken, Hz. Hacer; “Ey İbrahim! Bizi bu ıssız ve kimsesiz vadide bırakıp da nereye gidiyorsun?” dedi. İbrahim (a.s.)’in sustuğunu görünce, bu ferasetli ve ihlaslı kadın yeniden sordu; “Bizi burada bırakmanı sana Allah mı emretti!? Hz. İbrahim; “Evet Allah emretti” deyince, Hacer; “Öyleyse yüce Allah bize yeter, O bizi korur.” diyerek Allâh’a tevekkül etti.[4]

Hz. İbrahim Seniye mevkiine gelince Kâbe’nin bulunduğu yana doğru dönerek beldenin Nuh tufanından önceki gibi güvenli hale gelmesini,[5] Yüce Allah’tan istemiş ve zürriyeti için de şöyle dua etmiştir:

“Ey Rabbimiz! Ben neslimden bir bölümünü, senin Haram Evinin yanında, bu tarım yapılamayan vadiye yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılsınlar diye (böyle yaptım). Sen de insanlardan bir bölümünün gönüllerini onlara meylettir ve onları çeşitli meyvelerle rızıklandır ki şükretsinler.”[6] Bu duanın kabul olunduğu Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle belirtilir:

“Biz onları, kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere (Mekke-i Mükerreme’ye) yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler.”[7]

Nitekim Allahü Teâlâ Hz. Hacer’i ve oğlu İsmail’i zayi etmemiş, yukarıdaki duanın sonucu, kısa sürede tecelli etmiştir. Çocuğun su ihtiyacı için yüksekçe yer olan Safâ tepesine, oradan Merve’ye koşan Hacer (r. anhâ), buradan çevreye bakarak su araştırmış ve iki tepe arasındaki gidiş-gelişi yedi defa olmuştur. Su bulmaktan ümidini kesen Hacer, İsmail’in yanına döndü ve orada bir su kaynağının akmakta olduğunu gördü. Suyun akıp gitmemesi için önünü kesmeye çalıştı. Yüce Allah onlara böylece “zemzem” suyunu bir daha kesilmemek üzere ikram etmişti. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Allah, İsmail’in annesi Hacer’e merhametiyle muamele etsin. Eğer o zemzemi kendi haline bıraksaydı akarsu meydana gelirdi.”[8]

Hz. Hacer’in suyu bulmasından sonra Mekke vadisinden geçmekte olan Yemenli Cürhümlüler kabilesi, kuşların hareketinden vadide su bulunduğunu anlamış ve Hacer’den izin alarak oraya yerleşmeye karar vermişlerdi. İşte Mekke’nin ilk yerlileri bu kabile ile, daha sonra Hz. İsmail’in cürhümlülerle evlenmesi sonucu meydana gelecek nesillerinden ibarettir.

Böylece, zemzem suyundan yararlanma karşılığında Cürhümlüler Hacer’in ve oğlu İsmail’in ihtiyaçlarını karşılamayı üstlenmişlerdi. Hz. Hacer’in tevekkülü kısa bir süre içinde meyvesini vermiş ve kendilerini ıssız vadide güvenli bir topluluk içinde bulmuşlardı.

Hz. Sâre’nin çocuğu olmadığı için kocasına cariyesi Hacer’i hediye ettiğini, ancak Hz. İsmail’in doğumu üzerine üzüntüye kapıldığını yukarıda belirtmiştik. Kendisi sürekli bir çocuk özlemi içinde idi. İşte artık ay halinden kesildiği bir dönemde, kendisi 90, eşi İbrahim ise 120 yaşlarında bulunduğu bir sırada Allahü Teâlâ kendilerine önce İshak’ın daha sonra da torunları Ya’kub’un dünyaya geleceğini haber verdi.[9]

Artık çocuk sahibi olmaktan fizik, biyolojik ve tıp bakımından ümit kesilen bir çağda İbrahim (a.s.) ve Sâre’ye bir çocuk ve arkasından, bir torun sahibi olma müjdesinin verilişi Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılır: Hz. İbrahim ve yakın hısımı olan Lût (a.s.) aynı dönemin peygamberleridir. Lût (a.s.)’in kavmi eşcinsellik sapıklığına tutulmuş ve ilâhi gazabı üzerlerine çekmişlerdi. İşte Hz. Lût’a kavminin helâk olacağını bildirmek ve bunu infaz etmekle görevli bir grup melek önce İbrahim (a.s.)’ın evine gelirler. Bunlar insan suretinde, genç delikanlılar görünümünde idiler. Önlerine konulan yemeği yemeyince İbrahim (a.s.) onların normal insan olmadıklarını anladı ve korkuya kapıldı. Hz. Sâre’de onlara ayakta hizmet ediyordu. İşte bu misafirler kendilerinin melek olduğunu açıklayarak, aileye katılacak bebeği şöyle haber verdiler:

“Elçilerimiz (melekler) İbrahim’e müjde ile gelip, “selâm” dediler. O da “selâm” dedi ve hemen gidip onlara kızartılmış bir buzağı getirdi. Fakat onların o buzağıya el sürmediklerini görünce, tuhafına gitti ve içinde onlara karşı bir korku uyandı. Onlar; “korkma biz Lût kavmine gönderildik” dediler. İbrahim’in (hizmet için) ayakta duran karısı (Sâre) güldü. Biz de ona İshak’ı ardından da torunu Ya’kub’u müjdeledik. Kadın “vay başıma gelene” dedi, “Ben yaşlı bir kadın, şu kocam da yaşlı bir adam iken ben mi çocuk doğuracak mışım? Bu doğrusu şaşılacak bir şeydir.” Melekler: “Ey evin hanımı! Allâh’ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olmuşken, Allâh’ın işine nasıl şaşarsın? O Allah, övülmeye lâyıktır, iyiliği boldur” dediler.”[10]

Başka bir âyette; Hz. Sâre’nin, meleklerin çocuk doğuracağını müjdelemesi üzerine, ellerini yüzüne vurarak, kendisinin yaşlı ve kısır olduğunu bildirdiği, meleklerin ise; “Rabbin böyle dedi. O, tam hüküm ve hikmet sahibi ve herşeyi bilendir” diyerek işi ilâhi iradeye bağladıkları belirtilir.[11]

Sonuç olarak gençlik yaşlarında çocuk dünyaya getirmemiş olan ve kısır bulunan Hz. Sâre ay halinden de kesildiği bir dönemde yüce Allâh’ın dilemesi ile Hz. İshak’ı doğurmuştur. Nitekim Mücâhid ve İkrime, çocuk müjdesi haberini alan Sâre’nin gülmesini “ay hali oldu” şeklinde tefsir etmişlerdir. Çünkü “güldü (dahike)” fiili arapçada kadınlar hakkında bu anlamı da kapsamaktadır. Ancak çoğunluk bilginler buna “bilinen sevinç gülmesi” anlamı vermişlerdir.[12]

Hz. Sâre’nin meleklerin yanında ayakta durması, misafirlerine hizmet içindir. Bazı müfessirler onun tesettürlü olduğunu, melekleri görünce ayağa kalktığını söylemişlerdir.[13] Hz. Peygamber (s.a.v.)’e de bir düğün merasiminde gelinin hizmet ettiği nakledilmiştir.

