İslam'ı Nasıl Anlatalım: Yedir, Güldür, Sevdir

İbadet Hayatımız

“İnanmıyorlar diye neredeyse kendini helâk edeceksin” hitabına mazhar bir Peygamberin ümmetiyiz biz. İsteriz ki herkes inansın. İnansın ve inancın lezzeti ile mamur olsun. O yüzden tıpkı Peygamberimiz gibi biz de bu işin derdine düşer, yollar, vesileler ararız.

Aslında biliriz ki insan sayısı kadar yol vardır, çünkü her bir insandan Hak’ka bir yol varır. Ama herkesi kendi özel yolu ile buluşturacak ortak bir usul de yok mudur? Vardır şüphesiz. Biz o usulün şu üç organımızı; kalp, mide ve beynimizi doyurmak olduğuna inandık. İkram ederek midesine, tebessüm ettirerek beynine ve sevdirerek kalbine hitap ettiğimiz herkesle bir şekilde yolumuz buluşur, buna kani olduk. O yüzden dinimizi nasıl anlatalım, ne yapalım da yakınlarımızı kutlu çağrı ile buluşturalım diyenlere cevabımız nettir: Yedir, güldür, sevdir...

Günümüz meslekleri içinde reklam ve pazarlamacılık sektörünün ehemmiyetini kimse inkar edemez. Ne demişler eskiler: “Müşterisiz metâ’ zâyîdir!” Bu kısa mottonun bir de inkârı mümkün olmayan birinci bölümü var: “Mârifet iltifâta tâbîdir.” İltifat yoksa mârifetten yana avcunu yalarsınız demektir. Kıyasıya bir alış verişin yaşandığı şu dünya pazarında, Cenâb-ı Hakk’ın ezelden sermaye olarak takdîr buyurduğu hidayet sermayesiyle, hak ve hakikat bezirganlığı yapmıyor muyuz?

Peki tok satıcı olmaya hakkımız var mı? Zayi ettiğimiz sermayenin hesabını sormazlar mı?

“Ey Ali! Bir kimsenin senin vasıtanla hidayete ermesi, senin için en kıymetli dünya nîmeti olan kızıl develere sâhip olmandan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Cihâd, 143.)

Böyle bir kazanç karşılığında sadece küçük bir şey istiyoruz: O asık suratınızı feda ediverin… Ciddiyet ve vakarınızı demiyoruz. Mahkeme duvarı silüetli, ağlamaya müheyyâ, “aman benden uzak durun…” diyen o edâyı, fedâ ediverseniz… Gülümseyip gülümsetiverseniz… Hem gelip geçici olan bu dünyada hem de ukbada insanlara ebediyyen ferahlık bahşediverseniz azıcık…

Mizah İle İzah

Pazarlamacılıkla ilgili etkisi kanıtlanmış bazı teknikler vardır.

İhtiyacı basit ve doğrudan bir dille anlatabilmek…

Karşınızdaki insana son derece faydalı bir ürün sattığınıza inandırabilmek…

Satıcının özgüveni…

Bunlardan biri de ne biliyor musunuz?

Espiri gücü! Bir başkasını bir düşünce veya hareket doğrultusunda iknâ etmeye çabalıyorsanız, onu güldürebiliyor olmanız, elinizi güçlendiriyor… Onu gülümsetebildiğinizde yapacağı itirazları zayıflatmış oluyorsunuz?

Şakacı Rasûl

Peygamber Efendimiz insanlara anlatılırken onu hep mahzun, hüzünlü, daima gözü yaşlı çehresiyle tanıtıldığını görürsünüz… Zannedersiniz ki Allah Resûlü ömründe hiç gülmemiş, olsa olsa bir iki kere tebessüm etmiştir. Şaka yaptığını anlatsalar “uydurmadır o rivayet!” diye bir tepki gelişmiştir neredeyse. Ama Peygamber Efendimiz’in hem gülüp hem de güldürdüğünü anlatan bu hadis uydurma değildir. Enes bin Mâlik (r.a.) şu misâli nakleder:

Çöl halkından Zâhir isminde bir sahâbî vardı. Bu zât Allah Rasûlü’ne her gelişinde çölde yetişen mahsullerden hediyeler takdim ederdi. Döneceği zaman da Peygamber Efendimiz, ihtiyacı olan şeylerle onun heybesini doldururdu. Zâhir, görünüş itibârıyla fazla güzel değildi. Fakat Rasûlullah (s.a.v.) onu çok severdi.

