İslam’ın 13 Özelliği
İslâm’ın başlıca hususiyetleri / özellikleri nelerdir? İslâm’ın 13 özelliği...
Son ilahi din olan İslam dininin özellikleri…
İSLAM’IN 13 ÖZELLİĞİ
- Tevhîdi esas alır
- Fıtrî bir dindir, akla ters düşmez
- Allah ile kul arasına kimse giremez yani ruhban sınıfı yoktur
- Dünya-ahiret, madde-mânâ dengesini kurmuştur
- İlme teşvik eder
- Adâleti her şeyin üstünde tutar
- Âlemşümûl yâni evrensel bir dindir
- İnsanları birbirine eşit tutar
- Din ve vicdan hürriyetini esas alır
- Kolaylığı prensip edinir
- İyimserliği ve ümidi aşılar
- Sosyal dayanışmaya ve dinamizme önem verir
- İnsana en üstün değeri verir
İSLAM’IN BAŞLICA HUSÛSİYETLERİ / ÖZELLİKLERİ
-
Tevhîdi Esas Alır
Aslında bütün ilâhî dinler, tevhîdi yani Allah’ın bir tek olduğunu, eşi ve benzerinin bulunmadığını öğretmiştir. Hz. İbrâhîm -aleyhisselâm-, tevhîdi anlatmaya babası Âzer’den başlamıştı.[1] Yahûdiliğin önemle vurguladığı en temel ilke Tanrı’nın birliği hususudur. Tevrat’a göre ilk insanla onun çocukları ve Nûh[2], İbrâhim, İshâk, Yakub ve Yûsuf -aleyhimü’s-selâm- bir olan Allah’a dâvet etmişlerdir. Hz. Mûsâ’ya verilen on emirde ve Tevrat’ın diğer yerlerinde üzerinde en çok durulan mevzû Allah’ın birliğidir.[3] Hz. Dâvûd’a inen Zebur/Mezmurlar’da tek olan Tanrı’ya dua etmektedir. Hz. İsa da şeriattaki birinci emrin Allah’ın birliği olduğunu vurgulamaktadır.[4]
Yahudilik’teki aşırı teşbihler Tanrı’nın bir insan gibi tasvir edilmesine; Hristiyanlık’taki aşırı sevgi, beşer olan Hz. İsa’nın ilâhlaştırılmasına, dolayısıyla tevhîdden teslîse düşülmesine yol açmıştır. İslâm ise bu noktada tevhîd anlayışında zamanla oluşan bulanıklığı gidermiş, yahudi ve hristiyanları tevhîdde birleşmeye dâvet etmiştir.[5]
Aklî ve kozmolojik deliller de Yaratıcı’nın bir tek olduğunu göstermektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:
“Allah -celle celâlühû- evlât edinmemiştir; O’nunla beraber hiçbir tanrı da yoktur. Eğer öyle olsaydı her tanrı kendi yarattığını sevk ve idare eder ve mutlaka onlardan biri diğerine galebe çalardı (birbirlerine üstün gelmeye çalışırlardı). Allah, onların (müşriklerin) yakıştırdıkları şeylerden münezzehtir.” (Mü’minûn, 91)
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki Arş’ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.” (Enbiyâ, 22)
Birden fazla yaratıcının veya ilâhın olması, her biri için acziyet, eksiklik ve yaratılmışlık gibi noksan sıfatları gerektireceğinden, O’nun bir tek Yaratıcı olması zarûrîdir.
İslâm’a göre, büyük günahların en büyüğü Allah’ı tanımamak, zatında, sıfatlarında ve fiillerinde O’na ortak koşmak, O’ndan başkasına ulûhiyetten pay vermeye kalkmaktır. “Şirk: Ortak koşmak” denilen bu günâha, “Ekberu’l-Kebâir: Büyük günahların en büyüğü” denir. Cenâb-ı Hak şirki, “en büyük zulüm ve haksızlık”, “büyük bir günah ile iftirâ etmek” şeklinde tavsîf etmiştir.[6] Allah Teâlâ, diğer günahlardan dilediğini affettiği hâlde, kendisine şirk koşan ve buna tevbe etmeden ölenleri kesinlikle affetmeyeceğini beyan etmiştir.[7] Bir âyette de şöyle buyrulur:
“(Rasûlüm!) Muhakkak ki sana da, senden önceki peygamberlere de şu gerçek vahyolunmuştur ki: «Andolsun ki, eğer şirke düşersen, yaptığın bütün makbul ameller boşa gider ve âhirette kaybedenlerden olursun!»” (Zümer, 65)
Şirk günahından kurtulmanın tek çıkar yolu, onu terk edip tevhîde yönelmektir.
-
Fıtrî Bir Dindir, Akla Ters Düşmez
Tüm insanlığa hitap eden İslâm, esas kâidelerini, bir kavimde mevcûd olan ârızî, geçici veya kısmî husûsiyetlere göre değil, bütün beşeriyette mevcûd olan aslî, fıtrî, yaratılıştan gelen temâyül ve ihtiyaçlara göre tâyin eder. Bundan dolayı İslâm bir fıtrat dînidir ve eskimez. Onun îtikâdî esasları, hârikulâdelikler üzerine değil, akıl ve açık gerçekler üzerine binâ edilmiştir. Dolayısıyla ilmî hakîkatlerle aslâ çatışmaz. İbadet ve muâmelâta dâir emirleri incelendiğinde, bunların insan fıtrat ve aklına ne kadar uygun hükümler olduğu hemen görülecektir.
İnsanı diğer varlıklardan ayıran en mühim husûsiyeti akıl olduğu için, Kur’ân-ı Kerîm, akledip düşünme üzerinde çok durmaktadır. 750’ye yakın âyet-i kerimede insanları düşünmeye, araştırmaya ve aklı en iyi şekilde kullanmaya dâvet etmektedir.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e îman etmeyen insanlar, “Bize mûcizeler göster de Allah’ına inanalım, peygamber olduğunu kabul edelim” dediklerinde, Allah Teâlâ onların bu tekliflerini beğenmemiş; varlığına ve birliğine inanmak için onları mûcize istemeye değil, yerlere ve göklere ibretle bakıp düşünmeye teşvik etmiştir.
İslâm akla bu kadar ehemmiyet verdiği için, onu perdeleyen sarhoş edici içkileri ve uyuşturucuyu yasaklamıştır. Zira insan için uyanık olmak daha faydalıdır, uyuşuk ve kendinden geçmiş olmanın bir faydası yoktur.
İslâm, fıtrî bir din olmasının tabiî bir neticesi olarak, dâimâ realist hükümler ortaya koyar. Onda, tatbik imkânı olmayan, insanları meşakkatlere sürükleyen ve fıtratı zorlayan hükümler yoktur. Meselâ abdest almak için su yoksa veya hastalık sebebiyle kullanılamıyorsa teyemmüm yapılır. Namaz ayakta kılınamıyorsa oturarak, yatarak ve hatta îmâ ile kılınır. Oruç tutulamıyorsa ya kazaya bırakılır ya da fidye verilir. Zekât ve hac, mâlî durumu iyi olan kimselere farzdır. İslâm’ı tebliğ eden bir müslüman, sadece onu güzel bir üslupla anlatmaktan sorumludur, “ne yapıp edip bütün insanları müslüman yapmak” gibi bir mecbûriyeti yoktur…
-
Allah ile Kul Arasına Kimse Giremez Yani Ruhban Sınıfı Yoktur
İslâm âlimleri, “Allah’a giden yollar mahlûkâtın nefesleri adedincedir” demişlerdir. Yani her insan Allah -celle celâlühû- ile doğrudan bağlantı kurma hürriyetine sahiptir. Her insan, ibadetleriyle, duâlarıyla Allah’a yalvarır ve O’ndan af isteyebilir. Gönlüyle Allah’a yöneldiğinde O’nu karşısında bulacağı kesindir.
Cenâb-ı Hak sık sık kullarını dua ve tevbeye teşvik eder. Merhametinin çok geniş olduğunu, bu sebeple duaları kabul edip günahları affedeceğini haber verir. Duaları kabul etmek ve günahları affetmek sadece Allah’ın elindedir. Zira yegane kudret sahibi O’dur. Hiçbir mahlûk, Allah’ın yetkilerini kullanamaz. Allah’a âit salâhiyetleri O’nun dışındaki herhangi bir varlıkta görmek, “şirk” sayılır.
Akâid mevzûları son derece ciddî ve hassas bir yapıya sahiptir. Bu hususlarda dikkatsiz davranarak, Allah’a ait bir salâhiyeti kullarına da izafe etmek veya onu kısıtlamaya çalışmak, gazab-ı ilâhîyi celbeden son derece tehlikeli bir düşüncedir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu hususta şöyle bir hâdise nakleder:
“Beni İsrail’de birbirine zıd istikamette iki kişi vardı: Biri günahkârdı, diğeri de ibadetler husûsunda gayretliydi. Âbid olan diğerini günah işlerken görür, «Bu günahtan vazgeç!» diye îkaz ederdi. Birgün, yine onu günah üzerinde gördü ve «Vazgeç» diye uyardı. Öbürü:
«–Beni Rabbimle başbaşa bırak! Sen benim başıma bekçi olarak mı gönderildin?» dedi. Âbid:
«–Vallahi Allah seni affetmez!» Veya: «Allah seni Cennet’e koymaz!» dedi.
Bir müddet sonra ikisinin de ruhları kabzedildi ve Âlemlerin Rabbi’nin huzûrunda bir araya geldiler. Allah Teâlâ Hazretleri ibadetler husûsunda gayretli olana:
«–Sen benim, (kullarıma nasıl muâmele edeceğimi kesin olarak) biliyor musun veya benim yetki ve tasarrufumda olan bir şeyi yapmaya kâdir misin?» dedi.
Günahkâra dönerek:
«–Git, rahmetimle Cennet’e gir!» buyurdu. Diğeri için de:
«–Bunu Cehennem’e götürün!» diye emretti.”