Ebû Üseyd es-Sâidi (r.a.), Allâh’ın elçisini kendi düğün cemiyetine davet etmişti. Eşi gelin hanım onlara hizmet ediyordu. Yemekten sonra, Rasûlüllah (s.a.v.)’e geceden hazırlanmış hurma suyu ikram etti.[14] el-Kurtubî (ö.671/1273) bu hadisi naklettikten sonra şöyle der: “Bu, gelinin kendi düğününde kocasına ve onun arkadaşlarına hizmet etmesinin caiz olduğunu gösterir. Yine, bir erkeğin eşine, salih arkadaşlarına hizmet ettirmesinde bir sakınca bulunmaz. Ancak bu uygulamanın hicâb (tesettür) âyetlerinin inmesinden önce vuku bulmuş olması da muhtemeldir.”[15]

Buna göre evin hanımının, tesettüre riayet etmek şartıyla ve kocası da hazır bulununca kayın biraderi, kocasının amca, dayı gibi hısımları ile kendi amca, dayı hala ve teyzesinin erkek çocuklarına ve yine kocasının ahlâk ve fazilet sahibi arkadaşlarına yemek ve meşrubat ikram etmesi mümkün ve caizdir. Ancak fitne korkusu olur ya da eşler, yakın mahrem hısımlar dışında kalan erkeklerle görüşmede takvâ yolunu seçerlerse, bu daha güven verici ve daha fazla koruyucu olur. Nitekim erkek veya kadının, karşı cinsi görünce, bakışlarını öne eğmesini bildiren âyetlerde bu davranışın daha temiz olduğuna işaret edilmiştir.[16] Yine, kimsenin bulunmadığı eve izinsiz girmeyi yasaklayan, izin isteyince de, “geri dönün” denilirse, dönüp gidilmesini bildiren âyette de, bu davranışın daha temiz olduğu belirtilmiştir.[17]

2. Hz. Yûsuf (a.s.) ile Züleyha

Yûsuf (a.s.), Kur’ân-ı Kerîm’de adı geçen peygamberlerden birisi olup, Ya’kub peygamberin oğludur. Soyu Hz. İbrahim’e dayanır. Yûsuf sûresinde 98 âyet (4-101), Yûsuf (a.s.)’ın ibretli hayat hikâyesinden söz eder.

Buna göre Yûsuf (a.s.)’ın on bir erkek kardeşi vardır. Yûsuf olağanüstü bir güzelliğe sahip olup, babası Yakup (a.s.) tarafından çok sevilmektedir. Onu kıskanan kardeşleri (birisi dışında) gezinti için kıra götürürler ve kuyuya atarlar. Babalarına ise kanlı elbiselerini gösterip, onu kurdun yediğini söylerler. Yoldan geçen bir kervan, su çekerken Yûsuf’u bulur ve Mısır’da Azîz’e (Maliye bakanı) köle olarak satarlar.

Sarayda ihtimamla yetişen Yûsuf (a.s.)’a Azîz’in karısı Züleyha aşık olur ve onu yasak ilişkiye çağırır. Yûsuf ona şöyle cevap verir: “Allâh’a sığınırım. Efendim bana iyi baktı. Doğrusu zulüm yapanlar kurtuluşa eremez.” [18] Yüce Allah, o arada Yûsuf’un da Züleyha’yı arzuladığını, ancak ihlâslı bir kul olması yüzünden Yûsuf’un bu kötülük ve fuhuştan korunduğunu belirtir.[19] Eşinin haksız olduğunu tespit eden Azîz, olayın hiç bir şey olmamış gibi kapanmasını istemişse de, dedikodunun önü alınamamıştır. Bunun üzerine Züleyha dedikodu yapan hanımları yemeğe davet etmiş ve Yûsuf’u onların yanına çağırarak, şaşkınlık içinde meyve bıçakları ile ellerini kestiklerini görmüştür. Bununla, âşık olmakta haklı olduğunu göstermeye çalışan Züleyha, Yûsuf’un kendisine ilgi göstermemesi üzerine onun hapse atılmasını istemiştir.

Güzel bir kadının cinsel isteklerine uymak yerine yıllarca hapiste kalmayı tercih eden Yûsuf (a.s.) bu konuda şöyle dua etti:

“Rabbim, bana göre zindan, bunların beni çağırdığı şeyden iyidir. Eğer onların düzenini benden savmazsan onlara meylederim ve câhillerden olurum. Rabbi onun duasını kabul etti ve onların düzenlerini ondan savdı. Şüphesiz O, herşeyi işiten ve bilendir.”[20]

Mısır hükümdarı bir gece rüyasında yedi zayıf ineğin yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başakla yedi kuru başak gördü. Yorumcular bu rüyaya anlam veremediler. Bu arada zindanda bulunan Yûsuf (a.s.) isabetli rüya yorumları ile ün yapmıştı. Kral onu yorum için saraya çağırdı. Ancak Yûsuf, Züleyha konusunda iftiraya uğradığını, bu eski davanın görülerek sonuca bağlanmasını istedi. Böylece temize çıktıktan sonra rüyanın yorumunu yapabileceğini söyledi. Gerçekten sorguya çekilen Züleyha ve dedikoducu kadınlar doğruyu söylediler. Yûsuf belge ve delillerle temize çıkınca rüyayı şöyle yorumladı.

Yedi yıl çok bolluk, ondan sonra da yedi yıl kıtlık yılları gelecek. Kral, tedbir olarak ne yapmak gerektiğini sorunca Yûsuf (a.s.), ekonomik ve mali işlerin başına kendisi getirildiği takdirde bu kıtlık ve darlık yıllarına çare bulabileceğini söyledi.[21] Bu göreve getirilen Yûsuf (a.s.), ilk bolluk yıllarında halkı tasarrufa teşvik etti, tüm fazla hububatı depolara yerleştirdi. Bu arada, halk ellerindeki altın, gümüş gibi değerli eşyasını da Yûsuf (a.s.)’ın emanet depolarına teslim etmişti. Bunların eline emanet bıraktıkları şeylerin miktar ve niteliklerini belirten makbuzlar veriliyordu. İşte bu makbuzlar J. Dobretberger gibi iktisatçıların belirttiği gibi M. Ö.1600 yıllarında Ortadoğuda elden ele kâğıt para gibi dolaşmaya başlar. Üzerinde, temsil ettiği miktardaki altın gümüş veya hububat gibi Standard değerlerin yazılı olduğu kâğıt paranın ilk olarak Hz. Yûsuf’un bu uygulaması ile başladığı kabul edilir.[22]

Rivayete göre Mısır Melik’i Hz. Yûsuf’a tac giydirmiş, kılıç kuşatmış ve inci ile yakut işlemeli bir taht yaptırmıştır. Ancak Yûsuf (a.s.) son ikisini kabul etmekle birlikte, tac giymeyi kendisinin ve atalarının giydiklerinden olmadığını söyleyerek reddetmiştir. Ülke kısa sürede Yûsuf (a.s.)’ın adaletli yönetimi ile onun nüfuz ve iktidar alanına girmiştir. Bu arada hazine bakanı Aziz vefat etmiş, eşi Rail, diğer adı ile Züleyha, Melik tarafından Yûsuf’la evlendirilmiştir. Bir mûcize olarak gençleşen Züleyha, kocası iktidarsız (innin) olduğu için kız olarak Yûsuf’la gerdeğe girmiştir. Bunun üzerine Yûsuf Züleyha’ya “Bu şekilde meşru olarak evlenmemiz senin haram olarak istediğinden daha iyi değil mi?” diyerek helâl ile haram arasındaki farka dikkat çekmiştir. Züleyha’nın Yûsuf’tan Efrâim ve Menşa adlarında iki oğlunun dünyaya geldiği nakledilir.[23]

