İslam’ı Yaşamak İçin Kur’an Yeterli midir?

Sorularla İslam

Bazı insanlar, Sünnet ve hadislerin gereksiz ve geçersiz olduğunu, İslâm’ı yaşamak için Kur’ân-ı Kerîm’in yeterli olduğunu söylüyorlar. Hadis ve sünnet olmadan İslâm yaşanabilir mi? İslâm’ı yaşamak için Kur’ân yeterli midir?

“Bize Kur’ân kâfîdir(!)” deyip, Sünnetʼle alâkayı kesmek, büyük bir mânevî felâkettir. Zira Kur’ân ve Sünnet, birbirinden ayrılmaz iki esastır.

İSLAM’I YAŞAMAK İÇİN KUR’AN YETERLİ MİDİR?

Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber Efendimiz’in hâl ve davranışlarıyla tefsir edilmiştir. Dolayısıyla bizler de, bilhassa günümüzde, sûret-i haktan görünerek “Kur’ân bize yeter!” diyen, böylece Kur’ân’ın canlı ve fiilî bir tefsîri demek olan Sünnet-i Seniyye’yi gözden düşürmeye çalışan gürûha karşı son derece uyanık olmalıyız.

Tâbiîn neslinin fıkıh ve hadis âlimlerinden Eyyûb es-Sahtiyânî -rahmetullâhi aleyh- buyuruyor ki:

“Bir kişiye Sünnet’ten bahsedildiğinde o; «Bırak bunları, sen bize Kur’ân’dan haber ver!» derse, bil ki o kişi, kendisi sapıtmış olduğu gibi, insanları da saptırmaktadır.”[1]

Tebe-i tâbiîn âlimlerinden İmâm Evzâî -rahmetullâhi aleyh- de şöyle buyuruyor:

“Bunun sebebi, Sünnet’in Kur’ân üzerinde hüküm koyucu olarak gelmesidir.”

Kur’ân-ı Kerîm, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in kalbine indirilmiştir. Âyet-i kerîmelerde buyruluyor:

“Muhakkak ki o (Kur’ân), Âlemlerin Rabbinin indirdiği (kelâm-ı ilâhî)dir.

Onu, Rûhu’l-Emîn; uyarıcılardan olasın diye, apaçık bir Arapça ile Sen’in kalbine indirmiştir.” (eş-Şuarâ, 192-195)

Kur’ân’ın ilk ve en salâhiyetli müfessiri de Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Âyet-i kerîmede buyruluyor:

“…İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye Sana bu Kur’ân’ı indirdik.” (en-Nahl, 44)

Kur’ân-ı Kerîm, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in 23 senelik nebevî hayatıyla tefsir edildi. Dolayısıyla Allah Rasûlü’nün gönül dokusundan hisse almadan, O’nun ahlâkıyla ahlâklanmadan, O’nun Sünnet’ine tâbî olmadan, Kur’ân’ı anlamak da yaşamak da mümkün değildir.

Üniversitelerde niçin birçok laboratuvar ve uygulama sınıfları kuruluyor?

Nazarî/teorik bilgileri pratikte tecrübe ederek tam mânâsıyla öğretebilmek için, değil mi?..

İşte Kurʼânʼda bildirilen kitâbî bilgilerin hayata nasıl tatbik edileceğini de Sünnetʼten öğreniyoruz.

Cenâb-ı Hak, gönderdiği kitabın uygulamasını göstermek üzere Peygamber Efendimizʼi “üsve-i hasene / örnek şahsiyet” olarak göndermiş. Aksi hâlde herkes Kurʼânʼı kendi anlayışına göre yaşamaya çalışır, insan sayısınca dînî hayat şekilleri ortaya çıkardı…

Öte yandan Kurʼân-ı Kerîm, hükümlerini icmâlî olarak bildirir, tafsîlini ise hadîs-i şerîflere bırakır. Zira ilâhî hükümler Kurʼân-ı Kerîmʼde bütün ayrıntılarıyla bildirilecek olsa, Kurʼân, kütüphaneler dolusu bir hacme ulaşırdı. O zaman da hâfızlar tarafından ezberlenip kıyamete kadar tek bir harfi bile değişmeden korunması mümkün olmazdı.

Dolayısıyla Sünnet ve hadîs-i şerîfler Kurʼânʼın en büyük tefsiri, îzâhı, şerhidir.

Nitekim namaz, oruç, zekât ve hac gibi İslâm’ın rüknü olan ibadetlerin bütün tafsilâtı hadîs-i şerîflerde ve Allah Rasûlü’nün tatbikâtında bildirilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm; namaz vakitleri, rekâtları, namazın rükünleri ve namazı bozan şeyleri bildirmemiş, bunu tamamen Peygamber Efendimiz’in Sünnet’ine bırakmıştır.