Ahmed bin Hanbel’in rivâyetine göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sözlerini şöyle tamamlamıştır:
“Ebü’l-Kâsım’ın nefsi yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki adam Allah’ın gazabını celbedecek yanlış bir söz söyledi, dünyasını da, âhiretini de helâk etti.” (Ebû Dâvûd, Edeb 43/4901; Ahmed, II, 323. krş. Müslim, Birr, 137)
Buradan, günah işlemenin mâzur görüleceği gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Allah hakkında câhilce konuşmanın ve yanlış inançlara sahip olmanın ne kadar tehlikeli boyutlara varabileceğine dikkat edilmelidir.
Uhud Gazvesi’nde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çok zor durumda kalmıştı. Ordusu dağılmış, alnından yaralanmış ve mübarek dişleri kırılmıştı. Bu sıkıntı ve üzüntüsü sebebiyle bir ara:
“Peygamberine bu eziyeti revâ gören ve onu yaralayan bir kavim nasıl kurtuluşa erebilir?!” demişti. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, şu îkazda bulundu:
“Bu hususta sana ait bir iş yoktur: Allah isterse onlara tevbe nasib edip günahlarını affeder, isterse zâlimlikleri sebebiyle kendilerine azap eder.” (Âl-i İmrân, 128) (Buhârî, Meğâzî, 21; Müslim, Cihâd, 104; Tirmizî, Tefsîr, 3/3002-3003)
Bir bedevî esir edilerek Peygamber Efendimiz’e getirilmişti. Bedevî:
“Allah’ım, sana yönelip tevbe ediyorum, Muhammed’e tevbe etmiyorum” dedi. Bu söz üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Hakkı ehline tanıdı (verdi), onu serbest bırakınız!” buyurdu. (Ahmed, III, 435; Hâkim, IV, 284/7654; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, no: 1727; Münâvî, Feyz, no: 5423)
Konuyla ilgili olarak Hz. İsa -aleyhisselâm-’ın şu sözü de câlib-i dikkattir:
“...Sanki Rab’mışsınız gibi insanların günahlarına bakmayınız. Bir kul’a yakışır şekilde kendi günahlarınıza bakınız.[8]” (Muvatta’, Kelâm, 8; İbn-i Ebî Şeybe, VI, 340/31879)
İslâm’da dua, tevbe, ibadet, nikâh gibi hususlarda bir din adamına ihtiyaç yoktur. Her müslüman kendisine yetecek kadar dînî bilgiyi edinmek zorundadır. Müslümanlar namaz kılmak için bir araya geldiklerinde, içlerinden en bilgili ve faziletli insanı imamlığa geçirirler. İslâm âlimlerinin vazifesi, sadece dînî esasları açıklayıp öğretmek, vaaz ve nasihatlerle doğru yolu gösterip insanları aydınlatmaktır. Yoksa Allah -celle celâlühû- ile kul arasına girip onları affetme veya dualarını kabul etme gibi bir yetkileri yoktur.
-
Dünya-Âhiret, Madde-Mânâ Dengesini Kurmuştur
İslâm, îtidâl ve dengeye çok önem verir. Bir tarafa ağırlık verirken diğer tarafı ihmâl etmez. Her iki tarafı da Allah -celle celâlühû- yarattığına ve insanların da bunlara ihtiyacı olduğuna göre, bir tarafı ihmal etmek doğru olmaz. Her şeye hakkını vermek, gerektiği kadar ilgilenmek îcâb eder. Bu açıdan bakıldığında, dünya, âhireti kazanmak için bir sermayedir ve bu yönüyle çok kıymetli bir nimettir. Onu Allah’ın rızâsı istikametinde kullanmalıdır. Âhiret ise esas hedeftir, onu da hiç unutmamak îcâb eder. Sadece dünyaya yönelen seküler bakış açısı gibi sadece âhirete yönelen ruhbanlık görüşü de insanı tatmin etmeye yetmez. İkisi de birbirine feda edilmemeli, hassas bir denge ve bütünlük içinde tanzim edilmelidir. Bunun bir misâli şudur:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Medîne’ye geldiği ilk günlerde, müslümanlar arasında “kardeşlik” îlân etmiş, Mekke’den hicret eden her bir Muhâciri Medîne’li bir Ensâr ile kardeş yapmıştı. Bu kardeşlik müessesesi, pek çok faydaları yanında müslümanlara hem dünyayı hem de âhireti birlikte kazanma imkânı sağlamıştır. Kardeşler sabah kalktıklarında birisi Peygamber Efendimiz’in yanına, diğeri de işine giderdi. Günü Efendimiz’in yanında geçiren sahabî, o gün öğrendiği âyet ve hadisleri akşam komşusuna naklederdi. Ertesi gün nöbet değişirlerdi. (Buhârî, Mezâlim, 25; Müslim, Tahâret, 17)
Rûh ve beden’e gelince, bunlar insanın iki yönünü oluşturur. Her ne kadar rûh asıl ise de madde de onun bineğidir. İkisi birlikte olduğunda bir iş yapılabilir. Dolayısıyla rûha önem verip bedeni yıpratmak doğru değildir. Peygamber Efendimiz’in haber verdiğine göre insanın âhirette ilk hesaba çekileceği hususlardan biri de sıhhatini nerede tükettiğidir.[9]
İslâm; namaz, oruç, zekât gibi ibadetlerde bile dengeli davranmayı emretmiş, bıkkınlık verecek kadar yoğun bir ibadet hayatını tasvip etmemiştir.[10] Meselâ infâk husûsunda şöyle buyrulur:
“Rahmân’ın o has kulları, infak ettikleri zaman ne isrâf ne de cimrilik ederler; bu ikisi arasında dengeli bir yol tutarlar.” (Furkân, 67)
Müslümanlar hiçbir hususta aşırıya gitmez, hep orta yolu takip ederler. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, “Muhammed Ümmeti” için şöyle buyurmuştur:
“Böylece sizi orta (ifrât ve tefritten uzak, dengeli ve âdil) bir ümmet kıldık…” (Bakara, 143)
-
İlme Teşvik Eder
İslâm’ın bugüne kadar “ilim” ile bir ihtilafı veya çatışması olmamıştır. İslâm, ilmi yasaklamak bir tarafa bilâkis ona en kuvvetli bir şekilde teşvik etmiş ve ilim öğrenmeyi her müslümana farz kılmıştır.[11] Diğer taraftan, ilmî keşifler hiçbir zaman İslâm’ın hükümlerini yalanlamamış, bilâkis devamlı onları tasdik edegelmiştir. Niçin yalanlasın ki? İlim, Allah’ın yarattığı varlıklar üzerinde araştırma yaparak Allah’ın onlara koyduğu kâideleri keşfetmeye çalışır. İslâm da Allah -celle celâlühû- tarafından gönderilmiş ve aynen gönderildiği gibi aslî hâliyle muhafaza edilmiş olan ilâhî bir dindir. O hâlde ilim ile İslâm’ın kaynağı aynıdır. Yani: Tek kaynak iki farklı ırmak… İlmî keşifler yapıldıkça ve ilim ilerledikçe Allah’ın azameti, kudreti, hikmetinin nihayetsizliği daha fazla öğrenilerek insanların Allah’a olan îmanları artmaktadır. Bu sebeple ilim İslâm’ın ayrılmaz bir parçasıdır.
Cenâb-ı Hakk’ın ilim sâhibi olduğunu, gizli açık her şeyi bildiğini ifade eden pek çok esmâ-i hüsnâsı mevcuttur. Kul Allah’ın ilim sıfatından nasib alma gayreti içinde olmalıdır. Diğer taraftan, insanları ilme teşvik eden pek çok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf mevcuttur. Bunların bir kısmını arzedelim:
Allah Teâlâ’nın Peygamber Efendimiz’e ilk hitabı “Oku!” emridir. Bu emrin hemen ardından mü’minlerin dikkati insanın yaratılışına çekilerek bu yöndeki araştırmalar teşvik edilmiştir. Daha sonra “Oku!” emri tekrar edilerek kalemle öğreten ve insana bilmediği şeyleri tâlim eden Rabbimizin çok kerem sahibi olduğu ifade edilmiş ve okuyup araştıran kullarına pek çok ikramlarda bulunacağına işaret edilmiştir. (Alâk, 1-5)
Ardından inen âyetlerde kaleme ve yazdıklarına, kitaba yemin edilmiş, kitap kelimesi pek çok defa ısrarla tekrarlanmış, ilimden, âlimlerden, akletmekten, tefekkür ve tedebbürden övgüyle bahsedilmiştir.[12] Bu yüzden okuma, yazma, eğitim, öğretim, araştırma, tefekkür, akıl yürütme gibi hususlar bu dinin temel karakteri olmuştur.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Allah, kendisinden başka ilâh olmadığına şahitlik etmiştir. Melekler ve ilim sâhipleri de adâletli davranarak şahitlik etmişlerdir ki; O, mutlak gâlip, yegâne hüküm ve hikmet sahibi olan Allah’tan başka ilâh yotur.” (Âl-i İmrân, 18)
Bu âyet-i kerimede hakîkî âlimler Allah ve melekleriyle birlikte zikredilmişlerdir ki bundan daha büyük bir şeref olamaz.