Sonuç olarak Kur’ân-ı Kerîm’de, kendi adını taşıyan Sûrede Yûsuf (a.s.)’ın bir kadınla olan imtihanına genişçe yer verilir. Böylece, dünya hayatındaki deneme süreci içinde böyle bir kadınla karşılaşan ve haram işlemekle karşı karşıya gelen mü’minin takınacağı tavır ve haramdan sakınması karşılığında elde edeceği ecir, bu surede yer alan hususlardandır. Diğer yandan önü alınamayan dedikodular karşısında bir süre dedikodu yöresinden uzak kalma yanında, yeniden eski beldesine ya da görevine dönüşte, haksız itham ve iftiralardan temize çıkmak için mücadele etmek gerektiğine bir işaret vardır. Diğer yandan, birbirine karşı aşk derecesinde sevgi duyan erkek ve kadının sabredip meşrû evlenmenin çaresini aramaları ve bu konuda yüce Allâh’ın takdirine teslim olmaları gerekir. Herşey Cenâb-ı Hakk’ın kudret elindedir. Onun dilemesi dışında bir yaprak bile kımıldamaz. Haramlara karşı yüce Allâh’ın korumasına sığınmak en büyük güvencedir.

3. Hz. Âsiye

Kur’ân-ı Kerîm’de “Firavun’un karısı” diye söz edilen[24] Âsiye’nin adı, hadislerde açıkça ifade edilmiştir.[25] Tarih ve tefsir kaynaklarında onun nesli Âsiye binti Muzâhim b. Ubeyd b. Reyyân b. Velîd olarak zikredilir.[26] Âsiye’nin büyük dedesi Velîd, Hz. Yûsuf devrindeki Mısır Firavunudur. Diğer yandan Âsiye’nin İsrailoğullarından Hz. Mûsâ’nın halası olduğu ve oha îman ettiği nakledilmiştir.[27]

Mısır’da Firavun’un gördüğü rüya üzerine bir kâhin, İsrailoğulları içinde yetişecek bir çocuğun, mülkünü elinden alacağını söylemişti. Bunun üzerine Firavun, İsrailoğullarının doğacak bütün erkek çocuklarının öldürülmesini emretti. Allahû Teâlâ bu olayı şöyle haber verir:

“Firavun (Mısır) toprağında azmış, toplumunu parçalara ayırmıştı. Onlardan bir grubu güçsüz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. Şüphesiz o, bozgunculardandı,”[28]

İşte İsrailoğullarının ezildiği, büyük zulüm ve işkenceler altında inlediği bir sırada, Yüce Allah onlardan olan bir çocuğu koruma altına alacak ve onu Firavun’un sarayında barındıracaktı.

Annesi Hz. Mûsâ’yı dünyaya getirmiş ve öldürülmesinden korktuğu için vahiy veya ilham gereği bir sandık içinde Nil Nehri’ne bırakmıştır. İçinde Mûsâ’nın bulunduğu sandık Firavun’un sarayı yakınına gelince onu alıp saraya götürdüler. Âsiye, kocası Firavun’u ikna ederek Mûsâ’yı öldürtmedi ve şöyle dedi: “Benim de senin de gözün aydın olsun. Bu çocuğu öldürmeyin, belki büyüyünce işimize yarar veya onu evlat ediniriz. Halbuki onlar ileride olacaklardan habersizdiler.”[29]

Hz. Mûsâ’nın annesi ilk gece meraktan ve çocuğuna olan hasretinden çıldıracak gibi olmuştu. Allahü Teâlâ kalbine sükûnet vermese, neredeyse işi açığa çıkaracaktı. Bu arada Mûsâ’nın kızkardeşinden, çocuğun izini takip etmesini istemişti. Ertesi gün saraydan çocuğa süt anne aranıyor, fakat çocuk hiçbir kadının sütünü emmiyordu. Mûsâ’nın kızkardeşi saraya sokularak, çocuğa iyi bir süt anne bulabileceğini bildirdi. Böylece Mûsâ öz annesinin bakım ve eğitimine girmiş oldu. Bütün bunlar Allahü Teâlâ’nın takdiri ile cereyan ediyordu.[30]

Hz. Mûsâ büyüyüp peygamber olunca ona ilk îman edenlerden birisi de Hz. Âsiye olmuştu. Onun îman edişiyle ilgili iki rivayet vardır. Bir rivayete göre, sarayda bir hizmetçi kadın Allâh’a îman ettiği için, fırında yakılmış, onun ruhunun melekler tarafından gökyüzüne çıkarıldığını gören Âsiye de Allâh’a ve peygamberi Mûsâ’ya îman etmiştir.[31] Başka bir rivayete göre, Âsiye, Hz. Mûsâ’nın Firavun’un sihirbazları karşısında üstün gelmesi üzerine îman etmiştir.[32]

Firavun, karısının îman ettiğini anlayınca, onu ellerinden ve ayaklarından kazıklara bağlatmış, güneş altında bırakarak işkence yaptırmıştır. Üzerine büyük bir kaya parçası atılacağı sırada Allahü Teâlâ’ya şöyle dua etmiştir:

“Allah, îman edenlere Firavun’un karısını örnek gösterdi. O, ey Rabbim! bana kendi katında, cennette bir ev yap; beni Firavundan ve onun (kötü) işinden koru ve beni şu zalimler topluluğundan kurtar! demişti.”[33]

Hz. Âsiye’nin duası kabul edilmiş, o sırada cennetteki makamı gösterilmiş ve hiçbir acı duymaksızın ruhu alınmış, üstüne konulan kaya ruhsuz kalan cesedinin üzerine düşmüştür. Böylece o, şehadet şerbetini içmiş, cennetü’l-Me’vâ’daki ebedi dinlenme yerini seyrederek bu dünyadan ayrılmıştır. Selman el-Fârisî şöyle demiştir: “Âsiye’ye güneşin altında işkence edilirken, güneş sıcaklığı eza verince, melekler kanatları ile güneşe gölge yapıyorlardı.”[34]

Hz. Peygamber (s.a.v.), kemâle eren kadınlardan söz ederken şöyle buyurmuştur: “Erkeklerden kemâle eren çoktur, kadınlardan ise Firavun’un karısı Âsiye ve Imran kızı Meryem dışında kemâle eren olmamıştır. Âişe (r. anhâ)’nın diğer kadınlara üstünlüğü ise, tiridin öbür yemeklere üstünlüğü gibidir.”[35]

Sonuç olarak Kur’ân-ı Kerîm’de Âsiye ve Hz. Meryem’in örnek gösterilmesi, Hz. Âişe ve Hz. Hafsa’nın, bir ara Nebî (s.a.v.)’in peygamberlik mücadelesinde ona yeteri kadar destek olmamaları ve bazı dünyalık isteğinde bulunmaları yüzünden olmuştur.[36] Kendisini ilâh olarak ilan eden, Allâh’ı inkâr eden bir erkeğin nikâhı altında Âsiye’nin sabredip, sonunda yüce Allah’tan yardım istemesi, kocaları İslâm’a karşı büyük bir düşmanlık içinde bulunan mü’min hanımlara güzel bir örnektir. Hangi şart ve sıkıntılar içinde olursa olsun îman ve hidayet en yüce değerdir. Bu manevî değer hiçbir bedelle değiştirilemez. Bu konuda şehit olmayı göze alan ve daha ruhunu teslim etmeden cenneteki makamını gören Hz. Âsiye bu ümmete gösterilen örnek, yıldız bir kadındır.

