İslam'ın Cahiliye İnsanına Kazandırdıkları
İslâm, Câhiliye toplumunun yanlış âdetlerini kaldırıp yerine en güzel ve en mükemmel hayat düsturları getirdi. Câhiliye insanının kontrolden çıkmış, taşkın öfkesini, hilim, sabır, hak ve adâlet gibi yüksek vasıflarla dizginledi. Şuursuz cesaretini duygusallıktan ve nefsâniyetten arındırıp aklîleştirdi. Nefsânî şecaatini müsbet gâyelere istikâmetlendirdi. Onu, hak ve adâletin yerini bulması gibi ulvî idealler uğrunda kullanmayı öğretti.
- İBÂDETLER VE MUÂMELÂT, DÜNYEVÎ MENFAATLERE KURBÂN EDİLMİŞTİ
İbadetlerin çoğu unutulmuş, geriye kalanlar da tahrifâta uğramıştı. Hac, umre, kurban gibi bir kısım ibadetleri, yanlış îtikadları ve menfaatlerine göre eğip bükmüş, tanınmaz hâle getirmişlerdi. Hattâ ibadete ehemmiyet veriyoruz diye ahlâksızlığa revaç veriyorlardı. Hacıları çıplak olarak tavaf ettiriyorlardı. Daha sonra da onlara elbise vererek gurur ve kibirlerini palazlandırıyorlardı.
Muâmelâtın tek kâidesi kuvvet idi. Hak, öncelik ve üstünlük, kuvvetliye âitti, zayıfın hiçbir hakkı yoktu. Toplumda emniyet, huzur ve âsâyişten eser kalmamıştı.
TERK EDİLMEMİŞ OLAN AHLÂKÎ VASIFLAR DA, ASLINDAN UZAKLAŞTIRILMIŞTI
Ahlâkî vasıflardan hayatta kalabilen birkaç kâide de, nefsânî menfaatlere dayalı bir hâl almıştı. Ya ifrat derecesine vardırılmış veya son derece cılızlaştırılmıştı. Faziletler, güç gösterisi hâline gelmişti. Cömertlik nâmına israf ediliyor, iffet ve nâmus adına dünyanın en fecî cinâyetleri işlenerek kız çocukları diri diri toprağa gömülüyordu.
Evet, Câhiliye insanı yiğitti; silahını yanından ayırmazdı. Şecaat ve cesaret onun seciyesiydi. Ancak, onun yiğitliği, kendi kabilesi uğruna öldürdüğü insanların sayısıyla ölçülürdü. Onun şecaati, benlik ve gururundan gelirdi. Şecaat ve cesaret gösterisinin altında ferdî ve kabilevî üstünlüğünü ispatlama arzusu yatardı. Bu yüzden kabileler arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen savaşlar, onları hem maddeten hem de mânen perişan ediyordu.
İslâm, Câhiliye toplumunun yanlış âdetlerini kaldırıp yerine en güzel ve en mükemmel hayat düsturları getirdi. Câhiliye insanının kontrolden çıkmış, taşkın öfkesini, hilim, sabır, hak ve adâlet gibi yüksek vasıflarla dizginledi. Şuursuz cesaretini duygusallıktan ve nefsâniyetten arındırıp aklîleştirdi. Nefsânî şecaatini müsbet gâyelere istikâmetlendirdi. Onu, hak ve adâletin yerini bulması gibi ulvî idealler uğrunda kullanmayı öğretti.
Câhiliye insanı cömert ve misafirperverdi. Fakat onda bu faziletlerin gayesi, kendisinin ve kabilesinin medh ü senâ edilmesine zemin hazırlamaktı. En yüksek ideali, hürmet görmek; asâleti, sehâveti ve cesareti ile herkes arasında şan, şöhret ve nâm kazanmak, insanlar üzerinde korku ve hayranlık uyandırmaktı. Bu sebeple bir anda altı-yedi koyun kesilir, sadece ciğerleri alınıp kebap yapılır, kalan kısımları atılırdı.
İslâm, cömertlik ve misafirperverliği devam ettirmekle beraber, bunlara ahlâkî bir muhtevâ kazandırdı. Müslümanlar cömertlik yaparken, gösterişten uzak kalıyorlar, sadece Allâh’ın rızâsını talep ediyorlardı. Zira insanların kalbine, Allâh’ın Mâlikü’l-Mülk olduğu şuuru yerleştirilmişti.
Buna göre hakikatte bütün mülk, Allâh’a âittir; insanlar sadece birer emanetçidirler.[1] Mal ve mülk üzerinde sınırlı ve sorumlu bir tasarruf yetkileri vardır. Dolayısıyla insana emanet olarak verilen malı, Allâh’ın râzı olacağı şekilde ve O’nun gösterdiği istikâmette kullanmak zarûrîdir. Allâh’ın mülkünü O’nun kullarına hizmette kullanmak, mahlûka himmet yoluyla Hâlık’a hizmet etmek gerekir.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Veren el, alan elden üstündür.” buyuruyordu.[2] Fakat verirken sırf Hak rızâsı için infâk etmek, gururdan uzak kalmak ve herhangi bir dünyevî menfaat gözetmemek îcâb ediyordu. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm bütün insanlara:
“Biz size Allah rızâsı için ikram ederiz; sizden bir karşılık ve bir teşekkür beklemeyiz!”[3] demelerini telkin ve tâlim ediyordu.
İslâm, isrâfı da yasaklamıştı. Artık Asr-ı Saâdet toplumunda cömertlik duygularıyla kesilen koyunun bir parçası bile israf edilmiyordu. Yine cömertlik ve diğergâmlık duygusu sebebiyle bir koyun kellesinin yedi âileyi dolaşıp yine aynı yere döndüğü oluyordu.