Zâhir birgün elindekileri satmakla uğraşırken Efendimiz (s.a.v.) onu arkasından kucaklayıp, mübârek elleriyle gözlerini kapattı. Zâhir ise:

–Kimsin sen? Bırak beni! diyerek kurtulmaya çalıştı. Gözlerini kapayanın Rasûlullah olduğunu anlayınca rahatladı ve sırtını Fahr-i Kâinât Efendimiz’in mübârek göğsüne iyice dayadı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.):

–Bu köle satılıktır, almak isteyen var mı? diye seslendi.

Zâhir, boynu bükük ve mahzun bir edâ ile:

–Yâ Rasûlallah! Benim gibi değersiz bir köleye, vallâhi kuruş veren olmaz, dedi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz ise:

–Hayır yâ Zâhir! Sen Allah katında son derece kıymetli ve pahalısın! buyurdu. (Ahmed, III, 161)

Fetvası Hazır!

Peygamberimizin duâlarından biri de şöyledir: “Allah’ım keder ve üzüntüden sana sığınırım” (Buhari, cihad:74) Ashâb-ı kirâm arasında mizah ve nükteleriyle de gayet iyibilinen Hz. Ali der ki: “Zaman zaman gönülleri dinlendirin, çünkü gönül zorlanırsa körleşir.”

O hâlde mizahın farzı üçtür:

1) Miktâr-ı kifâyet. (Hayata tad katacak kadar)

2) Alay ve ihtihzâdan tahâret. (Hucurat, 11)

3) Mizahı yalandan sıyânet: “Etrafındakiler gülsün diye konuşup da yalan söyleyene yazıklar olsun!” (Tirmizi, Zühd: 10, Ebu Davud, Edeb: 80)

Saint Joseph’ten İstek Var!

Fransız Lisesi öğrencisi bir kardeşim diyor ki:

- Bazı hoca efendiler çok yetersiz değil mi ama abi ya! Bak bizim lisede bir papaz var; adam İngilizce, Fransızca, Arapça, İspanyolca ve İbranice biliyor ve de bülbül gibi konuşuyor… Bir de tavırları öylesine içten ve candan ki…

Kardeşime diyemedim ki: “Bırak ana dili gibi beş lisan bilmeyi; yahu gülümseyerek tatlı tatlı konuşmayı bilsinler yeter be ya hu… Espri yapabilsin vallahi razıyım!”

Diyanete Çağrı!

Cem Yılmaz’ın “CM101MMXI Fundamentals” adlı gösterisi vizyona girişinin ilk üç gününde 500 bin kişi, üçüncü haftasında ise 2 milyon 711 bin 118 kişi tarafından izlenirse…

Şahan Gökbakar, Recep İvedik-1 ile 4 milyon 301 bin 693 kişiye, Recep İvedik-2 ile 4 milyon 333 bin 144 seyirciye ulaşabiliyorsa…

Ata Demirer Eyyvah Eyvah 2 ile, 3 milyon 947 bin 988 kişi tarafından seyrediliyorsa…

Ve bu insanların internette paylaşılan videolarının kaç milyon insan tarafından izlendiğinin hesabını tutamıyorsak…

Bari bir fıkra da biz anlatalım efendim, ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılsın:

Trabzon müftülüğüne bağlı imamlarla, Rize müftülüğüne bağlı imamlar arasında yıllardır devam eden bir halı saha turnuvası varmış. Ne hikmetse, Rizeli imamlar her maçı firesiz kazanırlarmış. Trabzonun takım kaptanı Temel Hoca demiş ki;

- Ula uşaklar ha pu boyle citmez hee! Pizim Trabzonsporlu Hami’yi takıma alalum. Diyelım çi “Ha bu bizum merçez caminin yeni hocasidur.”

Diğerleri de bu parlak fikri sevinçle kabul etmişler…

Bu sefer kazanacaklarına dair iman ederek öylesine oynamışlar ki maçı... Fakat sonuç yine mağlubiyet… Trabzon’a dönünce millet Temel Hoca’ya merakla sormuş:

- Maç ne oldi hoca?

- Ula 4-1 yenilduk yine…

- Peçi golleri çim atti daa?

- Bizum goli Hami Hoca atti… Olarin golleri da Del Pierro Hoca ile Roberto Carlos Hoca atti..

Ha buradan diyanet yetkililerune sesleniirum hee: Ula, Allahınızı seversenuz gol atacak hoca bulun daa! Daha olmadı bir hafta kürsüye Cem Hoca çiksun! Bir hafta Şahan Hoca… Ata Hoca var, Mevlânâ’dan gazel okuyan Yılmaz Erdoğan Hoca var…

Cem Yılmaz dediğin adam haftalarca çalışıp Borusan Flarmoni Orkestrası’na bir kereliğine de olsa şeflik yaptı ya hu! Bir Cuma vaazı için kürsüye çıkacak olsa, ne kadar hazırlanması gerekir?