4. Hz. Süleyman (a.s.) ve Belkıs

Hz. Süleyman saltanatlı ve azametli bir peygamberdir. Onun hükümdarlığı bugünkü Filistin ve Ürdün’ün tamamını ve Suriye’nin bir bölümünü içine almakta idi. Süleyman (a.s.)’ın en önemli özelliklerinden birisi, Cenâb-ı Hakkın verdiği bir takım mûcizelerden toplum hizmetinde ve yönetiminde yararlanmasıdır. Kuşların dilini bilmesi,[37] insan, cin ve kuşlardan ordu toplaması,[38] rüzgârın gücünden yol katetmede yararlanması,[39] bu mûcizeler arasında sayılabilir.

Hz. Süleyman’ın adının geçtiği her yerde Sebe’ Melikesi’nin adı da hatırlanmaktadır. Bilindiği gibi Yemen’deki Sebe’ devleti, Melike Belkıs tarafından yönetilmekte idi. Belkıs’ın Müslüman oluşu, Hz. Süleyman’ın Rahman ve Rahim olan Allâh’ın adıyla başlayan mektubu ile gerçekleşmiştir. Onun asıl adının Belkıs binti Şerahil veya Belkıs binti Hedhad b. Sürahbil olduğu ve yirmi yıl meliklik yaptığı nakledilmiştir.

Hz. Süleyman’ın Belkıs’la karşılaşması şöyle olmuştur: Süleyman (a.s.) Filistin’de Beyt-i Makdis’i inşa ettikten sonra, hac için Harem-i Şerife gider. Hicazdan Yemen tarafına yönelir. San’a’ya kadar gidip, orada konaklar, fakat su bulamaz. Bu arada kılavuzluk yapan ve suyun yerini haber verecek olan Hüdhüd kuşu kaybolmuş ve kılavuzluk işi aksamıştı. Ancak Hüdhüd, Sebe’ Melikesi Belkıs’ın beldesine ulaşmış ve Süleyman’a ondan haber getirmişti. Kur’ân’da bu haber şöyle belirtilir:

(Hüdhüd dedi): Onlara hükümdarlık eden, kendisine herşey verilmiş ve büyük bir tahtı olan bir kadınla karşılaştım. Onun ve kavminin Allâh’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için doğru yolu bulamıyorlar.”[40]

Süleyman (a.s.) haberin doğruluğunu anlamak için bir mektup yazıp Hüdhüd kuşu ile Belkıs’a gönderdi ve tepkilerinin ne olacağını bir kenardan izlemesini bildirdi. Melike mektubu alınca danışma kurulunu topladı ve Süleyman’dan Rahman ve Rahîm olan Allâh’ın adı ile başlayan önemli bir mektup aldığını ve Süleyman’ın kendisine itaat edilmesini istediğini bildirdi.[41]

Sebe’ Melikesi Belkıs, danışma kurulunu toplayarak ne yapılması gerektiği sordu. Onların kendisine bu konuda tam yetki vermeleri üzerine de kendi görüşünü açıkladı. Kuruldaki konuşmalar Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirilir:

“Sonra Melike dedi: Ey Devlet büyükleri! Bana ne yapmam gerektiği konusunda yol gösterin. (Bilirsiniz ki), siz yanımda olmadan hiçbir işi kestirip atmam. Onlar şu cevabı verdiler: Biz güçlü savaşçı kimseleriz. Buyruk senindir, ne dersen onu yaparız.” Melike dedi: “Hükümdarlar bir ülkeye girince, orayı perişan ederler ve toplumun önderlerini küçük düşürürler. Herhalde onlar da böyle yapacaklardır. Bu yüzden onlara elçilerle bir hediye göndereyim de, bakalım elçiler nasıl bir sonuçla dönecekler?”[42]

Süleyman (a.s.), Belkıs’ın elçilerini geri çevirdi ve teslim olmadıkları takdirde Sebe’ ülkesini işgal edeceklerini bildirdi. Bu arada Süleyman (a.s.) Belkıs’ın ünlü tahtının bir mûcize eseri olarak kendi sarayına getirilmesini istedi. İfrit adlı bir cin, bir kimse oturduğu yerden kalkmadan tahtı getirebileceğini, yanında kitaptan bir ilim bulunan kimse ise, göz açıp kapayıncaya kadar tahtın önlerinde hazır olabileceğini söyledi. Gerçekten o sırada San’a’da veya başka bir rivayete göre Şam yöresinde bulunan Süleyman (a.s.)’ın yanına Melike’nin tahtı göz açıp kapayıncaya kadar getirildi.[43] Tahtı getiren kişi Abdullah b. Mes’ud’a (ö.32/652) göre Hızır (a.s.)[44] İbn Abbas’a (ö.68/687) göre ise Süleyman (a.s.)’ın veziri Asaf b. Berhıyâ idi. Asaf, dosdoğru (sıddîk) bir kul olup, kendisi ile Yüce Allah’tan bir şey istenince verilen, dua edilince kabul olunan “Allâh’ın en büyük ismi (ism-i azam)”ni biliyordu. Hz. Süleyman’ın bir mûcizesi olarak veziri böyle bir keramet göstermişti.[45]

Hz. Âişe’den (ö.57/676) nakledilen şu hadisde bunu destekler: “Âsaf b. Berhıyâ’nın kendisi ile dua ettiği, Allâh’ın en büyük ismi (ism-i a’zam), “yâ hayy yâ kayyûm (ey diri olan ve herşeyin kendisi ile ayakta durup varlığını sürdürdüğü Yüce Allah)” ifadeleridir.[46] Fahreddîn Râzı (ö.606/1210) tahtı getirenin bizzat Süleyman (a.s.) olduğunu söylemiştir. “Yanında kitaptan bir ilim bulunan kimse” ifadesi onun durumuna uygun düşüyorsa da, çoğunluk bilginler, bu kişinin bizzat Hz. Süleyman olmayıp, adamlarından birisinin olmasını âyetlerdeki ifade üslûbuna daha uygun düştüğünü söylemişlerdir.[47] Tahtın bir anda fizik olarak başka bir yere nakledilmesi günümüzde yapılan “ışınlama” yolu ile nakil çalışmalarına ışık tutacak niteliktedir.

Belkıs daha sonra adamlarıyla Filistin’e gelmiş, Hz. Süleyman’ın kurduğu göz kamaştıran medeniyet ve sarayında ilahi dinin güç ve ihtişamına hayran kalmıştır. Çünkü billûr bir saray ve girişinden meydanlığa kadar büyük bir havuz yapılıp içine su salınmış, yine içine balık vb. deniz hayvanları konulmuş ve üzeri şeffaf bir kristalle kaplanmıştı. Gerçeğine o kadar benzemişti ki, suya girdiğini sanan Melike, ıslanmasın diye eteklerini toplamıştı. Belkıs’ın bu harika manzara ve olağanüstülükler karsışındaki dua ve teslimiyeti âyette şöyle bildirilir.

“Rabbim, ben kendime zulmetmişim. (Artık) Süleyman’la birlikte âlemlerin Rabbi olan Allâh’a teslim oldum.” [48]

Müfessirlerin çoğunluğuna göre Süleyman (a.s.) Belkıs’le evlenmiş ve onu mülkünde bırakmıştı.[49] Hz. Süleyman’la Sebe’ melikesi arasında geçen bu kıssa, Tevrat ve İncil’de de çeşitli şekillerde anlatılmıştır.[50] Ancak Kur’ân-ı Kerîm’de Sebe’ Melikesi’nin adı zikredilmediği için, Hz. Süleyman’la çağdaş olan Sebe’ kraliçesinin, Mîlattan sonra 250’li yıllarda yaşayan ve adı Belkıs olan bir Himyeri kraliçesinin adı ile karıştırılmış olması muhtemeldir.[51] Diğer yandan biri Hz. Süleyman devrinde, diğeri M. S. 250 yıllarında olmak üzere aynı isimde iki Melike’nin yaşamış olması da imkân dahilindedir.

