İslam’ın Güler Yüzü ile İlgili Örnekler
İslâm’ın güler yüzü nasıl gösterilir? İslâm’ın güler yüzünü sergileyebilmenin en güzel yolu.
Kâmil bir mü’min, bütün mahlûkâta karşı müşfik ve mütebessim olur. Yaratılanları Yaratan’dan ötürü sever ve sayar. İslâm’ı en güzel şekilde anlayarak onun güler yüzünü, insanlara, hayvanlara ve cemâdâta ilâhî bir lutuf olarak takdim eder. Böyle mü’minlerden oluşan bir toplumun huzur içinde olacağı muhakkaktır.
İslâm, insanları dâimâ huzur ve saâdete sevk eden ilâhî bir dîndir. Asıl mesele, Müslümanların onu aslî muhtevâsıyla kavrayıp temsil edebilmeleridir. İslâm’ı lâyıkıyla yaşayıp, getirdiği güzellikleri insanlara sergilediğimizde, onu kabul etmeyecek hiçbir insaflı insan bulunamaz. Müslümanlar, dînlerinin güler yüzünü bütün âleme gösterebildikleri takdirde, her akıllı kişi İslâm’ın va’dettiği ebedî saâdeti idrâk edecek ve onun bütün güzellikleri ihtivâ eden huzurlu iklîmine girmek için can atacaktır.
Zulüm ve bâtılın karanlık sokaklarında bunalan, korku ve endişeler içinde boğulan insanlar, hep İslâm’ın güler yüzüyle saâdete kavuşmuşlardır. İslâm’ı bilmeyen veya yanlış tanıyan niceleri, Allah dostlarının hayâtında onun hakîkî çehresini görünce hayran kalmışlardır. Nitekim İslâm’ın şefkat ve merhametini sergileyen gönül ehli Hak dostları, nice kararmış ve katılaşmış kalpleri yumuşatarak hidâyet yoluna sevk etmişlerdir.
İslâm’ın güler yüzünü sergileyebilmenin en güzel yolu, onu güzelce öğrenmek ve Allah Rasûlü’nün Sünnet-i Seniyyesi istikâmetinde hayâtımıza tatbik etmektir. İslâm’ın güler yüzü, evvelâ bizim hayâtımızda, yâni hâl ve davranışlarımızda sergilenmeli, daha sonra da sözlü veya yazılı bütün ifâdelerimizde temâşâ edilmelidir.
İSLAM’IN GÜLER YÜZÜ İLE İLGİLİ ÖRNEKLER
Sâib bin Ebi’s-Sâib -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Allah Rasûlü’nün yanına gittim. Ashâb-ı kirâm beni medhetmeye ve hakkımda güzel şeyler söylemeye başladılar. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Ben onu sizden daha iyi tanırım!» buyurdu.
Ben de bunun üzerine:
«–Doğru söylediniz, anam-babam Siz’e fedâ olsun ey Allâh’ın Rasûlü! Siz benim ortağımdınız, hem de ne iyi bir ortaktınız!.. Ne karşı koyardınız ne de münâkaşa ederdiniz.» dedim.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 17/4836; İbn-i Mâce, Ticârât, 63)
Fahr-i Kâinât Efendimiz’de İslâm’dan evvel de müşâhede edilen bu nezâket, zarâfet, güler yüz ve mülâyemet, insanların müslüman olmasını kolaylaştırmıştır.
Hz. Peygamber’in İnsanlara Muamelesi
Zeyd bin Hârise -radıyallâhu anh- sekiz yaşında iken Benî Kayn süvârileri tarafından yapılan bir baskında kaçırılıp köle olarak satılmak üzere Ukaz Panayırı’na götürülmüştü. Hakîm bin Hizâm, onu, halası Hazret-i Hatîce için dört yüz dirheme satın aldı. Âlemlerin Efendisi Zeyd’i görünce:
“–Bu köle benim olsaydı muhakkak onu âzâd ederdim!” buyurdu.
Hazret-i Hatîce büyük bir memnûniyetle:
“–Öyleyse Sen’in olsun!” dedi.
Peygamber Efendimiz de onu hemen âzâd etti. (İbn-i Hişâm, I, 266; İbn-i Sa’d, III, 40)
Zeyd’in babası, oğlunun kaybolmasına çok üzülmüş ve onu aramaya çıkmıştı. Oğlunun Mekke’de olduğunu hacılardan öğrenince, hemen kardeşiyle birlikte yola çıkıp Âlemlerin Efendisi’ni buldular. O’na Zeyd için gereken bedeli vermeye hazır olduklarını söyleyerek, ödeyecekleri miktar husûsunda insaflı davranmasını istediler. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Bundan başka bir çözüm yolu olamaz mı?” buyurdu.
“–Nedir o?” diye sorduklarında da:
“–Onu çağırın ve tercihinde serbest bırakın! Eğer sizi seçerse hiçbir bedel ödemenize gerek yok! Eğer beni tercih ederse, vallâhi benimle kalmak isteyeni hiç kimseye tercih etmem!” buyurdu.
Zeyd’in babası ile amcası:
“–Sen bize çok insaflı davrandın, büyük lutuf ve ihsanda bulundun!” diyerek memnûniyetlerini ifâde ettiler.
Zeyd ise:
“–Vallâhi ey Muhammedü’l-Emîn! Ben hiç kimseyi Siz’e tercih etmem! Siz benim için anne ve baba makâmındasınız. Ben ancak Siz’in yanınızda kalırım.” cevabını verdi.