Yine zekâtın hangi mallardan, hangi şartlarla ve hangi nisbetlerle verileceği, Kur’ân’da yer almamaktadır. Bunları da bize Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bildirmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, ölü eti yemek yasaktır, haramdır. Fakat yakalandıktan sonra kendi kendine ölen balığı yiyoruz. Balığın istisnâ olduğunu, Sünnet-i Seniyye’den öğreniyoruz.

Cuma namazı Kur’ân-ı Kerîm’de emrediliyor. Fakat onun ne vakit ve nasıl kılınacağını, Sünnet’ten öğreniyoruz.

Dolayısıyla; Sünnet’i hafife alanların gizli maksadının, dînin içinden ahkâmı çıkarmak olduğu anlaşılmaktadır.

Hâlbuki; sahâbenin de Sünnet-i Seniyye’yi aslî bir kaynak olarak gördüğü, şüphe götürmez bir hakîkattir.

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın halifeliğinde Basra kadılığı yapan İmrân bin Husayn -radıyallâhu anh-’a bir adam gelerek:

“–Siz bize bazı hadisler rivâyet edi­yorsunuz ama biz Kur’ân’da onların kaynağını bulamıyoruz?” der.

Bunun üzerine İmrân -radıyallâhu anh-:

“–Her kırk dirhemde bir dirhem, şu kadar koyunda bu kadar koyun, şu kadar devede bu kadar deve zekât vermek gerektiğini Kur’ân’da buluyor musunuz?” der. Adam:

“–Hayır.” deyince, İmrân -radıyallâhu anh-:

“–Peki, kimden öğrendiniz bunları? Bizden öğrendiniz. Biz de Allâh’ın Nebîsi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den öğrendik.” diyerek buna benzer başka misaller de zikreder.[2]

Zaten Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, hadis ve Sünnet’i dışlayanların zuhûr edeceğini, daha evvel bildirerek şöyle buyurmuşlardır:

“Sizden biri, (rahat) koltuğuna kurulup Allâh’ın, Kur’ân’daki­lerin hâricinde haramlarının bulunmadığını mı zannediyor? Haberiniz olsun, vallâhi ben nasihatte bulundum, emrettim, birçok şeyi de yasakladım. Bunlar, Kur’ân’ın bir misli kadar, belki de daha fazladır...” (Ebû Dâvûd, Harâc, 31-33/3050)

“Şunu iyi biliniz ki bana Kur’ân-ı Ke­rîm ile birlikte (onun bir) benzeri de verilmiştir. Dikkatli olun; koltu­ğuna kurulan karnı tok bir adamın: «Siz sadece şu Kur’ân’a sarılın! Onda bulduğunuz helâli helâl, haramı da haram kabul ediniz yeter!» diye­ceği (günler) yakındır...” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 5/4604; Ahmed, IV, 131)

Bunlar, hakîkaten mûcizevî hadîs-i şerîfler… Zira bizler, Peygamber Efendimiz’in haber verdiği o günlere, yani Sünnet-i Seniyye’nin gözden düşürülmek istendiği zamana ulaşmış bulunuyoruz. Bu zamanın fitnelerinden kendimizi ve neslimizi muhafaza için, dînimizi doğru şekilde öğrenmeye gayret etmeliyiz.

Bu hususta da Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhumâ-’ya şöyle buyurmuştur:

“Ey İbn-i Ömer! Dînine iyi sarıl, dînine iyi sarıl! Zira o senin hem etin, hem kanındır. Dînini kimden öğrendiğine çok dikkat et! Dînî ilimleri ve hükümleri, istikâmet ehli âlimlerden al, sağa-sola (dünyevî menfaatlere) meyledenlerden alma!”[3]

Unutmamalıyız ki Peygamber Efendimiz’in Sünnet’i, Kur’ân ile nasıl amel edileceğini gösteren yegâne rehberdir. Dolayısıyla Sünnet’e yapılan îtirazların ucunun, Kur’ân-ı Kerîm’e ve netice itibarıyla İslâm’a ve Cenâb-ı Hakk’a varacağını, aslâ hatırımızdan çıkarmamalıyız.