Sonuç olarak, yüce Allah, Dâvud (a.s.)’ın oğlu Süleyman (a.s.)’a büyük bir saltanat vermiş ve Ortadoğuda kendi yüzyılına göre çok ileri olan kültür ve uygarlık eserleri meydana getirmiştir. Aynı dönemde Yemen yöresinde bir kadının yönetiminde Sebe’ toplumu vardır. Melike Belkıs’ın yönettiği bu toplumun güneşe taptığını öğrenen Süleyman (a.s.) bu yöreye tevhid akidesini ulaştırmak ister. Ancak medeniyetinin üstünlüğünü ona göstererek îman ve hidayetine vesile olur. Burada îman ehlinin, küfür ehlinden daha üstün ilim ve teknolojilere sahip olması gerektiğine bir işaret vardır. Süleyman (a.s.)’ın askerî güç yanında bu kültür ve san’at üstünlüğünü öne sürmesi, irade üzerinde baskı ve zorlama olmaksızın iknâ metodunu kullandığını gösterir. Özellikle billurdan köşkün inşası, kristal kaplama havuzların yapılması ve kendi tahtının da hazır bulunduğu bir salonda Belkıs’ın kabul edilmesi semâvî bir dinin kadına verdiği önemi gösterir. Ancak hak dinin bâtıl karşısındaki bu üstünlüğü açıkça görülünce Belkıs, Allâh’a îman etmiş ve Süleyman (a.s.)’a tâbi olmuştur.

5. Hz. Meryem 

1) Hz. Meryem’in Mescid-i Aksa Hizmetçiliği

Hz. İsa’nın annesi ve Dâvud (a.s.)’ın soyundan bir bilgin olan İmran’ın kızıdır. Hz. Meryem Yüce Allah tarafından insanlara örnek gösterilmiş ve onun üstünlüğüne işaret edilmiştir.

“Allah îman edenlere iffetini koruyan, İmran’ın kızı Meryem’i de örnek gösterir.” [52]

“Irzını iffetle korumuş olanı an. Biz ona ruhumuzdan üfledik; onu ve oğlunu bütün âlem için bir ibret kıldık.” [53]

“O, seni tertemiz yarattı ve seni bütün dünya kadınlarına tercih etti.”[54]

İmran’ın eşi Hanna, kısır bir kadın olup hiç çocuğu olmamıştı. Bir gün bir ağacın gölgesinde otururken yavrusunu doyurmaya çalışan bir kuş görmüş ve bu durum onda çocuk sahibi olma arzusunu uyandırmıştı.[55] Allahü Teâlâ’ya, çocuk ihsan etmesi için dua etti ve çocuğu olursa, bunu Beytü’l-Makdis’e (Mescid-i Aksa) hizmetçi olarak adadığını bildirdi.[56] Ancak o, bu adağı yaparken çocuğun erkek olarak doğacağını düşünmüştü. Meryem dünyaya gelince, kız çocuğunun mescid hizmetinde zorluklarla karşılaşabileceğini düşündü, bununla birlikte adağına uyarak mescid hizmeti yapabilecek yaşa gelen Meryem’i Beytü’l-Makdis’e götürerek görevlilere teslim etti. Onun gözetilmesi görevini de devrin peygamberi ve aynı zamanda Hz. Meryem’in teyzesinin kocası olan Zekeriyya (a.s.) üstlendi.[57]

Zekeriyya (a.s.), Meryem için mescidde özel bir yer (mihrab) tahsis etmişti. O, burada sürekli olarak ibadet ve dua ile meşgul oluyordu. Zekeriyya bir ihtiyaç nedeniyle Meryem’in yanına her girişinde değişik yiyeceklerle karşılaşıyordu. Üstelik bunlar o mevsimin ve o beldenin yiyeceklerine benzemiyordu. Yüce Allâh’ın ve meleklerin ikramına mazhar olan Meryem’in bu hali Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirilir:

“Rabbi Meryem’e hüsnü kabul gösterdi; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyya’yı da onun bakımı ile görevlendirdi. Zekeriyya onun yanına, mabede her girişinde orada bir rızık bulur ve “Ey Meryem! bu sana nereden geliyor?” der, o da: “Rabbim tarafındandır. Allah dilediğine sayısız rızık verir” derdi.[58]

2) Hz. İsa’nın Babasız Olarak Dünyaya Gelişi

Yüce Allah Meryem’in babasız olarak bir çocuk dünyaya getirmesini takdir etmişti. Bir gün melekler Allâh’ın emri ile gelerek bir çocuk doğuracağını ve adının da Meryemoğlu İsa Mesih olacağını bildirdiler. Ayrıca bu çocuğun dünya ve âhirette şerefli ve Allâh’ın rızasını kazanan bir kul olacağını, beşikte iken konuşacağını da haber verdiler.[59]

Hz. Meryem bu durum karşısında, kendisinin hiçbir erkekle ilişkisi olmadığı halde, nasıl çocuk sahibi olacağını sormuş ve kendisine Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Bu böyledir. Allah dilediğini yaratır. O, bir şeyin olmasına hükmedince ona sadece “ol” der ve o da hemen oluverir.” [60] Bir gün Cebrail (a.s.) genç bir erkek suretinde gelmiş[61], korkuya kapılan Meryem; “Ben senden, Rahman olan Allâh’a sığınırım. Eğer Allah’tan korkuyorsan bana dokunma, demişti.”[62] Cebrail (a.s.); temiz ve yetenekli bir erkek çocuk bağışlamak için, Allâh’ın emri ile geldiğini bildirince,[63] Hz. Meryem yine;

“Benim nasıl çocuğum olabilir. Bana hiç bir beşer dokunmamıştır. Ben iffetsiz de değilim.[64] diyerek Melekten açıklama istedi. Melek; Yüce Allâh’ın emir ve takdirinin böyle olduğunu, Yüce Allah için bunun kolay bir hadise olduğunu bildirdi.[65]

Allahü Teâlâ Hz. Meryem’e rûhundan melek aracılığı ile üflemiş ve o gebe kalmıştı. Çoğunluk bilginlere göre, normal gebelik süresi geçince Hz. Meryem, İsa’yı (a.s.) dünyaya getirmiştir.[66] Doğum sırasında ve sonrasında melek tarafından sükûnete kavuşturulan Meryem, çocuk kucağında toplumun içine dönünce sert eleştiri ve ithamlarla karşılaştı. Kendisine zina isnad edilmek isteniyordu.[67] Böyle sıkıntılı ve kem gözlerin üzerine çevrildiği bir günde Hz. Meryem’den savunma yerine susması ve şöyle demesi bildirildi: “Ben susma orucu adadım, bu gün kimseyle konuşmayacağım.” [68] Ancak bir açıklama bekleyenlere kucağındaki çocuğu göstererek, onunla konuşmalarını işaret etmekle yetindi. Bir mûcize olarak beşikteki İsa (a.s.) şunları söylemişti:

“Ben, şüphesiz Allâh’ın kuluyum. O, bana kitap verecek ve beni peygamber yapacaktır. O, nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı. Yaşadığım sürece de namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti. Beni, anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve yeniden dirileceğim gün esenlik banadır,”[69]