“De ki: Ey Rabbim! İlmimi artır.” (Tâhâ, 114)
“…Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorunuz!” (Enbiyâ, 7)
“İşte biz, bu temsilleri insanlar için getiriyoruz; fakat onları ancak âlimler düşünüp anlayabilir.” (Ankebût, 43)
“Allah, içinizden iman edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltir.” (Mücâdele, 11)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Bir kimse, ilim elde etmek arzusuyla bir yola girerse, Allah -celle celâlühû- o kişiyi cennetin yollarından birine sevkeder. Melekler yaptığından hoşnut oldukları için ilim öğrenmek isteyen kimsenin üzerine kanatlarını gererler. Göklerde ve yerde bulunan her şey, hatta suyun altındaki balıklar bile âlim için Allah’a istiğfar ederler. Âlimin âbide üstünlüğü, dolunayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler, mîras olarak altın ve gümüş bırakmazlar; onlar ilmi miras bırakırlar. Kim bu mîrâsı alırsa, büyük bir nasip almış olur.” (Ebû Dâvûd, İlim, 1/3641; Tirmizî, İlim, 19/2682. Bkz. Buhârî, İlim, 10; İbn-i Mâce, Mukaddime, 17)
“Sadakanın en efdali, bir müslümanın ilim öğrenip sonra da onu müslüman kardeşine öğretmesidir.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 20)
“…İlim ve hikmet ehli ile birlikte olup alçak karakterli ve günahkâr tabiatlı kimselerden uzak duranlara ne mutlu!” (Ebû Nuaym, Hilye, III, 202-203)
“Yedi şey vardır ki, kul vefâtından sonra kabrindeyken de bunların ecri kendisine ulaşır: Öğrettiği ilim, akıttığı su, açtığı su kuyusu, diktiği meyve ağacı, inşâ ettiği mescit, okunmak üzere miras bıraktığı Mushaf-ı Şerif, vefatından sonra kendisine istiğfar edecek hayırlı evlâd.” (Beyhakî, Şuab, III, 248; Heysemî, I, 167)
“Mü’min, sonunda varacağı yer cennet oluncaya kadar, işittiği hiçbir ilme asla doymaz.” (Tirmizî, İlim, 19/2686)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- okuma yazma bilen sahâbîleri Medine’de müslümanlara yazı öğretmeleri için vazifelendirmiştir. Abdullah bin Saîd, Ubâde bin Sâmit, Hafsa bint-i Ömer, Şifâ bint-i Abdullah yazı öğretmek üzere vazifelendirilen sahabilerdendi. (İslâm’a Giriş -Gençliğin İslâm Bilgisi-, s. 109)
Büyük İslâm âlimlerinden Fudayl bin Iyâz şöyle demiştir:
“Âlim, âmil yani ilmiyle amel eden ve muallim olan kişi, semâvâtın melekûtunda «Büyük» diye anılır.” (Tirmizî, İlim, 19/2685)
Bu sebeple müslümanlar ilmî araştırmalara ibadet vecdiyle sarıldılar. Okuma-yazma oranı hızla arttı. Ashâb-ı kirâm ve onlardan sonra gelen nesiller ilim için aylarca yolculuk yaptı, yıllarca gurbette kaldılar.
İbn-i Abbâs’ın âzadlısı İkrime şöyle anlatır:
Abdullah bin Abbâs -radıyallâhu anhumâ- bana ve oğlu Ali’ye:
“–Ebû Saîd’e gidip ondaki Peygamber Efendimiz’in hadislerini dinleyin!” dedi. Ebû Saîd’in yanına vardık. O, kardeşiyle birlikte bahçelerini düzeltiyor ve suluyordu. Bizi görünce yanımıza gelip oturdu ve anlatmaya başladı… (Bkz. Buhârî, Salât, 63; Cihâd, 17)
Peygamber Efendimiz’in torunu Hz. Hasan -radıyallâhu anh- kendi çocuklarıyla kardeşinin çocuklarını toplayıp şöyle derdi:
“Yavrularım! Yeğenlerim! Siz bugünkü insanların küçüklerisiniz ancak pek yakında diğer insanların büyükleri durumuna geleceksiniz. Öyleyse mutlaka ilim öğreniniz! Öğrendiği ilmi ezberleyip rivâyet etmeye gücü yetmeyen de onu yazıp evine koysun!” (Dârimî, Mukaddime, 43/517)
Müslümanlar kurdukları veya fethettikleri bütün şehirlerde, camilerin yanına okullar, kütüphaneler, hamamlar ve aşevleri inşâ ettiler. Bu okullarda dinî ilimlerin yanında, tıp, coğrafya, matematik, astronomi gibi ilimlerin de tahsîli yapıldı. Zira namaz ve oruç gibi ibadetlerde kıble ve vakit tâyini için astronomi, coğrafya gibi ilimlere; zekât ve mîras taksiminde kuvvetli bir matematiğe ihtiyaç vardır. Kur’ân’da zikredilen kavimleri araştırmak için de tarih, coğrafya gibi ilimleri bilmek zaruridir. Bu sebeple müslümanlar her türlü faydalı ilimle meşgul olmuşlardır.[13]
Müslümanların İlme Hizmetleri
Tarih boyunca farklı yerlerde birçok farklı medeniyet zuhur etmiş, bunlar birbirine tesir etmiş ve birbirinin ilmî mîrasını alıp geliştirmiştir. Böylece ilim farklı kültür ve medeniyetlerin hizmetleriyle daha fazla ilerleme imkânı bulabilmiştir. Müslümanlar da önceki medeniyetlerden ilim almış, bunu büyük bir tevazu ile ifade etmiş ve öğrendikleri bilgileri geliştirmek sûretiyle ilme ve medeniyete mühim katkılar sağlamışlardır. Robert Briffault şöyle der:
“Avrupa’nın ilerleme kaydettiği her sahada İslâm medeniyetinin mutlaka büyük payı, hissedilir bir tesiri ve kesin bir rolü olmuştur.”[14]
Müslümanları bu yolda gayrete sevkeden âmil Peygamber Efendimiz’in:
“Hikmet, mü’minin yitiğidir, bulduğu yerde onu almaya herkesten daha çok hak sahibidir”[15] hadis-i şerifi olmuştur. Küçüklükten beri bu anlayışta yetiştirilen müslümanlar, önceki insanların ilmî mirasını toplama husûsunda birbirleriyle yarışmışlardır. Bir müddet sonra dünyanın en mühim kitapları ve en büyük âlimleri İslam ülkelerine akmaya başlamıştır. Müslümanlar önce bu kitapları Arapça’ya tercüme etmişler, yanlışlarını düzeltip doğrularını kabul ettikten sonra onlardan daha ileri seviyede kitaplar yazmışlardır. Meselâ kendi zamanlarına kadar en büyük tıp kitabı olarak kabul edilen Galen’in Anatomi Kitabı İslâm âlimleri tarafından tercüme edildikten sonra muhtevası olduğu gibi kabul edilmemiş, üzerinde tetkikler yapılarak içindeki yanlış kısımlar çıkarıldıktan sonra kabul edilmiş ve daha sonra da geliştirilmiştir.
Emir Çelebi, Enmûzecü’t-Tıp isimli eserinde, bir müellifin daha önce yazılan eserleri, kendisinden bir şey katmadan olduğu gibi nakletmesinin doğru olmadığını, kişinin yazdığı esere kendi tecrübelerinin neticelerini de kaydetmesi gerektiğini söyler. Mesela sakamonya (mahmudiye otu) denilen ilacın miktarı, gerek iklim, gerekse otun yetiştiği yer sebebiyle değişeceğinden, bu miktarı İbn-i Sînâ’nın Kanun kitabından olduğu gibi alıp kullanmanın doğru olmayacağını, öte yandan Antakya sakamonyasının İstanbul’da Basra sakamonyası miktarınca verilmesinin yanlış neticeler verdiğini ifade eder. (Şaban Döğen, Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi, s. 132)
Görüldüğü gibi müslümanların ilimle münasebetleri rastgele değil son derece şuurlu ve verimlidir.
Müslümanlar, Astronomi gözlemlerine Ahmed en-Nihâvendî ile mîlâdî 800 senesinde başladılar. Daha sonra büyük rasathâneler kurdular. Usturlabı geliştirip Güneş, Ay, yıldızlar ve öteki gezegenlerin yüksekliklerini, zamanı, dağların yüksekliği ile kuyuların derinliğini ölçtüler. Çalışmalar neticesinde eski sâbiteler tashih edilip yeni yıldız katalogları hazırlandı. Birçok yeni yıldız keşfedildi, ekliptiğin meyli yeniden ölçüldü, Güneş’in doruk hareketi gözlendi ve sâbit yıldızların hareketiyle irtibatlandırıldı, gezegenlerin hareketleriyle ilgili diğer mühim keşifler gerçekleştirildi. Müslümanlar, matematiğin astronomiye uygulanışında yeni metotlar kullandılar. “Kirişler hesabı” yerine trigonometriyi ve “sinüsler hesabı”nı kullanarak çok daha sıhhatli ölçümlere ulaşabildiler. Ayrıca gezegenlerin hareketiyle alâkalı hesaplama tekniklerinde, daha evvel ulaşılanın çok ötesinde bir mükemmelliğe eriştiler.[16]
Müslümanlar bunun gibi Jeoloji, Mineroloji, Botanik, Zooloji, Matematik, Fizik, Kimya, Tıp, Eczacılık gibi pek çok alanda keşifler yaparak, bu ilimlerin gelişmesine büyük katkılar sağladılar. Meselâ İbn-i Sînâ (980-1037) 29 farklı konudaki keşifleriyle Avrupalı ilim adamlarına öncülük yapan büyük bir âlimdir. Tıp konusunda yazdığı el-Kânûn fi’t-tıp kitabı Avrupa üniversitelerinde 600 sene ders kitabı olarak okutulmuştur. Gözdeki retina tabakasının fonksiyonundan ilk bahseden İbn-i Rüşd’dür (1126-1198). Ali bin İsa’nın (XI. asır) göz üzerine yazdığı Tezkiretü’l-Kehhâlîn isimli eseri, asırlarca sahasında tek kitap olarak kalmış, Latince, Almanca, Fransızca gibi dillere tercüme edilmiştir. Ammâr bin Ali (XI. asır), 9 asır evvel göz ameliyatı yapmış ve kataraktı nasıl çıkardığını el-Müntehab fî ilâci’l-ayn isimli eserinde tafsilatıyla anlatmıştır. Bu kitap da Latince, Almanca gibi farklı dillere tercüme edilmiştir.
Optik ilminin kurucusu büyük fizikçi İbn-i Heysem (Alhazen) (965-1051) gözlüğü keşfetti. Ali bin Abbâs (994) asrımızın modern ameliyatlarına uygun bir şekilde kanser ameliyatı yaptı. Onun, Kitâbu’l-Melikî isimli tıp ansiklopedisi günümüzde bile hâlâ hayranlıkla incelenmektedir. Ebu’l-Kâsım ez-Zehrâvî (963-1013), cerrahlığı bağımsız bir ilim hâline getirdi, 200 kadar ameliyat âletinin resimlerini çizdi, neye yaradıklarını ve kullanış şekillerini Tasrîf isimli eserinde îzâh etti. Küçük kan dolaşımını 1210-1288 yılları arasında yaşayan İbnü’n-Nefîs keşfetti ve bunu İbn-i Sînâ’nın Kânûn kitabına yazdığı şerhte tafsilatıyla anlattı. Akşemseddin Hazretleri (1389-1459) Maddetü’l-hayât isimli kitabında ilk defa mikroplardan bahsetti.