CAHİLİYE İNSANI VE İSLAM AHLAKI
Çöl hayatı, Câhiliye insanını ibtidâî bir hürriyet fikrine yöneltmişti. Onlar hiçbir otorite tanımaz, otoritenin her türlüsüne baş kaldırırlardı. Bunun bir neticesi olarak merkezî bir idâre yoktu. İctimâî birlik, nâdir hâllerde kabileyi aşardı. Ne sistem olarak ne de müessese olarak müeyyideli bir hukuk düzeni vardı. Anlaşmazlıklar ya aceleyle tespit edilen hakemlere havâle edilir veya daha çok kaba kuvvet ve silâhla hâlledilirdi.
İslâm, insanların sadece bir kısmı için geçerli ve sınırsız olan bir hürriyet fikrine karşı çıktı. Kur’ân-ı Kerîm’in, îmanlı bir kölenin hür bir müşrikten daha kıymetli olduğunu îlân etmesi[4] müşrikleri çileden çıkardı. Bu sebeple İslâm’a en büyük tepki, hürler denen mütegallibe sınıfından geldi. Onlar, Peygamber Efendimiz’e, çevresindeki köleleri ve zayıfları kovduğu takdirde kendisi ile müzâkereye oturabileceklerini bildirmişlerdi ki, Cenâb-ı Hak bunu kesinlikle reddetti.[5]
İslâm ahlâkı, meseleyi önce ruh plânında istikâmetlendirdi; hürriyet fikrini ahlâkî bir zemine oturttu. İnsanın, kendi hürriyetini kendi vicdanında bizzat kendisinin sınırlandırmasını temin edecek tedbirler getirdi.
Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Allah insana şah damarından daha yakındır.” (Kāf, 16)
“O, insanın, gizli açık, bütün yaptıklarından haberdardır.” (el-Bakara, 77; el-En‘âm, 3)
MÜSLÜMAN KENDİ HAREKETLERİNİ KONTROL ETMEK ZORUNDA
Şu hâlde Müslüman, kendi hareketlerini ve hattâ temâyüllerini kontrol etmek zorundadır. Bu temel düşünce, Câhiliye insanının rûhunda, hayat telâkkîsinde ve değerler dünyasında çok derin ve o nisbette süratli bir inkılâp meydana getirdi. Artık insan hem beşerüstü otoritenin, hem kendi vicdanının, hem de zâhirî iktidârın buyruğu altına girmişti. Bir hususta ihtilaf çıktığında, artık çözüm için kaba kuvvete başvurulmuyor, Allah ve Rasûlü’nün hükümlerine müracaat ediliyordu. Bütün müslümanlar, “Allâh’a, Rasûlü’ne ve kendilerinden olan ülü’l-emr’e itaat” etmek gerektiğini kabul etmişlerdi.[6]
Câhiliye döneminde yardımlaşma ve dayanışma temâyülü de asabiyet (kabilecilik) gayretinden öteye geçmez; kişinin tâbî olduğu kavmin dışına taşmazdı. Câhiliye insanı başkalarına, kan bağı bakımından uzaklığı nisbetinde acımasızdı. Onun gözünde, başka insan ve varlıklar, kendisine fayda sağladığı nisbette değerliydi. Bu sebeple Câhiliye devrinde, başkalarının malını gasbetmek husûsunda insanları durduracak herhangi bir sınır tanınmıyordu. Ellerinden gelirse, çalıştırdıkları kişilerin ücretlerini gasbetmekten bile çekinmezlerdi.
İslâm, yardımlaşma ve dayanışma temâyülünü, kabîle taassubundan kurtararak, ahlâkî prensiplerle yücelen bir insan sevgisi ve merhamet duygusu üzerine kurdu. İslâm inancı etrafında toplanan bütün insanlara kardeş nazarıyla bakmayı ve onları bir bedenin muhtelif uzuvları gibi görmeyi öğretti.[7]
KARDEŞİN ZALİM DE OLSA MAZLUM DA OLSA ONA YARDIM ET!
Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Kardeşin zâlim de olsa mazlum da olsa ona yardım et!” buyurmuştu. Bunu işiten müslümanlar, bir zamanlar kabile ırkçılığının temel kâidesi olan bu sözün Allah Rasûlü’nün ağzından çıkmasına hayret etmiş olmalılar ki, içlerinden biri:
“–Yâ Rasûlâllah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim. Ancak zâlimse nasıl yardım edebilirim?” diye sordu.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- İslâmî anlayışın inceliklerinden birini gösteren şu muhteşem cevâbı verdi:
“–Onu zulümden alıkoyar, zulmüne mânî olursun. Şüphesiz ki bu, ona yardım etmektir.” (Buhârî, Mezâlim 4, İkrâh 6. Ayrıca bkz. Tirmizî, Fiten, 68)
Böylece İslâm, Câhiliye ahlâkındaki yanlış “yardım” anlayışını da düzelterek özüne döndürmüştü. Artık sadece “iyilik ve takvâ” husûsunda yardımlaşmak vardı; “kötülük ve düşmanlık” husûsunda yardımlaşmak ise kesin bir sûrette yasaklanmıştı.[8]
DİPNOTLAR
[1] Bkz. Âl-i İmrân, 26; en-Nûr, 33.
[2] Buhârî, Vasâyâ, 9; Müslim, Zekât, 97.
[3] el-İnsan, 9.
[4] Bkz. el-Bakara, 221.
[5] Bkz. el-Kehf, 28.
[6] Bkz. en-Nisâ, 59.
[7] Bkz. Buhârî, Edeb, 27.
[8] Bkz. el-Mâide, 2.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Asr-ı Saâdet Toplumu, Erkam Yayınları