İslam'ı Öğrenmek ve Öğretmek

Peygamber Efendimiz kendisine gelen kabile, heyet ve diğer müslümanlara İslam'ı nasıl anlatırdı? Peygamberimize İslam'ı öğrenmeye gelene heyetlerden Efendimiz hakkındaki güzel dilekleri ve sahabinin İslam'ı öğrenme ve öğretme çabası...

BENÎ TÜCÎB KABÎLESİʼNDEN ON ÜÇ KİŞİLİK BİR HEYET

Benî Tücîb Kabîlesiʼnden on üç kişilik bir heyet Medîne-i Münevvere’ye Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile görüşmeye gelmişti. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- heyete:

“–Hoş geldiniz!” buyurdu ve Bilâl-i Habeşî’ye onları en iyi şekilde ağırlamasını emretti. Benî Tücîb heyeti:

“–Yâ Rasûlâllah! Mallarımızdaki Allâh’ın hakkını, yani zekâtlarımızı Sana getirdik.” dediler. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Onları geri götürüp fakirlerinize dağıtınız.” buyurdu. Heyet:

“–Yâ Rasûlâllah! Biz, zâten fakirlerimizden artanları size getirdik.” dediler. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlâllah! Doğrusu Arap heyetleri içinde bu heyet gibisi yoktur!” dedi. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Hidâyet Allah Teâlâ’nın elindedir. Allah, hayrını dilediği kimsenin kalbini îmâna açar!” buyurdu.

Tücîb heyeti, Peygamberimiz’e Kur’ân’dan ve Sünnet’ten birtakım sualler sordular. Gerekli cevaplar yazılarak kendilerine verildi. Bu gayretleri sebebiyle Âlemlerin Efendisi’nin onlara rağbeti ve alâkası arttı. Heyet, birkaç gün kaldıktan sonra gitmek istediler. Kendilerine:

“–Niçin acele ediyorsunuz?” diye sorulunca:

“–Geride kalan kavmimizin yanına dönüp Rasûlullah’tan gördüklerimizi ve sorup öğrendiklerimizi onlara anlatacağız.” dediler. Fahr-i Kâinât Efendimiz’in yanına gelip vedâlaştılar. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Bilâl-i Habeşî’yi yanlarına gönderip hediyelerinin verilmesini ve onlara diğer heyetlere verilenden daha çok ihsanda bulunulmasını emretti. (İbn-i Sa’d, I, 323; İbn-i Kayyım, III, 650-651)

PEYGAMBERİMİZ KENDİNE GELEN HEYETLERE NASIL DAVRANIRDI

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine gelen heyetlerin Medîne’de bir müddet kalmalarını isterdi. Onların Kur’ân-ı Kerîm’i ve dînî esasları öğrenmelerini, bizzat kendisinin tatbîkâtını müşâhede ederek İslâm’ı kavramalarını sağlardı. Meselâ Abdü’l-Kays heyeti geldiği zaman Ensâr’dan, onları misâfir etmelerini ve ikramda bulunmalarını istemişti. Bu arada gerekli dînî mâlûmâtı öğretmelerini, namaz için lüzumlu sûreleri ezberletmelerini tembihlemişti.

Sabahleyin geldiklerinde hâl ve hatırlarını, Ensâr’ın ilgisinden memnûn olup olmadıklarını sordu. Onlar da memnûniyetlerini ifâde ettiler. Sonra Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- heyettekileri, dîni daha rahat öğrenebilmeleri için ashâbın evlerine birer ikişer dağıttı. Ashâbın gayreti ve Abdü’l-Kayslıların öğrenme azminden son derece memnun kalan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onlarla tek tek ilgilenerek ezberledikleri Tahiyyât’ı, Fâtiha’yı, diğer sûreleri ve öğrendikleri Sünnetleri bizzat kendisi kontrol etti. (Ahmed, III, 402)