Matematikte sıfır’ı ilk kullanan Hârizmî (780-850), el-Cebr ve’l-Mukâbele kitabıyla Cebir ilminin temellerini attı. Mûsâ’nın oğulları (IX. asır), dünyanın çevresini çok az bir hata ile ölçtüler. Pek çok ilim dalında keşifler yapan Bîrûnî (973-1051), dünyanın hem kendi etrafında hem de Güneş’in etrafında döndüğünü ispatladı, Hindistan’ın Nendene şehri yakınlarında yaptığı çalışmalar neticesinde yerin çapını ölçmeyi başardı. Bu mevzuda ortaya koyduğu kanun, Avrupa’da “Bîrûnî kâidesi” diye tanındı. Battânî (Albategni), 24 saniye farkla Güneş yılını hesapladı. İlk uçuş denemesini İsmail Cevherî (950-1010) yaptı. Uçağın öncülüğünü 880’de İbn-i Firnâs yaptı. Kuş tüyü ve kumaş geçirdiği uçağıyla uzun süre havada kaldı ve süzülerek yere indi. Râzî (864-925) yer çekiminden bahsetti. Kristof Kolomb (1446-1506) Amerika’nın varlığını müslümanlardan, bilhassa İbn-i Rüşd’ün (1126-1198) kitaplarından öğrendiğini kaydeder. İdrisî (1100-1166) 8 asır evvel, zamanımızın dünya haritalarına benzer haritalar çizebildi. Dineverî (v. 895) altı ciltlik büyük botanik ansiklopedisi Kitâbu’n-nebât’ı hazırladı. Bu eserinde bitkilerin sadece dış görünüşünü tarif etmekle kalmıyor, aynı zamanda besleyicilik değerinden, tıbbî ve diğer husûsiyetlerinden, yetiştikleri yerlerden bahsediyor ve onları tasnif ediyordu. Câhız (v. 869) hayvanların hayatı hakkında Kitâbü’l-hayevân ismiyle yedi ciltlik kocaman bir kitap bıraktı.[17]
Bunlar sadece bir kısım örneklerdir. Zikredilen eserler incelenirse müslümanların ilim konusunda insanlığa çok büyük hizmetler yaptığı görülür.
Müslümanlar ilmî çalışmalarını, Allah’ı daha iyi tanımak ve kullarına hizmet etmek sûretiyle O’nun rızasını kazanabilmek için yapmışlardır. Dolayısıyla faydasız ilimle uğraşmaktan kaçındıkları gibi ilmi insanların zararına kullanmaktan da uzak durmuşlardır.
Cat Stevens şöyle der:
“Bugün Batı’nın geliştirdiği çalışmalardan ancak çok az bir kısmı insanlığa hitap ediyor. Geri kalanı, belli bir kesimin diğerleri üzerine tahakkümü yönünde kullanılması için üretiliyor. Bugün bilimin sonuçlarının % 5’i insanın problemlerine çözüm getiriyorsa % 95’i tehdit edici yönde…” (İslâm Üzerine Konuşmalar, s. 39)
-
Adâleti Her Şeyin Üstünde Tutar
Cenâb-ı Hak mutlak adalet sahibidir. En ufak bir zulümde bulunmaz. O’nun güzel isimlerinden (esmâ-yı hüsnâsından) biri, mutlak adâlet sahibi mânâlarına gelen el-Adl ism-i şerîfidir.[18] Bu sebeple kullarından da her hususta tam bir adâlet ve hakkâniyet istemektedir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Ey îman edenler! Adâleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhine bile olsa Allah için şâhitlik eden kişiler olunuz…” (Nisâ, 135)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, öfkeliyken de sâkinken de adâletten ayrılmamayı emretmiş ve böyle davranabilenlere çok büyük mükâfatlar vaad etmiştir.[19]
İslâm, müslümanlara, düşmanlarına karşı bile adâletle hareket etmelerini emretmektedir:
“Ey îman edenler, Allah için adâletle şahitlik eden kimseler olunuz! Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin sizi adâletten saptırmasın! Âdil davranın, zîrâ takvaya en yakışan budur...” (Mâide, 8)
Süheyl bin Amr, Kureyşlilerin hatîbi idi. Sözün haddinden fazla tesirli olduğu bir devirde, devamlı İslâm aleyhine konuşur, insanları kışkırtırdı. Bu zât Bedir Gazvesi’nde esir düştü. Hz. Ömer:
“–Yâ Rasûlallah! Müsâade buyur, Süheyl’in ön dişlerini sökeyim de dili dışarı sarksın! Bundan sonra hiçbir zaman ve hiçbir yerde senin ve İslâm’ın aleyhinde konuşamasın?!” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bırak onu ey Ömer! Ben, onun uzuvlarına böyle bir zarar veremem. Şayet bunu yapacak olursam, peygamber olmama rağmen, Allah da aynısını bana yapar…” buyurdu. (İbn-i Hişâm, II, 293)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hayber kuşatması esnâsında müslümanların karşı tarafın hayvanlarına ve meyvelerine zarar verdiğini işittiğinde son derece kızarak bunu şiddetle yasaklamıştır. (Ebû Dâvûd, Harâc, 31-33/3050)
İslâm’da temel diyalektik veya çatışma, zalimler ve zulmü savunanlar ile âdiller ve adâleti savunanlar arasındadır. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur” buyrulur.[20] İnsan haklarına saygılı olan bir insan, ister müslüman olsun ister olmasın onunla müslümanların bir toplumda yaşaması mümkündür. Ancak, bir müslüman zulüm yapıyor ve insan haklarına saygı göstermiyorsa, ona karşı çıkmak da bir vazifedir. Dolayısıyla sosyal seviyede biz ve öteki arasındaki ayrımın mihengi zulüm ve adâlettir.[21]
Müslümanların adâlette ne seviyeye ulaştığını gösteren târihî bir misâl de şudur: Müslümanlar Humus şehrini idareleri altına almışlardı. Onları muhafaza ettikleri için de mâkul bir miktar vergi alıyorlardı. Bu esnâda Bizans Kralı Herakliyus büyük bir orduyla müslümanların üzerine yürüdü. Müslümanlar karşılarındaki gücün çok büyük olduğunu öğrenince endişelendiler. Humus ahâlîsinin ödediği vergileri kendilerine iâde ettiler ve:
“–Biz şu anda bir saldırıya mâruz kaldığımız için sizi muhâfaza ve müdâfaa etme imkânından mahrumuz. Siz artık işinizde serbestsiniz, dilediğiniz gibi hareket edebilirsiniz” dediler. Humus ahâlîsi:
“–Vallahi sizin idâreniz ve adâletiniz, bizim için daha önce içinde bulunduğumuz zulüm ve zorbalıktan daha sevimlidir. Sizin vâlinizle birlikte şehri Herakliyus’a karşı müdâfaa edeceğiz” karşılığını verdiler. Yahûdiler de kalkıp:
“–Tevrât’a yemin olsun ki bizi yenip perişan etmedikçe Herakliyus’un vâlisi, Humus şehrine giremez” dediler. Şehrin kapılarını kilitleyip düşmana karşı muhâfaza ettiler. Kendileriyle sulh yapılmış olan diğer şehirlerin hristiyan ve yahûdi ahâlisi de aynı şekilde hareket etti ve:
“–Şayet Rumlar ve onlara tâbî olanlar müslümanlara gâlib gelirse, biz yine eski zulüm ve zorbalık devrine döner, büyük sıkıntılar çekeriz. Keşke müslümanlar gâlip gelse de önceki anlaşmamız üzere yine onlarla birlikte olsak!” dediler. Allah Teâlâ, Rumları hezîmete uğratıp müslümanlara zafer bahşedince, şehirlerini müslümanlara açtılar, oyuncularını çıkarıp sevinç gösterilerinde bulundular ve vergilerini ödediler.[22]
-
Âlemşümûl Yâni Evrensel Bir Dindir
İslâm, bütün insanları ve cinleri kendisine dâvet etmektedir. Her insan; ırkı, rengi, cinsiyeti, memleketi ne olursa olsun müslüman olabilir. İnsanlığı mükellefiyetler ve haklar itibâriyle tanzim eden İslâm’da ancak ve ancak inananlar ve inanmayanlar diye iki “millet” kabul edilmiştir.[23]
Rahmeti bütün mahlukâtı ihâta etmiş olan Allah -celle celâlühû- tarafından beşerin saâdet ve selâmeti için gönderilen bir sistemin, bir avuç insana tahsis edilmesi, onun dışındakilerin bu nimetten mahrûm bırakılması aslâ mantıkî değildir. Bu vaziyet Allah’ın Rahmân ve Rahîm sıfatlarına da ters düşer. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Merhamet edenlere Rahmân olan Allah Teâlâ merhamet buyurur. Siz yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösteriniz ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsinler!” (Tirmizî, Birr, 16/1924)
Bu hadîs-i şerifte muayyen bir cins kastedilmiyor. Hatta sadece müslümanlar da kastedilmiyor. Yeryüzünde yaşayan bütün insanlara, hayvanlara ve nebâtâta merhamet edilmesi emrediliyor.
