İslami Hayat Tarzı Nasıl Olmalıdır?

HAYATIMIZ

İslâmî hayat tarzı var mıdır? Müslümanın hayat tarzı nasıl olmalıdır? Hz. Peygamber (s.a.v.) nasıl bir hayat yaşamıştır? Aydın Başar yazdı.

Zühd yani dünya ile aramıza mesafe koyma düşüncesi bizlere peygamberlerden kalan nebevi bir mirastır.

İSLAMÎ HAYAT TARZI

Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem; “Dünya ile benim ne alakam var. Ben, bir ağaç altında gölgelenip sonra da orayı terk edip yoluna devam eden bir yolcu gibiyim.” (Tirmizi, Zühd 44; İbn Mace, Zühd 3) buyurarak bu konudaki nebevi duruşu ortaya koymuştur. Dolayısıyla zühd Müslümanların hayat tarzıdır.  

İki Cihan Güneşi Sevgili Peygamberimiz mütevazı bir hayat yaşamış ve insanlara da böyle yaşamalarını önermiştir. Abdullah bin Ömer radıyallahu anh’ın şahsında biz Müslümanlara şu tavsiyede bulunmuştur: “Ey Abdullah! Dünyada garip veya yolcu gibi yaşa. Kendini kabir ehlinden say. (Öleceğini bil ve bunun farkında ol) (İbni Mace, Sünen, Zühd, 3, Had no: 4114, c.II, s 1378)

Harcamalara Dikkat

Modern hayatın alışkanlıklarına kendini kaptırmış insanlar olarak zühde dair bu öğüt ve tavsiyeleri kendi hayatımızla irtibatlandırmakta güçlük çekiyoruz. Hadis-i şeriflerden dünyada bir yolcu gibi olmaya ve sade hayata dair nasihatleri okuyoruz ama harcamalarımıza baktığımızda söz ve eylem birlikteliğini yakalayamadığımız için çelişkiye düşüyoruz.

Kapitalist dünya bizi bir gün ay çiçek yağı bitecek diye kandırıyor, ertesi gün tahıl sevkiyatı yok un bulamayacaksınız diye aldatıyor. Bir diğer gün şeker kalmayacak diye inandırıyor. Bu algı yüzünden insanımız ihtiyacından fazlasını tüketmeye alışıyor ve alıştırılıyor. Hele ki bir de sanal alışverişin cazibesi buna eklenince ipin ucu iyiden iyiye kaçıyor. Neticede Allah Teâlâ’nın hiç sevmediği israf günahına düşülüyor.  

Kendimize çeki düzen verme noktasında Ashab-ı Kiram’ın şu yaklaşımı gayet ibretli ve ders niteliğindedir. Bir gün Selman-ı Farisi radıyallahu anh'a niçin ağladığı sorulduğunda şu cevabı veriyor: “Rasûlullah bir gün bizden bir yolcunun istirahat mahallinde ihtiyaçlarını tükettiği gibi harcama yapmamız konusunda söz almıştı. Galiba ben biraz bu söze karşı haddimi aştım.” (Abdurrezzak, Musannef, Hadis No:20632, c. XI, s 313)

Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere burada mesele zenginlik ya da fakirlik değildir. Zengin olsun fakir olsun yüreği Kur’an ve Sünnet’e bağlı olan herkes tüketim çılgınlığı denilen hastalığa karşı dikkatli olmalı ve harcamalarına çeki düzen vermelidir. Bilhassa eski eşyalar iyice ömrünü tamamlamadan değiştirilmemeli, bir şekilde onları yeniden değerlendirmenin yolları araştırılmalıdır.

İslam ve Zenginlik

Burada şunu vurgulamakta fayda vardır ki zühd insanın dünyevi nimetlere sahip olmaması demek değil, dünyevi nimetleri kalbine koymaması demektir. İlk sufilerden Muhasibi Kitâbü’l Mesâʾil fi’z Zühd ve Kitâbü’l Mekâsib’de malın kendisinin değil kalpteki mal sevgisinin insan için tehlikeli sayılacağını söylemiş, bu hataya düşülmemesi şartıyla mal sahibi olmakta bir sakınca görmemiştir. (İslam Ansiklopedisi, Muhâsibî Md.)

Kendilerine “kapitalist Müslümanlar” adını veren bazı kimseler, hepimizin karşı çıktığı kapitalizme karşı olmakla kalmayıp İslam’ı zenginliğe de karşıymış gibi göstermeye çalışıyorlar. Böylece zengin Müslümanlara karşı toplumda bir nefret oluşmasına sebebiyet veriyorlar. Oysaki İslam dininin zenginliğe karşı olduğu iddiası tamamen mesnetsiz bir iddiadır.

İslam’ın ilk yıllarına baktığımız zaman Müslümanların birçok sorununun zengin Müslümanların gayretiyle çözüldüğü görülmektedir. Hazreti Osman radıyallahu anh’ın Rume kuyusunu satın alarak Müslümanların hizmetine sunması bu hizmetlerden biridir. Yine savaşlarda silah ve zırh gibi ihtiyaçları karşılama noktasında zengin Müslümanların katkıları azımsanamayacak kadar çoktur.   