Yüce Allah, Hz. İsa’nın durumunu, Âdem (a.s.)’ın durumuna benzetmiştir: “Allah katında İsa’nın durumu da Âdem’in durumu gibidir. Allah Âdem’i topraktan yarattı, sonra ona “ol” dedi ve o oluverdi.” [70]

3) Hz. Meryem’in Fazîleti

Allahü Teâlâ’nın üstün meziyetler verdiği ve meleklerine hizmet ettirdiği Hz. Meryem’in bir peygamber mi, yoksa Cenâb-ı Hakkın veli bir kulu mu olduğu konusu bilginler arasında tartışılmıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Erkeklerden kemâle erenler çoktur. Kadınlardan ise Meryem binti İmran ile Firavun’un karısı Âsiye’den başka kemâle eren yoktur. Kadınlar üzerine Âişe’nin üstünlüğü, tiridin diğer yiyeceklere üstünlüğü gibidir.”[71]

Bazı bilginler bu hadisi delil alarak Âsiye ile Meryem’in peygamber olduklarını söylemişlerdir. Çünkü insan nev’inin en kemâllileri önce peygamberler, sonra veliler, sıddîkler ve şehidlerdir. Ancak bu görüşe çoğunluk müctehitler karşı çıkmış, hadisteki “kemâl sahibi” ifadesinin; Âsiye ile Hz. Meryem’in kadınlar arasında bütün faziletlerin en üstün derecesine vardıkları anlamına geldiğini söylemişlerdir.

Kirmanî; “Kadınlardan peygamber gelmediği konusunda görüşbirliği (icma) naklolunmuştur” demiş, ancak İmam Eş’arî’nin (ö.260/873) kadınlardan altı peygamber geldiğini söylediği nakledilmiştir. Bunlar: Hz. Havva, Sâre, Hz. Mûsâ’nın annesi, Asiye, Hacer ve Meryem’dir.[72] el-Kurtubî (ö.671/1273) şöyle demiştir: “Sağlam görüşe göre Hz. Meryem peygamberdir. Çünkü Allahü Teâlâ ona melek aracılığı ile vahiy göndermiştir. Âsiye’ye gelince, onun peygamberliğine delâlet eden bir nakil yoktur.”[73]

Sonuç olarak kadınlardan peygamber gelip gelmediği konusunda görüş ayrılığı bulunmakla birlikte, çoğunluk bilginler gelmediği kanaatindedir. Bu duruma göre Hz. Meryem’in Yüce Allâh’ın “veli” bir kulu olduğunda şüphe yoktur. Kur’ân ve Sünnetin bu derece önem verdiği ve gerçek yönlerini ortaya koyduğu Hz. Meryem ve Hz. İsa’nın Hristiyanlarca yanlış algılanması ve özellikle Hz. İsa’nın “Allâh’ın oğlu” olarak nitelendirilmesi kiliselerin çözmesi gereken önemli bir problemdir. Nitekim Hristiyanların önemli bir bölümü “tevhid” inancına ulaşmakla birlikte, diğer bölümü günümüzde de “teslis (üçleme)” inancını korumaktadır. Bu üç ilâh; baba (Allah), oğul (Hz. İsa ve Rûhu’l-Kudüs’ten ibarettir. Hz. İsa’nın tebliğ ettiği din tevhide yani Allâh’ın birliği esasına dayandığı halde, Hristiyanların sonraki yorumları böyle bir kargaşaya yol açmıştır. Kur’ân-ı Kerîmde de belirtildiği gibi “Allâh’ın kelimesi” ve “Allâh’ın rûhu” ifadeleri onların yanılma noktasını teşkil etmiştir. Âyette şöyle buyurulur:

“Ey ehli kitap! Dininiz hususunda aşırı gitmeyin. Allâh’a karşı yalnız hakkı söyleyin. Meryemoğlu İsa Mesih, sadece Allâh’ın peygamberidir. Meryem’e ilkâ ettiği kelimesi ve O’ndan bir rûhtur. Allâh’a ve peygamberlerine îman edin. “Allah üçtür” demeyin. Bundan vazgeçin. Bu sizin için daha hayırlıdır. Allah ancak bir tek ilâhtır. O çocuk sahibi olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Vekil olarak Allah yeter.”[74]

Günümüz İncil nüshalarında Hz. Meryem’den şöyle söz edilir: Meryem’den Mesih diye tanınan İsa doğdu.” [75] “Tanrı, melek Cebrail’i Celile’de bulunan Nâsıra adlı kente, Davud’un soyundan Yûsuf adındaki kişi ile nişanlı kıza gönderdi, kızın adı Meryem idi. Onun yanına giren melek: “Selam sana, ey Tanrı’nın lütfuna eren kız! Rab seninledir.” dedi.[76] Bundan sonra meleğin, Hz. Meryem’le Kur’ân-ı Kerîm’dekine benzer şekilde konuşmaları yer alır.[77]

Burada, bir defasında yolumuz düşen Efes’te Meryem Ana’ya izafe edilen yeri ziyaretimizle ilgili bir hatıramızı nakletmek isteriz. Yüce Allâh’ın bu derece faziletinden söz ettiği Hz. Meryem’in ve bir peygamber olan Hz. İsa’nın elbette İslâm ümmetinin gönlünde ve kalbinde önemli bir yeri vardır. Mü’min olmanın şartları arasında Hz. İsa’ya peygamber olarak inanmak da vardır. Ziyaret sırasında Hristiyanlığı tanıtıcı bir broşür vermek için yanımıza gelen yaşlı ve tesettürlü bir rahibe hanıma Hz. Meryem ve Hz. İsa ile ilgili İslâm’ın getirdiği mesajı anlatmaya çalıştık. Bu arada Hz. Meryem’in bir peygamber olduğunu söyleyenler bile olmuş, ama en azından onun bir “evliya (azize)” olduğunda İslâm bilginleri arasında görüş birliği vardır.” sözlerimiz üzerine gözyaşlarını tutamayan rahibe, bu konuda birkaç kelime daha duyabilmek için, aracımızın yanına kadar gelmiş ve bizi yolcu etmişti. Demek ki, Hristiyanlık ve Yahudilik âleminde İslâmı tanıma noktasında önemli bir bilgilenme eksikliği vardır. Tarafsız bir yaklaşımla, İslâm’ı ve Kur’ân’ı inceledikleri zaman tevhid inancına kavuşacaklarında şüphe yoktur.

Hz. İsa kendisinin bir peygamber olduğunu söylemiş ve insanları hak dine çağırmıştır. Kur’ân’da onun insanlara şöyle seslendiği bildirilir:

“Ben size benden önce gönderilen Tevrat’ı tasdik etmek üzere ve daha önce size haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için (gönderildim). Size Rabbinizden açık bir mûcize getirdim. O halde, Allâh’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin! Şüphe yok ki Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O’na kulluk edin. İşte dosdoğru yol budur.”[78]

6 Hz. Zekeriya (a.s.) ve Hayırlı Zürriyet İçin Duası

Zekeriyya, İsa ve Yahya aynı dönemin peygamberleridir. Bunların soyları da Dâvud ve Yakub aleyhisselâm aracılığı ile Hz. İbrahim’e dayanır. Hz. İsa’ya İncil verildiği ve bağımsız bir din getirdiği için daha ünlü olmuştur.