Bir kereliğine olsun deneseniz şu işi ne olur ki! Hem onlar sevaba girsin hem de Ümmet-i Muhammed şenlensin… Benden söylemesi; Salı günü “Cuma namazı provası” yapın… Vallahi Sultanahmet dolar da taşar… Olmaz mı?

Olmaz Diyenin Gözüne Girsin!

Peygamber Efendimizin dört müezzininden biri olan Ebû Mahzûre anlatıyor:

Huneyn savaşından dönülüyordu. Ben, Mekkeli on gençle birlikteydim. Rasulullah’ın müezzini namaz için ezan okuyordu. Bir köşeye çekilip alay ederek müezzinin söylediklerini tekrar etmeye başladık. Allah Rasulü bizi duymasın mı? Ezan bittikten sonra:

- Şunların içinde güzel/gür sesli biri var… diye gönderdiği adamlar bizi huzuruna götürdüler.

Allah Rasulü sordu: “Sesi gür olanınız hanginiz?”

Arkadaşlarım beni gösterdiler. Peygamber Efendimiz bana dedi ki: “Haydi bir ezan oku!”

Rasulullah’tan ve bana emrettiği işten son derece nefret ettiğim hâlde, çaresiz kaldım. Bizzat kendisi bana ezanın okunuşunu öğretti. Ben ezanı bitirdiğim zaman içinde bir miktar gümüş para bulunan bir kese verdi. Daha sonra alnımı, göğsümü sıvazladı ve “Mübarek olsun!” buyurdu.

Ben dedim ki: “Ya Rasulallah, Mekke’de ezan okumama müsaade et…”

“Müsaade ettim…” buyurdu.

İşte o anda, Allah Resûlüne karşı duyduğum kin ve nefretten bende eser kalmamış, gönlüm ona karşı sevgi ile dolup taşmıştı. Rasulullah’ın emriyle Mekke’de müezzinlik yaptım. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3:409; Nesâî, Ezan: 5; İbn Mâce, Ezan: 2)

Bir Teselli Ver!

Şeyh Sâdî Şîrâzî Hazretleri’nin şu sözleriyle bahsimizi bitirelim:

Meydana çıkınca anlaşılır, er mi yaman bey mi yaman.

Meydana çıkmayanlar/çıkamayanlar, yenilen yiğitleri ayıplar.

Kışın soğuğunu, yazın güneşini görmemiştir/yaşamamıştır, lâkin kıştan, yazdan haber verir.

Sustuğu için adam zannedilenler, durduğu için güçlü gözükenler; konuşup kaybedenlerden; gayret gösterip acze düşenlerden üstün görünür.

İki İmam Hatırlarım

Zihnime kazınmış iki imam efendi vardır. Biri cami bahçesinde oyun ve haylazlık peşinde koşuştururken yere düştüğümde elimden tutup kaldırdığıyla kaldı hatırımda. Salya sümük ağlarken ben, caminin şadırvanında elimi yüzümü yıkadı…

Diğeri de, İmam Hatip de Kur’an hocamın zoruyla mukabeleye giderken, camide kemâl-i edeple gürültü yaptığımız için bizi azarlayan ve ertesi gün gitmeye tırstığım imam efendi hazretleridir.

Geçenlerde camide arkadaşlarıyla top oynarken düşüp ağlayan bir çocuk gördüm… Eşşek gibi zarıl zarıl ağlıyordu. Bu sahne tanıdık mı geldi ne!? Ayağını tutmuş kıvranan çocuğun yanına gittim; sebebini bilmiyorum belki de bir reflekstir…

“Ayağının acısını geçirecek bir şey yapayım mı? İster misin?” dedim.

Ağlamaklı bir sesle sordu: “Ne yapacaksın ki?”

“Öbür ayağına sıkı bir tekme de ben atacağım…”

Çocuk bir yandan gülerken öbür yandan ağlamaya çalışarak dedi ki:

“Yaaa abi git Allah’ını seversen yaaa!”

“Bak bir vurayım… Öyle acıyacak ki! Göreceksin bu ayağının acısını hissetmeyeceksin.”

Bu sefer ağlayamadı… Sadece gülmemeye çalışıyor; ama bir türlü muvaffak olamıyordu…

Bu sefer tekrar sordum: “Acısı geçti mi?”