Kur’ân-ı Kerîm’de Peygamber Efendimiz’in bütün insanları Allah’a dâvet etmek için gönderildiği şöyle ifâde edilir:
“(Rasûlüm!) De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben, göklerin ve yerin sâhibi olan Allah’ın hepinize gönderdiği peygamberiyim...” (A‘râf, 158)
“(Ey Muhammed!) biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ, 107)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Benden önceki peygamberler, sadece milletlerine gönderilirlerdi. Ben ise, bütün insanlığa peygamber olarak gönderildim.” (Buhârî, Teyemmüm, 1)
Bu sebeple Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İslâm’ı sadece Araplara tebliğ etmemiş, daha hayattayken imparator ve krallara gönderdiği elçi ve mektuplarla Bizanslıları, İranlıları, Habeşistanlıları, Mısırlıları ve diğer milletleri İslâm’a dâvet etmiştir.[24]
İslâm aynı zamanda bütün zaman ve mekânlara da şâmildir. Belli bir zaman ve bölge ile sınırlı değildir. Nitekim bugün dünyanın her yerinde ve her milletten müslümanları görmek mümkündür. Bilhassa hac mevsimlerinde bu insanlar, Allah’ın emri üzere Kâbe’nin etrâfında toplanıp tek olan Allah’a ibadet ederek muhteşem bir İslâm birliği ve kardeşliği sergilemektedirler.
İslâm, insanların bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir yapıya sahiptir. İnsanların rûhî, fizîkî, şahsî ve içtimâî haklarını sağlayan; hayat, ölüm, ilâh, peygamber, melekler, şeytan, dünya, âhiret, mükâfât, cezâ, cennet, cehennem gibi hiçbir dînin iknâ ya da tatmin edici bir açıklamada bulunmadığı kavramları açıklığa kavuşturan bir hayat ve inanç sistemidir.
Bu durumu daha iyi idrak edebilmek için şunu hatırlamak yeterli olacaktır: Kur’ân, zulme uğramış zayıf insanlardan teşekkül eden ilk İslâm toplumunun ihtiyaçlarına cevap verebildiği gibi Atlantik Okyanusu’ndan Pasifik Okyanusu’na kadar hâkimiyet kurduğu ve yeryüzünün tek ve muazzam bir devleti hâline geldiği devirde de İslâm camiasının bütün ahlâkî ve hukûkî ihtiyaçlarını karşılamıştır. İşte bu câmia, inanç ve itikatları, ibadetleri, ictimâî hayatı, sosyal kanunları ve diğer ihtiyaçları ile ilgili bütün bilgileri her zaman için bu kitapta bulabilmiştir.[25]
-
İnsanları Birbirine Eşit Tutar
İslâm, hiçbir ırk, din, cins, toplum ve zümre ayırımı yapmaksızın bütün insanları ilâhî vahyin muhatabı ve aynı insanlık âilesinin fertleri kabul eder. İnsanlara aynı anne babadan geldiklerini bildirerek aralarındaki bazı farklılıkların düşmanlık sebebi değil karşılıklı iyi ilişkilere bir vesile olarak görülmesini telkin eder. İnsanların farklı ırklardan gelmeleri ve ayrı toplumlar teşkîl etmeleri, kendilerine verilen nimetler hususunda bir imtihan, insanlığın ortak ideal ve hedefleri için bir hayırda yarış ve iş birliği vesilesi olarak görülür.[26]
İslâm’a göre insanlar arasıdaki üstünlük, ırk, renk ve millet gibi mecbûrî ve elde olmayan bir tâlih meselesi ile değil, insanın irâde ve gayretiyle elde ettiği Cenâb-ı Hakk’a yakınlık ve takvâ derecesiyle ölçülür. Aynı şekilde zenginlik, güzellik, kuvvetli olmak, belli bir makam ve mevkîe yükselmek gibi şeyler de üstünlük vesîlesi değildir. Bunlar Allah’ın lutfettiği nimetler olup şükürlerinin en güzel şekilde edâ edilmesi gerekir. Her nimetin şükrü de kendi cinsinden olur. Bu dünyada insanlara verilen nîmetler, imtihan esnâsında talebeye sorulan suallere benzer. Bir talebe hiçbir zaman kendisine yöneltilen sorularla övünmeyi düşünmez, ancak verdiği cevaplar netîcesinde aldığı derecelerle sevinir. Mü’minlerin, imtihan için lutfedilen imkân ve nîmetleri Allah’ın rızâsı istikâmetinde kullanarak kazandıkları ecirler de ancak âhirette görüleceğinden, bu dünyada iken övünmenin ve kendini diğerlerinden üstün görmenin hiçbir mânâsı yoktur. Bilakis böyle bir davranış, büyük bir aldanış olur.
İslâm âlimlerinden Ebû Hâzim şöyle demiştir:
“Allah’a yaklaştırmayan her nîmet baş belâsıdır.”
Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, âlemlere rahmet olarak gönderildiği hâlde, bir keresinde kendi üstün vasıflarını bildirmek zorunda kalınca, bunları, “لَا فَخْرَ: Övünme yok” ifâdesini defâlarca tekrar ederek haber vermiştir.[27]
Allah -celle celâlühû- katında, O’nun emirlerine daha çok titizlik gösteren mü’min, böyle olmayanlardan daha üstündür.[28] Irk, ancak fânî olan cesede ait bir keyfiyettir. Cesed, rûha giydirilmiş bir kılıftan ibârettir. Rûh ise ebedîdir ve onun bir ırkı da yoktur. Zira bütün ruhlar Allah’tan gelmiştir.[29] Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur:
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerliniz, en çok takvâ sahibi olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurât, 13)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurur:
“Amelinin kendisini geride bıraktığı kişiyi, nesebi öne geçirmez.” (Müslim, Zikir, 38; İbn-i Mâce, Mukaddime, 17)
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke’yi fethettiği gün şöyle hitap etmiştir:
“Ey insanlar! Allah Teâlâ size câhiliye kibrini ve atalarla övünmeyi yasaklamıştır. İnsanlar iki sınıftır: Bir, iyilik ve takvâ sahibi olup Allah’ın değer verdiği kişiler; bir de günahkâr, kötü ve Allah katında kıymeti olmayan kimseler. Bütün insanlar Hz. Âdem’in çocuklarıdır. Allah Teâlâ ise Âdem’i topraktan yaratmıştır.” (Tirmizî, Tefsîr, 49/3270; Ebû Dâvûd, Edeb, 110-111/5116)
Vedâ hutbesinde de şöyle buyurmuştur:
“Ey İnsanlar! Dikkat edin: Rabbiniz birdir, babanız (Âdem) birdir. Dikkat edin! Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın Araba, kırmızı tenlinin siyah tenliye, siyah tenlinin kırmızı tenliye hiçbir üstünlüğü yoktur. Bunlar birbirlerine karşı ancak takvâ ile üstün olabilirler.” (Ahmed, V, 411)
-
Din ve Vicdan Hürriyetini Esas Alır
Cenâb-ı Hak şuurlu ve hür olarak yarattığı insana doğruyu ve yanlışı göstermiş, ancak hiçbir zaman irade hürriyetine müdahale etmemiştir. Herkes hür iradesiyle tercihte bulunacak, tercihinin neticesine de kendisi katlanacaktır. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“(Rasûlüm!) Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?” (Yûnus, 99)
“İsteyen iman etsin, isteyen küfrü tercih etsin.” (Kehf, 29)
“Eğer inkâr edecek olursanız bilin ki Allah sizden müstağnidir, hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Ancak kullarının inkâra sapmalarına râzı olmaz. Eğer şükrederseniz, bundan hoşnut olur.” (Zümer, 7)
Câhiliye devrinde, çocuğu yaşamayan kadınlar, “Eğer çocuğum yaşarsa onu yahudi yapacağım” diye adakta bulunurdu. Bu sebeple, Medîneliler müslüman olduğunda, bir kısmının çocukları yahûdilerin arasında bulunuyordu. Nadîroğulları yahûdileri, müslümanlarla yaptıkları anlaşmayı bozup ihânette bulununca Medîne’den sürülmelerine karar verildi. Sonradan yahûdi olan çocukların âileleri:
“–Çocuklarımızın yahûdilerle gitmesine müsâade etmeyiz, (onları zorla alıkoyup müslüman yaparız)” dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ “Dinde zorlama yoktur” âyetini indirdi.[30]
İslâm, prensiplerini insanlara cebir yoluyla kabul ettirmek istemez. Bu sebeple zorlamanın her şeklinden kaçınır. O kadar ki, fikrî zorlamadan bile uzak kalır. Meselâ, mûcize İslâm’ın temel yayılma vâsıtalarından olmamış, Hz. Peygamber’den hârikulâde hâdiselere dayalı mûcizeler istemek hoş karşılanmamıştır. İslâm, beşerin tekâmül ettiği bir devreye rastladığından, Kur’ân mûcizesiyle idrake ve akla hitap etmiştir. İnsanı aklî kanunlar ve iknâ edici deliller göstermek sûretiyle kendisine bağlamıştır. İşte bu sebeple maddî zorlamayı hiçbir zaman bir vasıta olarak kullanmamıştır.[31]
Zaten dinî hususlarda zor kullanmak insanları umûmiyetle “nifâk”a sevkeder ki bu da açık küfürden daha tehlikelidir. Samimiyetsiz yapılan ibadet de, “riyâ yani gösteriş” için yapıldığından şiddetle reddedilmiştir.