Zekeriyya (a.s.)’ın karısı Işa, Hz. Meryem’in teyzesi idi. Bu yüzden, Mescid-i Aksa hizmetine adanan Meryem’in maişeti ile ilgilenme işi devrin peygamberi Zekeriyya (a.s.)’e verilmişti.

Zekeriyya (a.s.) Hz. Meryem’e Cenâb-ı Hakk’ın ve Meleklerin bazı ikramlarını görünce, herşeye gücü yeten yüce Allâh’ın dilerse kısır ve yaşlı olan eşine bir çocuk verebileceğini düşündü. Yüce Rabbinden şöyle istekte bulundu:

“Ey Rabbim! Kemiklerim zayıfladı, saçlarım ağardı. Sana yaptığım dua sayesinde daha önce hiç bedbaht olmadım. Doğrusu ben, arkamdan iş başına geçecek olan yakınlarımdan endişe ediyorum. Karım da kısırdır. Tarafından bana bir veli (oğul) ver. Ki, bana vâris olsun; Yakub hanedanına da varis olsun. Rabbim, onu rızana lâyık kıl.”[79]

Zekeriyya (a.s.)’ın duası kabul olundu ve melekler, mihrapta namaz kılmaya durduğu sırada Yahya adlı bir çocuğu müjdelediler. Üstelik bu çocuğun, toplumun efendisi, nefsine hâkim ve salih bir peygamber olacağını da bildirdiler.[80] Zekeriyya bu müjde karşısında şaşırdı ve şöyle dedi: “Rabbim! Karım kısır, ben de son derece yaşlı iken nasıl oğlum olabilir?” [81]

Rivayete göre çocuk müjdelendiği tarihte Hz. Zekeriyya yüz yirmi, eşi ise doksan sekiz yaşlarında idi. Başka bir rivayette, dua ile çocuğun müjdelendiği tarih arasında kırk yıl geçtiği belirtilmiştir.[82]

Zekeriyya müjde üzerine[83] bunu pekiştirecek bir belirti verilmesini istedi.[84] Allahu Teâlâ çocuğun doğacağının bir belirtisi olarak üç gün süreyle insanlarla işaretten başka bir şekilde konuşmamasını ve sabah-akşam Rabbini zikredip hamdetmesini bildirdi.[85]

Bu bir çeşit susma orucu olup, bazı bilginler, bunun; üç gün oruca niyet edip, bu süre içinde Allâh’ı zikir ve tesbih dışında bir söz söylememek ve zaruret halinde de, insanlarla işaret yoluyla anlaşmak şeklinde uygulanabileceğini söylemişlerdir.

Kimi bilginler, susma orucunun Hz. Peygamber’den nakledilen “Geceye kadar bir gün süreli susma yoktur.[86] hadisi ile neshedildiğini öne sürmüşse de, çoğunluk bunun neshedilmediği kanaatindedir.[87] Ancak “susma” kendi başına bir ibadet olmadığı için, bu konuda yapılacak bir adak da geçerli bulunmaz. Belki çok önemli bir sıkıntının aşılması için oruçla birlikte, sürekli olarak ibâdet, taat, tesbih ve zikir halinde Yüce Allâh’ın yardımı istenir. O, dilediği kimselere ve dilediği zaman yardım eder.

7. Duânın Aile Fertleri Üzerindeki Etkisi

Dua, mü’minin Rabbi ile irtibat kurma halidir. Kul istekte bulunur, Rabbi uygun bulursa o anda veya sonraki bir tarihte cevap verir, kimi zaman da cevap âhirete kalır. Doğrudan âhirete yönelik olan duaların sonucu da âhirette görülür.

Kur’ân-ı Kerîm’de aile fertlerinin birbirine yaptıkları dualara ait çeşitli örnekler bulunur. Burada bir kaç tanesini vereceğiz. Geçmiş günahlarına tevbe ederek, yeni bir îman ve azimle Allah yoluna yönelenlerin şu şekilde dua edebilecekleri belirtilir:

“Onlar: Ey Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine önder kıl! derler.” [88]

İbrahim (a.s.), Hz. Hacer’i ve İsmail’i, o devirde kimsenin yaşamadığı ıssız bir yer olan Hicaz’da bırakırken şu duayı yapmıştı:

“Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir bölümünü senin Beyt-i Haram’ının yanında, tarım yapılmayan bir vadiye yerleştirdim. İnsanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve meyvelerden bunlara rızık ver, umulur ki nimetlere şükrederler.”[89]

“Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı sürekli kılanlardan eyle, ey Rabbimiz! Duamı kabul et. Ey Rabbimiz! Hesap olunacağı gün beni, ana - babamı ve mü’minleri bağışla.” [90] İbrahim’in (a.s.) başka bir duası da şöyledir:

“Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar. Bize ibadet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et. Şüphesiz ki, sen tevbeleri çok kabul eden, çok merhametli olansın!” [91]

Lokman (a.s.)’ın oğluna yaptığı öğütler de mürşid ve eğitimciler için her devirde önemini koruyan, altın değerinde öğütlerdir. Kendi adını taşıyan sûrede açıklanan bu öğütlerden bazıları şunlardır:

“Bir zamanlar Lokman (a.s.) oğluna öğüt vererek şöyle demişti: Yavrucuğum! Allâh’a ortak koşma! Doğrusu şirk büyük bir zulümdür.”[92]

“Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük), bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa yine de Allah onu (senin karşına) çıkarır. Doğrusu Allah, en ince işleri görüp bilmektedir ve herşeyden haberdardır. Yavrucuğum! Namaz kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeğe çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar azmedilmeye değer işlerdir. Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez. Yürüyüşünde tabii ol, sesini alçalt. Unutma ki seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” [93]

Ancak hak dinden yüz çeviren ya da ilâhî mesaja kalbi kapalı bulunan kişi için yapılacak duanın da bir yararı olmayabilir. Nitekim birtakım peygamberlerin en yakınları için bazı duaların geri çevrildiği Kur’ân’da bildirilmektedir. Nûh (a.s.)’ın oğlu ve Lût (a.s.)’ın eşi için yaptıkları dualar buna örnek verilebilir. Hz. Nûh’un oğlu için; “Ey Nûh! O, senin ailenden değildir, çünkü kötü bir iş işlemiştir. Öyleyse hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme!”[94] buyurulmuş ve oğlu yükselen sularda boğulmuştur. Hz. Lût’un eşi de, eşcinsellerle mücadelesinde kocasına yardımcı olmamış ve Lût (a.s.) îman edenlerle birlikte kasabayı terk ederken o geride kalmış ve Sedom halkı ile birlikte helâk olmuştur.[95]

Hz. Peygamber (s.a.v.) çok sevdiği ve iyiliklerini gördüğü Amcası Ebû Talîb’in İslâm’a girmesini arzu etmiş ve onun ölümüne yaklaştığı bir sırada “şehadet kelimesini” söylemesini, böylece kıyamet günü yardım etmesinin mümkün olabileceğini bildirmişse de, Ebû Talîb; “Kureyş kadınları; ölümden korktu da Ebû Talîb îman etti” diye, alay ederler korkusu ile bu teklifi de reddetmişti. Bunun üzerine şu âyet inmiştir:

(Rasûlüm!): Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Bunun aksine, Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi o bilir.”[96]