Bu şekilde İslâm, gün geçtikçe bütün Arabistan’a yayıldı. Nasr Sûresi’nde ifâde edildiği üzere insanlar akın akın İslâm’a girmeye başladılar. Medîne, her gün yeni gelen misâfirlerle dolup taşı­yordu. Peygamber Efendimiz de, onları en güzel şekilde karşılı­yor, kendilerine izzet ü ikramda bulunarak, hepsinin hâline, tavrına ve âdetlerine göre sohbetler ediyordu. Bulundukları bölgelerin durumu hakkında bilgi alıyor, taleplerini dinleyip sorularını cevaplıyor ve meselelerini hâllediyor, İslâm’ın nûr, huzur ve sürûrunu gönüllerine nakış nakış işliyordu. (Nesâî, Umre, 5.)

Bunlara benzer pek çok rivâyetten anladığımıza göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbının ve ümmetinin din eğitimi alanında hummâlı bir gayret içinde olmasını arzu ediyordu. Bir kişi gelip yeni müslüman olduğunda, kendisi ilk bilgileri öğretir, sonra da o şahsı ashâbına teslim ederek:

“–Kardeşinize dînini iyice anlatınız! Kur’ân’ı ve Sünnetleri öğretiniz!” buyururdu.

İslâm orduları bir kavimle karşı karşıya geldiğinde, önce onlara İslâm anlatılırdı. Kabul etmezlerse barış teklif edilir, buna da direnirlerse en son savaşa karar verilirdi. Karşı taraf İslâm’ı kabul ederse hemen onlara Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye öğretilirdi.

Bu heyecânı alan ashâb-ı kirâm da dinlerini öğrenme uğruna büyük fedâkârlıklara katlanır, uzun yolculuklar yapar, işlerinden, evlerinden ve mallarından ayrı kalırlardı. Zira helâlleri ve haramlarıyla tam olarak bilinmeyen bir dînin hayata tatbik edilmesi mümkün olamaz. Aynı şekilde, kişinin kendi hayatında yaşamadığı prensipleri başkalarına anlatarak hayırlı bir netice alabilmesi de mümkün değildir. Bu sebeple dînin zarûrî bilgilerini öğrenmek, genç-yaşlı her müslümana farzdır. Daha sonra ise öğrendiklerini yaşamak ve yaşanması için gayret göstermek gelir.

Mâlik bin Huveyris -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

Yaşca akran beş on gençle Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanına gelip yirmi gün kaldık. Peygamber Efendimiz, pek merhametli ve şefkatli idi. Âilemizi özlediğimizi hissedince geride kimleri bıraktığımızı sordu. Biz de söyledik. Bunun üzerine buyurdu ki:

“−Ailelerinizin yanına dönünüz ve aralarında bulununuz. Onlara gerekli bilgileri öğretiniz, söylenecek şeyleri söyleyiniz.”

Daha birçok şeyler buyurdu ki şimdi bunların bir kısmını hâlâ hatırlıyorum, bir kısmını ise hatırlayamıyorum. Sonra şöyle devam etti:

“−Benden gördüğünüz gibi namaz kılınız! Namaz vakti geldiğinde içinizden biri ezan okusun, en yaşlınız da imam olsun!” (Buhârî, Ezân, 18)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne-i Münevvere’deki ashâbıyla daha yakından ilgilenirdi. Hattâ bâzı hâllerde onların kendisinden uzak durmalarına râzı olmaz, yakınında olmalarını arzu ederdi. Lüzumlu bilgileri kendisinden yakînen görüp öğrenebilmeleri için, hemen peşinde namaza durmalarını isterdi. (İbn-i Mâce, Salât, 44)

Bu sebeple diğer bölgelerdeki müslümanları da imkân nisbetinde Medîne-i Münevvere’ye hicret etmeye teşvik ederdi.

Bugün müslüman gençlere düşen vazife de bütün imkânlarını kullanarak dînimizi en güzel şekilde öğrenmek, yaşamak ve diğer insanlara anlatmaktır.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hakk'a Adanmış Gençlik , Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.