Âyet-i kerîmede buyruluyor:

“Kim Rasûlʼe itaat ederse Allâhʼa itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80)

Nitekim tâbiîn neslinin büyük âlimlerinden Abdullah bin Deylemî -rahmetullâhi aleyh- der ki:

“Bana ulaştığına göre dînin yok olup gitmesi, Sünnet’in terkiyle başlayacaktır. Halatın tel tel çözülüp nihayetinde tamamen kopması gibi, din de sünnetlerin bir bir terk edilmesiyle elden gidecektir.” (Dârimî, Mukaddime, 16/98)

Dolayısıyla sünnetlerin birer birer hayatımızdan çıkması, -Allah korusun- ebedî kurtuluşumuzu da pamuk ipliğine bağlı hâle getirir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Size iki emânet bırakıyorum; Kitap ve Sünnet’imdir.” buyuruyor. (Bkz. Hâkim, I, 171/318)

Dolayısıyla, Sünnet düşmanlığının kasıtlı bir hâdise olduğunu hiçbir zaman unutmayalım. Sünnet-i Seniyye’ye sımsıkı sarılalım. Zira Sünnet düşmanlarının asıl hedefi, İslâm’ın içini boşaltmaktır!

Nitekim dinler tarihinde Yahudîlik ve Hristiyanlığın bozulması da böyle başlamıştır. Önce peygamberlerin sünnetleri terk edilmiş, daha sonra da îtikad ve ibadetler tahrîf edilmiştir.

Son derece kültürlü bir hristiyan rahip olan David Benjamin Keldânî (1866-1930?), kutsal kitapların en eski nüshaları üzerinde yaptığı titiz araştırmalar neticesinde İslâmʼla şereflenmiş ve Abdülehad Dâvud ismini almıştı. Onun şu ifadeleri, Hristiyanlığın nasıl tahrîf edildiğini çok açık bir sûrette hulâsa etmektedir:

“Namaz kaldırıldı, yerine âyin geldi.

Oruç kaldırıldı, yerine perhiz geldi.

Sünnet kaldırıldı, yerine vaftiz geldi.”

Bütün bunlara ilâveten; tesettür sırf râhibelere tahsis edildi, ibadetler haftada bir güne hasredildi, ilâhî hükümler devre dışı bırakılarak yerine beşerî hukuk ikāme edildi.

Dolayısıyla Sünnetʼi ve hadîs-i şerîfleri dışlamak, İslâm’ı tahrif projesine hizmet etmektedir. Bunlara karşı son derece uyanık olmak gerekir.

Yeri gelmişken şunu da ifade edelim;

Bugün maalesef bazı İlâhiyat Fakültelerinde bile, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼden bahsedilirken, bir müslümanın kullanması gereken hürmet ifadelerini hoş karşılamayanların ortaya çıktığını duyuyoruz.

Güyâ bu bir tarafgirlik ifadesiymiş. Bilimsellikten ve objektiflikten uzaklaşmakmış.

Hâlbuki birbirimize hitap ederken dahî nezâket gereği; “muhterem, kıymetli, beyefendi, hanımefendi” gibi hitapları kullanırız.

Kendi aramızda bile birbirimize bu nevî hürmet ifadeleriyle hitap ederken; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e, hürmet ifadesini çok görmek, açık bir kabalıktır.

Bu kabalık için, “bilimsellik” kisvesine bürünerek;

“‒Efendim, objektif bir çalışmada “hazret” gibi, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi ifadeler kullanılamaz…” türünden birtakım bahaneler üretmek, çok açık bir tenâkuzdur. İslâmî şahsiyetleri nezâketten, edepten, hürmetten uzak bir şekilde dile getirmek, ilmî değil, ancak art niyetli bir tavırdır.

Unutmayalım ki bu nevî tavırlar, Batıʼdaki bilim çevrelerinin, bâtıla sürüklenmiş bir dîn olan Hristiyanlık karşısında duydukları menfî ve mesâfeli duruşun bir neticesidir. Müslümanların, bu bakış açısını, yegâne hak dîn olan İslâmʼa da uygulamaya kalkışmaları, büyük bir garâbettir.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde biz kullarını Rasûl’üne karşı edebe davet ederek şöyle buyuruyor:

“Ey îmân edenler! Allâhʼın ve Rasûlʼünün önüne geçmeyin. Allahʼtan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.

Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize seslendiğiniz gibi, Peygamberʼe yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir!

(Rasûlüm!) Sana odaların arka tarafından bağıranların çoğu aklı ermez kimselerdir. Eğer onlar, Sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (el-Hucurât, 1-5)

Dipnotlar:

[1] Hâkim, Maʻrifetü Ulûmi’l-Hadîs, s. 65; Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, s. 16. [2] Ebû Dâvûd, Zekât, 2/1561; İbni Ebî Âsım, es-Sünne, II, 386; Taberânî, el-Muʻcemü’l-Kebîr, XVIII, 219. [3] Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, el-Medînetü’l-Münevvere, el-Mektebetü’l-İlmiyye, s. 121.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Rahmet Toplumu Hayırlı Gençlik 2, Erkam Yayınları