Sonuç olarak mü’min, aile fertlerinin iffet, salâh ve fazilet sahibi olmaları için gerekli eğitim, terbiye ve irşad yollarına başvurma yanında, sonucu Yüce Allah’tan istemelidir. Çünkü kişi önce kendisini, sonra aile fertlerini cehennem ateşinden korumakla yükümlüdür.[97] Nitekim Enes b. Mâlik’i (ö.91/717) annesi Hz. Peygamber’in hizmetine verirken, dua etmesini istemiş ve Allah elçisi şöyle dua etmiştir: “Allahım! Enes’in malını çoğalt, ona çok çocuk ihsan et ve vereceğin şeyleri ona mübarek kıl.”[98]

Dipnotlar:

[1] bk. Enbiyâ, 21/69, 70. [2] Buhârî, Buyû, 100, Enbiyâ, 8, Hibe, 36. [3] bk. Ankebût, 29/69. [4] İbnü’l-Esîr, el-Kâmîl fî’t-Târîh, Beyrut 1965,1,101 vd; K. Miras, Tecrîd-i Sarîh Terc. ve Şerhi, 7. baskı, Ankara 1984, VI, 14, 15. [5] İbrahim, 14/35, 36. [6] İbrahim, 14/37. [7] Kasas, 28/57. [8] Buhârî, Enbiyâ, 9; Miras, age, VI, 15. [9] Hâkim, el-Müstedrek, II, 556; Hûd, 11/71. [10] Hûd, 11/69-73. [11] bk. Zâriyât, 51/25-30. [12] Kurtubî, el-Câmi’, 1. baskı, Beyrut 1408/1988, IX, 45. [13] bk. Kurtubî, age, IX, 45. [14] bk. Buhârî, Eşribe, 7, Nikâh, 71, 78, Eymân, 21, İbn Mâce, Nikâh, 24; Ahmed b. Hanbel, III, 498. [15] Kurtubî, age IX, 46. [16] Nûr, 24/30, 31. [17] Nûr, 24/28. [18] Yûsuf, 12/23. [19] Yûsuf, 12/24. [20] Yûsuf, 12/33, 34. [21] Yûsuf, 12/43-56. [22] Yûsuf, 12/47-49 Feridun Ergin, İktisat, İstanbul 1964, s. 569; Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslâmî Yaklaşımlar, İstanbul 1988, s. 37; Delilleriyle Ticaret ve İktisat İlmihali, İst. 1993, s. 369. [23] bk. Kurtubî, el-Câmi’, IX, 143; Alûsî, Rûhu’l-Meânî, XII, 5,6; Elmalılı, age, V, 59-61 Taberî, Tarih, Beyrut t.y., I, 337. [24] bk. Kasas, 28/9; Tahrîm, 66/11. [25] bk. Buhârî, Enbiyâ, 32, 46. [26] Taberî, Târih, I, 386; Sa’lebî, Arâisü’l-Mecâlis, Kahire 1301, s. 127, 128. [27] Kurtubî, age, XVIII, 132. [28] Kasas, 28/4. [29] Kasas, 28/9. [30] bk. Kasas, 28/10-13. [31] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, I, 184, 185. [32] Taberi, Tefsir, XXVIII,, 110; Aynî, Umdetü’l-Kârî, Kahire 1392/1972, XIII, 47. [33] Tahrîm, 66/11. [34] bk. Kurtubî, age, XVIII, 132; Elmalılı, age, VIII 168, 169. [35] Buhârî, Enbiyâ, 32, 46; bk. Miras, Tecrîd-sarih Terc., IX, 148 vd; A. Davudoğlu, Sahîh-i Müslim, Terc. X, 285 vd. [36] bk. Kurtubî, XVIII, 132. [37] Neml, 27/16. [38] Neml, 27/17. [39] Sebe’, 34/12; Enbiyâ, 21/81. [40] Neml, 27/23, 24. [41] Neml, 27/27-31. [42] Neml, 27/32- 35. [43] Neml, 27/35-40. [44] Alûsî, Rûhu’l-Meânî, X, 203. [45] Kurtubî, age, XIII, 136; Süyûti, ed-Dürrû’l-Mensûr, VI, 360; Elmalılı, age, VI, 142, 143. [46] bk. Tirmizî, Deavât, 64; İbn Mâce, Duâ, 9; Dârimî, Fadâilü’l-Kur’ân, 14, 15; A. b. Hanbel, VI, 461; Kurtubî, age XIII, 136. [47] Fahru’r-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, XXIV, 197, 198; Kurtubî, age, XIII, 136; Elmalılı, age, VI, 143. [48] Neml, 27/44; bk. Kurtubî, age, XIII, 138, 139. [49] Elmalılı, age, VI, 146. [50] bk. Tevrat, II. Tarihler, IX, 1-12; İncil, Matta, XII, 42, Luka, XI, 31. [51] bk. Osman Cilacı, «Hz. Süleyman» mad. Şamil İslâm Ansik. İst. 1992. [52] Tahrîm, 66/12. [53] Enbiyâ, 21/91. [54] Âl-i İmrân, 3/42. [55] İbnü’l-Esir, el-Kâmil, Beyrut 1979,1, 298. [56] Âl-i İmrân, 3/5. [57] bk. Âl-i İmrân, 3/36, 37; İbnü’l-Esîr, age, I, 299. [58] Âl-i İmrân, 3/37. [59] Âl-i İmrân, 3/45, 46. [60] Âl-i İmrân, 3/47. [61] bk. Meryem, 19/16. [62] Meryem, 19/18. [63] Meryem, 19/19. [64] Meryem, 19/20. [65] Meryem, 19/21. [66] İbn Kesîr, Tefsîr, İst. 1985, V, 216. [67] bk. Meryem, 19/24-28. [68] Meryem, 19/26. [69] Meryem, 19/30-33. [70] Âl-i İmrân, 3/59. [71] bk. Buhârî, Enbiyâ, 32, 46, Fazâilu Ashâbî’n-Nebî, 30. At’ime, 25; Müslim, Fazâilu’s-Sahâbe, 70; Tirmizî, At’ime, 31; İbn Mâce, At’ime, 14; Ahmed b. Hanbel, IV, 394, 409. [72] Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terc. ve Şerhi, İstanbul 1979, X, 286. [73] Kurtubî, age IV, 53, 54; Davudoğlu, age, X 286. [74] bk. Nisâ, 4/171. [75] Matta, I/16. [76] Luka, I/26-28. [77] bk. Luka, I/29-38. [78] Âl-i İmrân, 3/50. Teslis inancını reddeden âyetler için bk. Mâide, 5/17, 72, 73. [79] Meryem, 19/4, 5, 6; bk. Âl-i İmrân, 3/38; Enbiyâ, 21/89. [80] Âl-i İmrân, 3/39; bk. Meryem, 19/7. [81] Meryem, 19/8. [82] Kurtubî, age, IV, 51. [83] bk. Meryem, 19/9; Enbiyâ, 21/90. [84] Meryem, 19/10. [85] Âl-i İmrân, 3/41. [86] Kurtubî, age IV, 53. [87] Kurtubî, age, IV, 51. [88] Furkan, 25/74. [89] İbrahim, 14/37. [90] İbrahim, 14/40, 41.. [91] Bakara, 2/128. [92] Lokman, 31/13. [93] Lokman, 31/16-19. [94] Hûd, 11/46, bk. 42, 43 ve 45. âyetler. [95] bk. Şuarâ, 25/169; Hicr, 15/58-60; Hûd, 11/81; Neml, 27/57-59; Ahmet Özgen, «Lût» mad. Ş.İ.A. İst. 1991, IV, 31. [96] Kasas, 28/56. [97] bk. Tahrîm, 66/6. [98] Kurtubî, age IV 47.

Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle Aile İlmihali, Erkam Yayınları