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi “Meseleler Hakkında Cevaplar” adlı kitabındaki “Emek ve Sermaye” başlıklı yazısında Müslümanların zenginliğe bakışını birçok farklı yönden ele almış ve İslam’ın zenginliğe karşı olmadığını net bir şekilde ortaya koymuştur. Mustafa Sabri Efendi yazısının giriş kısmında şöyle bir açıklama yapıyor:

“Bazılarımızda, eskiden kalma ve son zamanlarda umûmiyetle İslâm Dinine isnad olunan bazı yanlış fikirler vardır; ‘Fâni Dünya için çalışmaya ne lüzum var? Ahiretim mâmur olsun da, üç günlük dünyayı nasıl olsa geçiririm. Cenab-ı Hak rızkımı tekeffül etmiştir. Allah’ın kefâletine emniyetim tam değil mi ki; mâişet uğrunda bu kadar yorgunluğa lüzum göreyim? Bundan Allah’a tevekkülsüzlük çıkar’ derler ve bu sözleri bir sofuluk ve dindarlık olmak üzere sarf ederler.

Hâlbuki bu gibi fikirler dine, İslâmiyet’e leke sürdürür. ‘Bir din ki, mensûbunun tembellikle, işsizlikle fakr u sefâlet içinde kalmasını ve bunun neticesi olarak sâir milletlerin kuvvet ve satvetleri altında ezilmesini icab ettirir, o din nasıl doğru ve makûl bir din olabilir?’ dedirtir. Aziz ve mukaddes bildiğimiz dinimiz bizi düşmanlarımızın ayakları altına atıyormuş. Dünya’da yaşamayı değil, sürünmemizi istiyormuş! Hiç böyle şey olur mu? Bunlar dine iftiradır.” (Sayfa, 95-100)

Mala Aşırı Düşkünlük

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem fakirlikten Allah’a sığınmış ve ümmetini, asıl problem olarak gördüğü kalplerdeki “vehn” adı verilen bir çeşit zayıflığa karşı uyarmıştır. Efendimiz “vehn”i şöyle tarif etmiştir: “Hayata/ dünyalığa olan aşırı tutkunuz ve ölümden (Allah’a kavuşmaktan) hoşlanmamanızdır.” (Ahmed, Müsned, c.V, s.278)

Hadis-i şeriften de anlaşılacağı üzere insandaki birçok manevi hasarın sebebi dünyalıklara karşı olan aşırı düşkünlüktür. Dini meseleleri kavrayamamanın ve isabetsiz düşünmenin nedenlerinden birisi de bu olsa gerektir. Nitekim sufilerden Ahmed bin Ebu’l Havârî bu konuda şöyle söyler: “Dünyaya arzulu ve istekli bakanın kalbinden Yüce Allah yakîn nurunu ve zühdü çıkarır.” (Beyhakî, Kitabu’z Zühd, Tercüme: Enbiya Yıldırım, Semerkand Yayınları, İstanbul 2005, s.130-134)

Dünyaya aşırı bağlanmanın insanı Mevla’dan uzaklaştıracağını düşünen sufiler her şeyin kendilerine ait değil birer emanet olduğu görüşündedirler. Bu nedenle nefse hoş gelen mal mülk sevgisini dizginlemek gerektiğini düşünürler. Bunun da ancak insanın sahip olduğunu sandığı mülkünün aslında ne kadar da değersiz olduğunu anlamasıyla mümkün olabileceğini söylerler. İnsanların bunu fark etmesini istedikleri için de nasihatlerde bulunurlar.

Bu konuca İbn Semmak'ın Harun Reşid ile olan bir menkıbesi anlatılmaktadır. Harun Reşid içmek üzere bir bardak su almıştır. İbn Semmak o suya işaret ederek şöyle der: "Ey mü’minlerin emiri! Şayet bu suyu içmekten men edilirsen, bir bardak suyu ne ile alırsın?” Harun Reşid: "Bütün mülkümle' diye cevap verir. İbn Semmak: "Peki bu suyun vücudundan çıkması engellenirse, bunun çıkması için ne kadar verirdiniz?" deyince, Halife yine "Tüm mülkümü" diye cevap verir. Bunun üzerine İbn Semmak şöyle der: “Ey mü’minlerin emiri! Bir içim suya veya bir su dökümüne müsavi olmayan mülküne mi gıpta ediliyor?” (İbn Hazm, Nefislerin Tedavisi, Tercüme: Selahaddin Kip, s.64)

Sufiler gerek menkıbeleriyle, gerek sözleriyle, gerekse şiirleriyle insanları hep bu yönde düşünmeye sevk etmişler ve yalancı dünyanın gelip geçici zevklerine karşı da uyanık olmaya davet etmişlerdir. Bu anlamda ölümü akıllarından çıkarmamışlar ve ölüm tefekkürü yaparak dünyanın faniliğini idrak etmeye çalışmışlardır. Bunun bir misali olarak Yunus Emre Hazretleri şöyle nasihat etmiştir:

Dünyanın mekrine gönlünü verme

Sen de kurtulmazsın mevtin elinden

Ben filanım deyü göğsünü germe

Sen de kurtulmazsın mevtin elinden

***

Nemrud İbrahim’le çok cenk eyledi

Semaya çıkmaya hem kasdeyledi

Son- ucu bir sinek helak eyledi

Sen de kurtulmazsın mevtin elinden

Kaynak: Aydın Başar, Altınoluk Dergisi, Sayı: 455