“Geçti…” dedi…

Ben de geçtim gittim…

Erzurum’un Tatlı Hocası

Daha ne diyelim? Gelin hulûs-i kalb ile bir duâ edelim…

Rabbim minber ve kürsülerimizi Erzurumlu Nâim Hoca ve emsallerinden mahrum eylemesin… Yevmen fe yevmen sayılarını müzdâd eylesin, amin.

Bir iki nüktesiyle burayı tatlandırıp, bir fatiha-yı şerife ile de hocamızın ruhunu şâd edelim:

Erzurum Spor için ligin son haftası son derece tehlikelidir. O haftanın maçında yenilirse küme düşecek, berabere kalır ya da yenerse ligde kalacaktır. Cemaat yana yakıla hocadan dua etmesini isterler: “Hocam Allah’ın seversen bi dua et de takım yensin… Heç degilse berabere galsın.

Hoca da dua eder. Maçın 90 dakikası berabere biter; ama Erzurum Spor uzatmalarda bir gol yer ve küme düşer. Taraftarlardan bazısı öfkeli bazısı gücenik çıkışırlar: “Hocam, ne biçim dua ettin?”

Naim Hoca şaşkınlık içinde cevap verir: “Ula uşah ben 90 dekke için dua ettim. Ne bülim devamsız uzadacah!”

Hoca bir cuma günü, heyecanlı bir vaaz vermektedir. Günah ve sevap konusunu anlatmaktadır. İnsanın günahı da, sevabı da bu dünyada kazandığı bahsinde şöyle bir örnek verir:

- Bahın gözüm cemaat ! Günahnan sevap neye benzer bilir misiz? Hani yeni çıhmış bir maçine var ya, pangalara goymuşlar… Bele gidir içinden para çekirsen.

Cemaatten biri söze karışır:

- Hocam onun adına bankamatik derler.

Naim Hoca anlatmaya devam eder:

- Temam, işte! O matik var ya, ona gidir bir gart sohirsen… Sonra bir gaç numara yazirsen. Eğer daha önce para yatırmışsan maçine hemen istediğin parayi verir. Yoh daha önce para yatırmamişsan, maçine sene diyir çi:

- Ula! Sen ne parasi yatırdın çi şindi de benden isdirsen? Hadi ordan çekil!...

İşte sevap da buna benziir. Eğer bu dünyada sevap yaparsan, öbür dünyada garşına gelir. Yapmassan, heç bir şey bekleme!...

 

Dâvet Yemek İle Başladı

Rağbeti mâl iledir ma’bed-i İslâm’ın da

Câmi’-i köhne-i bî-vakfa cemâat gelmez. (Nâbî)

Adam, karnının açlığından başka bir hakikat bilmeyip midesinin gurultusundan başka bir feryadı duymazken, nasıl yapıp da ona hakikatin çağrısını duyuracaksın? Duyuramayacaksın… Bu yüzden önce doyuracaksın… “Karnı aç olan insana yapılacak ilk İslâmî tebliğ, onun karnını doyurmaktır.” sözü boşuna söylenmemiş.

Hazreti Ali bununla ilgili şu olayı anlatır:

“Önce en yakın akrabalarını uyar!” (eş-Şuarâ 29/214) ayeti indirilince, Allah Resûlü beni çağırdı. Yemek hazırlayıp Abdülmuttalib oğullarını dâvet etmemi emretti.

Resûlullâh’ın bana emrettiği şeyi yaptım. Abdulmuttalib oğulları toplandılar. Kırk kişi kadardılar. Hazırladığım yemeği getirip önüne koydum. Eti parçalayarak çanağın çevresine birer parça koyduktan sonra: “– Haydi yiyiniz, bismillâh!” buyurdu.

Doyuncaya kadar yediler. Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki onların tümüne sunduğum yemeği bir kişi bile yalnız başına yiyebilirdi.

Bundan sonra Allah Resûlü: “Ey Ali! Onlara süt de ikrâm et.” buyurdu.

Onlara süt kabını getirdim, hepsi kanasıya içtiler. Vallâhi o kaptaki süt kadarını onlardan bir tek adam bile yalnız başına içebilirdi. Sofradan kalktıklarında yemek ve süte sanki hiç el değmemiş gibiydi. Allah Resûlü söze başlamak istediği sırada, Ebû Leheb’in engel olmasıyla oradakiler dağılıp gittiler. Peygamber Efendimiz ikinci bir toplantı daha düzenledi. Yine onlara yemek ikram etti. Bu yemek sonrasında Allah’ın emirlerini onlara bir bir açıkladı. (İbn-i Hanbel, I, 111, 159; İbn-i Sa’d, I, 187; Heysemî, VIII, 302-303)

Kaynak: Harun Kırkıl, Genç Dergisi, Sayı: 85