Ebû Râfî‘ -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: Kureyşliler beni Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e elçi olarak göndermişlerdi. Efendimiz’i görünce gönlüme İslâm’a girme arzusu düştü:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, vallahi ben Kureyşlilerin yanına asla dönmeyeceğim!” dedim. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ben ahdimi bozmam ve bana gelen elçileri alıkoymam. Sen şimdi Kureyşlilerin yanına dön! Eğer şu anda kalbine gelen (İslam’a girme arzusunu orada da) hissetmeye devam ediyorsan buraya geri gel!” buyurdu. Bunun üzerine Mekke’ye gittim, elçilik vazifemi bitirince Peygamber Efendimiz’e geldim ve müslüman oldum. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 151/2758)
Mekke’nin ileri gelen müşriklerinden Safvân, Fetih günü kaçmıştı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onun peşinden amcasının oğlu Vehb bin Umeyr’i gönderdi. Eman alâmeti olarak da kendi ridâsını verdi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu İslam’a dâvet ediyor ve yanına gelmesini istiyordu. İsterse İslam’ı hemen kabul edebileceğini, istemezse düşünmek için kendisine iki ay mühlet vereceğini bildiriyordu. Bunun üzerine Safvân, Peygamber Efendimiz’in yanına ridâsıyla birlikte geldi ve insanların arasında yüksek sesle nidâ ederek:
“–Ey Muhammed! İşte Vehb bin Umeyr! O senin ridân ile birlikte bana geldi ve senin beni dâvet ettiğini, istersem İslâm’ı kabul edebileceğimi, istemezsem bana iki ay mühlet tanıyacağını söyledi” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–İn devenden Ebû Vehb!” buyurdu. Fakat o:
“–Hayır, vallahi meseleyi benim için açıklığa kavuşturmadıkça inmem!” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Sana daha fazla, dört ay mühlet tanıyorum” buyurdu. Safvân kâfir olduğu halde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte sefere katıldı, Huneyn Gazvesi’nde ve Tâif kuşatmasında bulundu. Bir ay sonra da müslüman oldu. (Muvatta’, Nikâh, 44-45)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile görüşmeye gelen Necran hristiyanları, kendilerine mahsus ibadetin vakti gelince Mescid’de ayağa kalkmışlardı. Müslümanlardan bazıları onlara mâni olmak istedi. Ancak Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Onları kendi hallerine bırakınız!” buyurdu. Necran hristiyanları da doğuya dönerek ibadetlerini yaptılar.[32]
Hz. Ömer devrinde Ebû Ubeyde bin Cerrâh, hristiyan Humus halkıyla bir anlaşma yaptı ve canları, malları, surları, kiliseleri ve değirmenlerinin korunması karşılığında şehri teslim aldı. Yuhanna kilisesini, dörtte birinin cami yapılması şartıyla bu anlaşma dışında tuttu. Muâviye halife olunca bu kiliseyi Dımeşk’teki camiye dâhil etmek istedi. Ancak itirazlar üzerine bu fikrinden vazgeçti. Abdümelik bin Mervân aynı maksatla gayr-i müslimlere çok para vermesine rağmen yine onları râzı edemedi. Velid bin Abdülmelik de onlara bu kilise karşılığında büyük paralar ve farklı alternatifler sunmasına rağmen onları râzı edemeyince kiliseyi yıkıp camiye ilhak etti. Bu durum daha sonra halife olan Ömer bin Abdülaziz’e şikâyet edilince, o durumu araştırdı ve gayr-i müslimlerin haklı olduğunu görünce oranın sahiplerine iadesine karar verdi. Ancak bu sefer de müslümanlar camilerinin kiliseye dönüştürülmesine râzı olmadılar. Ömer bin Abdülaziz gayr-i müslimlerle görüşmeler yaptı, müslümanlar tarafından fethedilen Guta’daki bütün kiliseleri kendilerine bağışlayarak onları râzı etti ve mes’eleyi tatlıya bağladı.[33]
İngiliz tarihçi Philip Marshall Brown şöyle yazmıştır:
“Türkler büyük zafer kazanmalarına rağmen ele geçirdikleri bütün ülkelerin halklarına kendi örf ve geleneklerine göre kendilerini idare etme hakkını cömertçe tanıdılar.”
Napoleon Bonaparte, 1798-1799 yıllarında Osmanlı Devleti’ne saldırdığında, Filistin ve Suriye’de yaşayan Ermenileri isyan ettirmek istedi. Fransa’nın İstanbul’daki Büyükelçisi Sebasitiani ona şu cevabı verdi:
“Ermeniler buradaki hayatlarından o kadar memnunlar ki, isyan çıkarmak imkânsızdır.”[34]
-
Kolaylığı Prensip Edinir
Nihayetsiz merhamet sahibi olan Rabbimiz, kulları için daima kolaylık murâd etmiş ve İslâm’ı her yönden kolaylaştırmıştır. “Dini yaşamak” için dünyadan el etek çekmek, devamlı sıkıntı ve çilelere mâruz kalmak, bütün lezzetlerden uzaklaşmak gerekmez. İslâm’a girmek de, onu yaşamak da, en zayıf insanların bile kolayca yapabileceği kadar basittir.
Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez.” (Bakara, 185)
“O sizi seçti ve dinde sizin için bir zorluk da kılmadı.” (Hacc, 78)
“Allah, sizden ağır teklifleri hafifletmek istiyor. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır.” (Nisâ, 28)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- İslâm’ın kolaylık prensiplerinden birini şöyle haber verir:
“Allah Teâlâ Hazretleri meleklerine şöyle emreder: «Kulum kötü bir amel yapmak isterse, onu yapmadıkça yazmayın! Yapınca, onu aleyhine bir günah olarak yazın! Eğer benim rızâmı düşünerek kötülükten vazgeçerse bunu onun lehine bir sevap yazın! Kulum iyi bir iş yapmayı arzu ederse, yapmasa bile ona bir sevap yazın! Eğer onu yaparsa, en az on misli olmak üzere yedi yüz misline kadar sevap yazın!” (Buhârî, Tevhîd, 35; Müslim, Îmân, 203, 205)
Ashâb-ı kirâm, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mülâyim, kendisiyle kolay anlaşılan ve daima kolaylık gösteren bir insan olduğunu haber verirler.[35]
İslâm’ın kolaylık dîni olduğuna dair bâzı misaller verelim:
- İnsan, gücü ve imkânları nisbetinde sorumludur, ondan yapamayacağı şeyler istenmez, o elinde olmayan ve gücünün yetmediği şeyler sebebiyle hesaba çekilmez. (Bakara, 285)
- İslâm’da tedrîcilik esastır. İçki, fâiz, zinâ gibi yaygın günahlar birden değil üç dört merhalede yavaş yavaş yasaklanmıştır.
- Namaz kılmak için su ile abdest almak mecburiyeti vardır. Ancak su bulunamadığı veya kullanınca hastalanma ihtimali olduğu hallerde, toprakla teyemmüm edilir.
- Yolculara; yorgunluk, zaman darlığı gibi hikmetlere binaen dört rekâtlı farz namazları iki rekât olarak kılma ruhsatı tanınmıştır.
- Namazda ayakta durmak (kıyâm) farzdır. Ancak ayakta duracak gücü olmayanlar, durumlarına göre oturarak, yatarak veya îmâ ile namaz kılabilirler.
- Mü’minler gerek namazda gerekse günlük hayatlarında Kur’ân’dan kolaylarına gelen kısmı okurlar. Bu konuda insanları zorlayacak bir alt sınır yoktur. (Müzzemmil, 20)
- İbadet yapmak için husûsî mekânlara ihtiyaç yoktur. Temiz olan herhangi bir yerde ibadet edilebilir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Bütün yeryüzü bana mescid ve temiz kılındı. Binâenaleyh ümmetimden herhangi bir mü’min, namaz vakti gelince, hemen bulunduğu yerde namazını kılsın!” (Buhârî, Teyemmüm, 1)
- Oruç tutmak, kendisine zarar verecek derecede hasta olanlara ve yolculara zor gelebilir. Bu sebeple onlar Ramazan’da oruç tutup tutmama husûsunda serbest bırakılmışlardır. Tutmadıkları takdirde iyileşince veya seyahatten dönünce oruçlarını kazâ ederler.
- Hac yolunda hastalık, harp v.s. gibi bir sebeple emniyetsizlik varsa, hacca gitmesi farz olan müslümanlar, tehlike kalkıncaya kadar bunu tehir edebilirler.
- Cenâb-ı Hak; yetimleri kollamada, yemin keffâretinde, nikâhta, mehirde, talâkta, âilenin rızkını teminde, ibadette, kısasta, vasiyette, anlaşmalarda, borç alıp verirken velhâsıl her türlü muâmelede kolaylık göstermiş ve mü’minlerden de böyle davranmalarını istemiştir…[36]
Bu tür misalleri çoğaltmak mümkündür. Cenâb-ı Hakk’ın bu büyük lutfu karşısında biz de şöyle diyoruz:
“Dinde genişlik kılan Allah’a hamdolsun!” (Ahmed, VI, 166-167)
-
İyimserliği ve Ümidi Aşılar
İslâm, insanların iyimser olmasını ister. Cenâb-ı Hak; “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” buyurur.[37] Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur:
“Allah Teâlâ varlıkları yarattığında, arşın üstündeki kitabına; «Rahmetim gerçekten gazâbıma galiptir!» diye yazmıştır.” (Buhârî, Tevhîd, 15)
Bu inanç, müslümanların ümidvar olması için kâfîdir. Diğer taraftan; af, merhamet, sabır, tevekkül, teslîmiyet, hâle rızâ, hüsn-i zan gibi güzel hasletler müslümanı hayatta rahatlatmaktadır. Başa gelen musîbetlerin ve hastalıkların günahlara keffâret olması ve mânevî dereceyi yükseltmesi de hayatın yükünü hafifletme husûsunda mühim bir yere sahiptir. Elinden gelen şeyleri yaptıktan sonra kadere teslim olan ve Allah’tan gelen her şeye rızâ gösteren bir müslümanın kederlenmesi mümkün değildir. O, dâimâ huzur ve sükûn içinde mes’ûd bir hayat yaşar.
Îmansızlar ve günahkârlar için ise tevbe kapısı son âna kadar açıktır. Kişi ölüm emârelerini veya kıyamet alâmetlerini görünceye kadar her an iman ve tevbe edebilir. Ancak ölüm ve kıyamet, insanı âniden yakalayacağından, vakit kaybetmeden bir an evvel Allah’a yönelmek îcâb eder. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“De ki: Ey nefislerine zulmetmekte aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyiniz! Çünkü Allah bütün günahları affeder. Muhakkak ki O, Gafûr ve Rahîm’dir. Onun için ümidinizi kesmeyin de başınıza azap gelmeden evvel bir an önce Rabbinize yönelin ve O’na teslim olun! Yoksa sonra yardım göremezsiniz.” (Zümer, 53-54)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, insanların bazı şeylere uğursuzluk atfetmesini yasaklamış, bütün her şeye iyi ve müsbet bir nazarla bakmayı ve hayra yormayı esas kılmıştır.[38]
İslâm, suizandan kaçınmayı, insanlara daima hüsnüzan ile bakmayı tavsiye eder. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur:
“Ey îmân edenler! Zannın çoğundan kaçının! Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın!..” (Hucurât, 12)
Gereken tedbirleri aldıktan sonra, Allah’tan bir musîbet gelirse bunu da sabırla karşılar ve mükâfâtını O’ndan beklerler.
Müslümanlar, Allah’ın gazabından korkmakla birlikte rahmetinden de hiçbir zaman ümîdlerini kesmezler. Korku ile ümit duyguları arasındaki bu muvâzene; “beyne’l-havfi ve’r-recâ” şeklinde ifade edilir. Ölüm yaklaştığında ise, müslümanların Allah’a karşı duydukları hüsn-i zan daha da artar. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
«Her biriniz ölürken mutlaka Allah’a hüsn-i zanda bulunsun!»” (Müslim, Cennet 81, 82; Ebû Dâvûd, Cenâiz 13)
Maddî açıdan bakıldığında da müslümanlar karamsar olmazlar. Zira Allah Teâlâ bütün insanların rızkını tâyin etmiştir. Âyet-i kerimelerde şöyle buyrulur:
“Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin! Sizin de onların da rızkını biz veririz.” (En’âm, 151)
“Nice canlı var ki rızıklarını kendileri taşıyamaz (temin edemez.) Ama onları da sizi de rızıklandıran Allah’tır. O her şeyi hakkıyla işitir ve bilir.” (Ankebût, 60)
İnsan, kendisine rızık olarak ne takdir edilmişse ona mutlaka ulaşacaktır. Dolayısıyla bu hususta karamsar olmamalı, sadece rızık temini için gerekli sebeplere sarılmalıdır. Elden gelen her şeyi yaparak dürüst bir şekilde çalıştıktan sonra Cenâb-ı Hakk’ın verdiği rızka -az veya çok demeden- kanaat etmeli, onu Allah’ın râzı olacağı şekilde kullanmalıdır.
-
Sosyal Dayanışmaya ve Dinamizme Önem Verir
İnsan, yaratılışı îcâbı içtimâî bir varlıktır. Yalnız başına yaşayamaz. Ünsiyet kuracağı başka insanlara muhtaçtır. Bunun yanında, bir de zayıf yaratılmış olup bütün ihtiyaçlarını kendisi karşılayabilecek güçte değildir. Dolayısıyla insanlar, toplum hâlinde yaşamalı, birbirleriyle yardımlaşmalı ve Allah’a olan kulluklarını beraberce yapmalıdırlar. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:
“Allah’ın eli (yardımı) cemaatle birliktedir. Cemaatten ayrılan, cehennem yoluna ayrılmış olur.” (Tirmizî, Fiten, 7/2167)
“Cemaat rahmettir, tefrika ise azaptır.” (Ahmed, IV, 278)
İslâm’ın emrettiği cemaatle namaz, Cuma namazı, bayram namazları, hac, zekât, infak, kurban gibi ibadetler; cenaze merasimleri, düğünler, hasta ziyaretleri, akrabalarla ilişkileri kuvvetli tutma, ihtiyaç sahipleriyle meşgul olma gibi beşeri münasebetler, insanları hep içtimâîliğe teşvik etmektedir. Tabiî, insanlarla birlikte hareket etmenin getirdiği bazı sıkıntılar vardır. Onlara tahammül etmek fedâkârlık gerektirir. İslâm, toplum içinde yaşayıp insanların yükünü sırtlanan müslümanlara büyük mükâfatlar vaad etmektedir.
Büyük bir edep ve nezâket sahibi olan Peygamber Efendimiz, kaba ve anlayışsız insanların sıkıntılarına mâruz kaldığı hâlde, hiçbirini kırmaz, hepsine güzellikle muâmele ederdi. Amcası Abbâs -radıyallâhu anh-, Allah Rasûlü’nün bu durumuna acıyarak:
“–Yâ Rasûlallah! Bakıyorum insanlar size eziyet veriyor, kaldırdıkları tozlarla sizi rahatsız ediyorlar. Husûsî bir gölgelik edinseniz de insanlara oradan konuşsanız?!” dedi. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:
“–Hayır! Allah -celle celâlühû- beni içlerinden alıp huzûra kavuşturuncaya kadar aralarında bulunmaya devam edeceğim. Varsın ökçelerime bassınlar, elbisemi çekiştirsinler, kaldırdıkları tozlarla beni rahatsız etsinler!” buyurdu. (Bkz. Dârimî, Mukaddime, 14; İbn-i Ebî Şeybe, VII, 90; İbn-i Sa’d, II, 193)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ümmetine de aynı şeyi tavsiye ederek şöyle buyurur:
“İnsanların arasına karışıp onların ezâlarına katlanan müslüman, onlara karışmayıp, ezâlarına katlanmayandan daha hayırlıdır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 55/2507)
“Kişi kardeşinden müstağnî değildir. Tıpkı iki el gibi ki bunların biri diğerinden aslâ müstağnî olamaz.” (Deylemî, Firdevs, III, 409/5251)
“Mü’minler birbirleriyle karşılaştıklarında, birbirini yıkayan iki el gibidirler.”[39]
İslâm, rızık temini için çalışmayı, evlenip çoluk çocuk sahibi olmayı, infâk etmeyi, veren el olmayı, zamanı iyi değerlendirmeyi, âhireti kazanma yeri olan dünyadan âzamî derecede istifade etmeyi, doğruları bütün insanlara tebliğ edip onları yanlışlardan uzaklaştırmayı, malı, canı, ırzı, namusu, nesli ve vatanı müdâfaa etmeyi… emrederek insanları sosyal faaliyete ve dinamik bir hayat yaşamaya sevkeder. Zerre kadar hayır işleyenin de, zerre kadar yanlış yapanın da muhakkak karşılık göreceğini[40] zihinlere nakşederek daha dikkatli, zinde ve uyanık bir hayat yaşamayı sağlar.
İslâm, insanları içtimâîleşmeye teşvik ederken, hiçbir zaman onları ferdî ibadet ve tefekkürlerinden uzaklaştırmaz. Bütün içtimâî faaliyetlerini Allah rızâsı için ve ibadet niyetiyle yapmalarını tavsiye eder. “Halvet der encümen” prensibini koyarak “halk içindeyken bile Cenâb-ı Hak ile beraberlik şuurunu devam ettirmelerini” ister. Diğer bir ifade ile “El kârda, gönül Yâr’da” düstûrunca yaşamayı hedef gösterir.
Tefekkür-i mevt (zaman zaman ölümü düşünmek), kader inancı, tevekkül ve teslîmiyet gibi hususlar, bazılarınca yanlış anlatıldığı gibi, kesinlikle insanları atâlete ve ümitsizliğe sevketmez. Bilâkis mü’minleri daha dikkatli, azimli ve gönül huzûruyla çalışmaya alıştırır. Ölümü hatırlayan insan, zamanın azaldığını düşünerek daha çok ve daha kaliteli iş yapmaya azmeder, vaktini lüzumsuz şeylerle zâyî etmez. Nefis ve şeytanın sürüklemek istediği günahlara düşmez. Kadere inanan, tevekkül ve teslîmiyeti doğru anlayan mü’min, elinden gelen şeyleri yapmadan Allah’a güvenmenin ne kadar yanlış olduğunu bilir. Dolayısıyla gücü nisbetinde yapabileceği her şeyi yaptıktan sonra neticeyi Allah’a havale ederek rahat eder. Kadere inanmayan, tevekkül ve teslîmiyeti kabul etmeyen insanın da zaten bundan fazla yapabileceği bir şey yoktur. Böyle kimseler, Allah’a güvenmedikleri için yaptıkları işin neticesi hakkında devamlı endişe içinde olurlar ve sonuç istedikleri gibi çıkmayınca büyük bir rûhî çöküntüye uğrarlar. Kadere inanıp Allah’a güvenen mü’min ise, mesuliyetlerini yerine getirdikten sonra netice elde edemese bile niyetinin sevabını alır, bunun yanında aşırı derecede üzüntüye kapılmaktan da korunmuş olur. Yani hem maddî hem de mânevî yönden kârdadır.
-
İnsana En Üstün Değeri Verir
İslâm, insana mahlûkât içerisinde müstesnâ bir mevkî ve şeref bahşeder. Âyet-i kerimelerde şöyle buyrulur:
“Biz insanı en mükemmel sûrette yarattık.” (Tin, 4)
“Gerçekten biz insanoğlunu mükerrem/şerefli kıldık, karada ve denizde kendilerini taşıyacak vâsıtalar nasip ettik, onlara helâl ve hoş rızıklar verdik ve onları yarattığımız varlıkların pek çoğundan üstün kıldık.” (İsrâ, 70)
İnsana, hayattayken de vefât ettikten sonra da hürmet edilir. Bu sebeple İslâm’da, ölen kişilerin cesetleri, temiz ve münâsip bir yere hürmetle defnedilerek insan şeref ve haysiyetine uymayan durumlara düşmekten korunur.
Yâlâ bin Mürre -radıyallâhu anh- anlatıyor:
“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in yanında pek çok defâ seferlere katıldım. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, herhangi bir insan ölüsüne rastladığında, derhâl defnedilmesini emreder, onun müslüman mı yoksa kâfir mi olduğunu sormazdı.” (Hâkim, I, 526/1374)
Yine Peygamber Efendimiz:
“Ölünün kemiğini kırmak, aynen canlı bir insanın kemiğini kırmak gibi günahtır” buyurmuştur. (İbn-i Mâce, Cenâiz, 63)
Cenâzesine bile bu kadar ihtiram edilen insanın acaba canı ve rûhu ne kadar kıymetlidir?! Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur:
“…Kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir kişiyi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canın hayatta kalmasına vesîle olursa bütün insanlara hayat bahşetmiş gibi olur…” (Mâide, 32)
Bu sebeple bir insanın gerek başkasının canına, gerekse kendi canına kıyması şiddetle yasaklanmış ve böyle yapanlar için çok ağır cezalar konulmuştur.[41]
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bütün gazvelerinde düşmanın hezimete uğraması için dua etmiş, ancak helâk olmaları için dua etmemiştir. Hendek Harbi’nde melekler Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalbini kuvvetlendirmek için inmişler ancak savaşmamışlardır. Savaşmış olsalardı düşman askerlerinden pekçok kişi ölürdü. Yine Cenâb-ı Hak, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e Sabâ rüzgârıyla yardım etmiştir. Sabâ, helâk edici bir rüzgâr değildir. Soğuk olmasına rağmen yumuşaktır. Ancak düşmanı sarsar, çadırlarını söker, tencerelerini devirir, kalplerine korku verir. Bütün bunlar, Allah ve Rasûlü’nün merhametleri sebebiyledir. İnsanın helâki değil, gafletten uyanarak ıslâh olması istenmektedir. Nitekim Hendek Harbi’ne katılan ve hezîmete uğrayıp dönen müşriklerin hemen hepsi daha sonra Müslüman olmuşlardır. Hendek’te öldürülmüş olsalardı, ebedî bir hüsrâna dûçâr olacaklardı.[42]
Mevlânâ Hazretleri şöyle der:
“İnsanın gerçek değerini söylesem, ben de yanarım dünya da! Ama ne yazık ki insan değerini bilmedi, kendini ucuza sattı. İnsan aslında çok değerli bir atlas kumaş iken kendini hırkaya yama yaptı.” (Mesnevî, c. III, beyt: 1000-1001)
Cenâb-ı Hak, günahkâr kullarını bile muhafaza ederek onların arkasından konuşmayı (gıybet) büyük günahlardan saymıştır. İnsanlarla alay etmeyi, onları ayıplamayı, kötü lakaplarla çağırmayı, taklitlerini yapmayı, haklarında kötü zanda bulunmayı; kusurlarını, gizli ve mahrem hallerini araştırmayı kesin bir dille yasaklamıştır.[43] Cenâb-ı Hak kendisiyle ilgili hakları affedebileceğini, ancak kul haklarını affetmeyip bunu, hakkı gasp edilen kişinin iradesine bırakacağını bildirmiştir.
İslâm, büyük bir kıymet verdiği insana, kendi şeref ve haysiyetine münâsip haklar lütfetmiştir.[44] İslâm’a göre, insanın var olması, onun temel insan haklarına sahip olmasının yeterli sebebidir. Âdemiyeti yani insan olma husûsiyetini insan haklarının esası sayan İslâm hukukçuları, âlemşümûl bir yaklaşım benimsemiş, hiçbir zaman insanlar arasında din, ırk, cinsiyet, sınıf ve vatandaşlık ayrımı yapmamışlardır.[45]
Dipnotlar:
[1] Kur’ân-ı Kerîm, Meryem Sûresi, 42-47. [2] Tekvîn, 1:26-28; 4:26; 6:9. [3] Çıkış, 20:2-3; Tensiye, 6:4-5. [4] Markos, 12:28-29. [5] Âl-i İmrân, 64. Prof. Dr. Ö. F. Harman, “İslam” mad., DİA, XXIII, 4. Teslis inancını ilk defa ortaya atan Pavlus, yahudiler tarafından ölümle tehdit edilince kuzeye kaçmış ve teslise dayalı Hristiyanlığı tebliğ etmeye başlamıştır. O zamanlar birçok hristiyan tarafından reddedilen teslis inancı, daha sonraları Yunanlıların çok tanrılı dinlerinden etkilenen Bizans idarecileri tarafından hristiyanların resmî dini hâline getirilmiştir. Fred Reed, Shattered İmages isimli kitabında Hristiyanlık’taki tevhit inancının nasıl tahrip edilip teslise dönüştürüldüğünü tafsîlâtıyla anlatır. [6] Lokmân, 13; Nisâ, 48. [7] Nisâ, 48, 116. [8] “İnsanın, başkasının amellerine bakması bir anlam ifade etmez. Zira o, ne hasenelere sevap verebilir, ne de kötülükleri cezâlandırabilir. Amellere ancak onları emreden ve yasaklayan Allah Teâlâ bakabilir. Hasene işleyenleri mükâfatlandırır, seyyie işleyenleri de cezâlandırır. Kula yakışan, kendi ayıp ve kusurlarına bakıp onları ıslâh etmesi ve geçmiş hatâlarından dolayı tevbe etmesidir.” (el-Bâcî, el-Müntekâ şerhu’l-muvatta’, Mısır 1332, VII, 311) [9] Tirmizî, Kıyamet, 1/2417. [10] Bkz. Buhârî, Savm 55, 56, 57, Teheccüd 7, Enbiyâ 37, Nikâh 1, 89; Müslim, Sıyâm 181-193; Ebû Dâvûd, Savm, 55/2428. [11] İbn-i Mâce, Mukaddime, 17. [12] Kalem, 1; Zuhruf, 2; Duhân, 2; Lokman, 27; Nisâ, 127; Zümer, 1; Mü’min, 2, 67; Bakara, 2, 164, 266; Âl-i İmrân, 118; En’âm, 32, 50; Rûm, 8; Yâsîn, 68; Câsiye, 13… [13] Prof. Dr. M. Hamîdullah, İslâm’a Giriş, s. 243-264. [14] Robert Briffault, The Making of Humanity, p. 190. [15] Tirmizî, İlim, 19/2687; İbn-i Mâce, Zühd, 15. [16] Prof. Dr. Seyyid Hüseyin Nasr, Islamic Science (İslam ve İlim), s. 113-134. [17] Bu konudaki zengin kaynaklar ve misaller için şu eserlere bakılabilir: Prof. Dr. Fuat Sezgin, Science et technique en Islam I-V, Frankfurt, 2004 (İslam’da Bilim ve Teknik I-V, Ankara 2007) ve diğer kitapları; Prof. Dr. Seyyid Hüseyin Nasr, Islamic Science, An Illustrated Study, World of Islam Festival Pub. Co. Ltf., England, 1976 (İslam ve İlim, İstanbul 1989); Dr. Sigrid Hunke, Allahs Sone über dem Abendland-Unser Arabischen Erbe, Germany 1960 (Avrupanın Üzerine Doğan İSLAM GÜNEŞİ, İstanbul 1991); Prof. Dr. M. Hamîdullah, İslâm’a Giriş, s. 243-264; http://www.1001inventions.com; Carra de Vaux, Les Penseure de l’Islam, Paris 1923; Avicenne, Paris 1900; Prof. Dr. Mehmet Bayraktar, İslâm’da Bilim ve Teknoloji Tarihi, Ankara 1985; Ahmet Gürkan, İslâm Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, İstanbul 1969. [18] Tirmizî, Deavât, 82/3507. [19] Heysemî, I, 90; Ebû Nuaym, Hilye, II, 343; VI, 268-9. [20] Bakara, 193. [21] Prof. Dr. Recep Şentürk, İnsan Hakları ve İslâm, s. 22. [22] Belâzurî, Fütûhu’l-büldân, Beyrut 1987, s. 187. [23] Her insan kendi devrindeki peygamberin ümmetidir. Hz. Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in peygamber olarak gönderilmesinden sonraki bütün insanlar da onun ümmetidir. Lâkin bunların bir kısmı onun peygamber olduğuna îman ederken bir kısmı da inkâr etmektedir. [24] Bu mektupların metinleri elimizde olduğu gibi bir kısmının bizzat orijinal hâli de İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi’nde ziyâret edilebilmektedir. Mektupların fotoğrafları ve tahlilleri için Prof. Dr. M. Hamidullah’ın Six originaux des lettres diplomatiques du prophete de İslam, Paris 1985 / Hazret-i Peygamber’in Altı Orijinal Diplomatik Mektubu, trc. Mehmet Yazgan, İstanbul 1998; İslâm Peygamberi; el-Vesâiku’s-siyâsiyye isimli eserlerine bakılabilir. [25] M. Hamidullah, Kur’ân-ı Kerîm Tarihi (Le Saint Coran’ın giriş kısmı), s. 23. [26] Mâide, 48; Bakara, 148. [27] Tirmizî, Menâkıb, 1/3616; Dârimî, Mukaddime, 8. [28] Hucurât, 13. [29] Hicr, 29; Secde, 9; Sâd, 72; Enbiyâ, 91; Tahrîm, 12. [30] Bakara, 256. Ebû Dâvûd, Cihâd, 116/2682; Vâhidî, s. 85-87. [31] Prof. Dr. Seyyid Kutup, İslâm’ın Dünya Görüşü, s. 32-33. [32] İbn-i Hişâm, II, 202-207; İbn-i Sa’d, I, 357; Beyhakî, Delâil, IV, 382-387; Halebî, İnsânu’l-uyûn, III, 235. [33] Doç. Dr. Bahâüddin Varol ve dğrl, Cahiliye Toplumundan Günümüze Hz. MUHAMMED, s. 286; Prof. Dr. M. Hamîdullah, İslâm’a Giriş, s. 237. [34] Bkz. http//www.atmg.org/ArmenianProblem.html. [35] Müslim, Hacc, 137. [36] Bakara, 178, 180, 220-241, 280; Nisâ, 6, 19, 25; Talâk, 2, 6, 7. [37] A‘râf, 156. [38] Buhârî, Tıb, 19; Müslim, Selâm, 102; Ebû Dâvûd, Tıb, 24/3919. [39] Suyûtî, Câmiu’l-Ehâdîs, no: 21028; Deylemî, Firdevs, IV, 132/6411; Sülemî, Âdâbu’s-sohbe, Mısır 1410, I, 95/128. [40] Zilzâl, 7-8; En’âm, 104; Zümer, 1; Fussilet, 46; Câsiye, 15. [41] Buhârî, Diyât, 21; Tıbb, 56; Müslim, Îmân, 175. [42] Halil bin İbrahim Mollâhâtır, Delâilü’n-Nübüvve fî Ğazveti’l-Handek, Cidde 1431, s. 55-59. [43] Hucurât, 11-12. [44] Bu hususta tafsîlât için bkz. Kadir Mısıroğlu, İslâm Dünya Görüşü, İstanbul 2008, s. 200-201; Prof. Dr. Recep Şentürk, İnsan Hakları ve İslâm, İstanbul 2007. [45] Prof. Şentürk, a.g.e, s. 13, 21.
Kaynak: Murat Kaya, Ebedi Kurtuluş Yolu, Erkam Yayınları