Baba ve amcasının sitem dolu sözlerine karşı da:
“–Ben bu zâttan öyle şeyler gördüm ki, hiç kimseyi O’na tercih edemem ve O’ndan hiçbir zaman ayrılmayacağım!” dedi.
Fahr-i Kâinât Efendimiz, Zeyd’in sadâkatini görünce, onu elinden tutarak Kâbe’ye götürdü ve:
“Ey insanlar! Şâhit olunuz ki Zeyd benim oğlumdur, ben ona vârisim, o da bana vâris olacaktır.” diyerek onu evlât edindi.[1]
Zeyd -radıyallâhu anh-’ın babası ve amcası bunu görünce, gönül huzuruyla memleketlerine döndüler. (İbn-i Hişâm, I, 267; İbn-i Sa’d, III, 42)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in insanlara karşı muâmele ve muâşereti öyle güzeldi ki, hiç kimse O’ndan ayrılmak istemiyordu. O’nun şefkat ve merhamet deryası olan yumuşak tabiatına, dâimâ bir gül bahçesi gibi mütebessim çehresine, velhâsıl güzel ahlâkına herkes meftûn oluyordu.
Peygamberimizin İslam’a Daveti
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Huneyn’de elde edilen ganimetleri bir müddet bekletmiş, daha sonra taksim etmişti. Bu taksim işinde yavaş davranmasının hikmeti, ancak Cîrâne’ye gelişinin onuncu günü anlaşılabildi. Mağlûb olan Hevâzin Kabîlesi’nden bir heyet, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek, Müslüman olduklarını bildirdiler. Bu vesîleyle de esirlerinin ve mallarının geri verilmesini talep ettiler. Bu esnâda Sa’doğulları’ndan biri ayağa kalktı ve:
“–Yâ Rasûlallah! Şu gölgeliklerde bulunanlar, Sen’in süt halaların, teyzelerin ve Sana süt emzirip bakmış olan kadınlardır! Eğer biz, Şam veya Irak kralını emzirmiş ve şimdiki duruma düşüp de kendilerinden şefkat ve ihsanlarını talep etmiş olsaydık, bizden esirgemezlerdi. Hâlbuki Sen, süt emzirilip bakılanların en hayırlısısın!” dedi.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“–Ben ganimet taksimini bugüne kadar beklettim. Ama siz hayli geciktiniz! Şimdi ya esirleriniz, ya da mallarınızdan birini seçin!..”
Bunun üzerine, gelen heyet, esirlerini tercih ettiler. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“–Ben, bana ve Abdülmuttaliboğulları’na düşen esirleri size bağışlıyorum. Diğerleri için de yarın öğle namazından sonra bana geliniz!” buyurdular.
Ertesi gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbını toplayarak onlara meseleyi anlattı. Kendisinin payına düşen esirleri serbest bıraktığını da bildirerek şöyle buyurdu:
“–Sizden her kim, esirlerini bedelsiz, gönül rızâsı ile vererek kardeşlerini memnun etmekten hoşlanırsa, böyle yapsın! Her kim de kendi payına düşeni bedelsiz olarak vermek istemezse, bunu Allâh’ın ihsân edeceği ilk ganimetten öderiz. Dileyen de böyle yapsın!..”
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in ashâba mürâcaat etmesi, esirlerin onların hakkı olması sebebiyle idi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, payına düşen esirleri bırakıp kendilerinden de bunu talep etmesi üzerine, bütün ashâb-ı kirâm aynı fazîletten nasîb alabilmek için, gönül hoşnutluğu ile:
“–Bizler de esirlerimizi Allâh’ın Peygamberi’ne hibe ettik!” dediler. (Bkz. Buhârî, Meğâzî, 54; İbn-i Hişâm, IV, 134-135)
Böylece o gün Hevâzin Kabîlesi'ne altı bin harp esiri, hiçbir karşılık alınmadan iâde edildi. Târih, böyle bir manzaraya hiçbir zaman şâhid olmamıştı. Ancak o an şâhid oluyordu ki, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ümmetine aşıladığı İslâm ahlâkı ve fazîletleri sâyesinde, bir dakika içinde altı bin esir, dünyevî hiçbir karşılık beklenmeden serbest bırakılmıştı.
Bu eşsiz fazîlet tablosu karşısında bütün Hevâzinliler, topyekûn İslâm’ı kabûl ettiler. Hattâ o sırada Tâif’te bulunan kabîle reisi Mâlik bin Avf da durumu öğrenince şaşırdı ve Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ilk dâvetiyle o da İslâm ile şereflenenler kervanına katıldı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona hem yüz deve ihsan buyurdu hem de onu yine kabîlesine reis olarak tâyin eyledi. (İbn-i Hişâm, IV, 137-138)
Adiy bin Hâtim’in Müslüman Olması
Cömertliğiyle dillere destân olan Hâtim-i Tâî’nin oğlu Adiy, hitâbeti kuvvetli, hazır cevap, şerefli, fazîletli ve cömert bir zât idi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hicret’in dokuzuncu yılında Hazret-i Ali’yi, Tayy Kabîlesi’nin putu Füls’ü yıkmaya gönderdiğinde, Adiy, Şam’a kaçmıştı. Kızkardeşi Seffâne ise esirler arasında Medîne’ye getirilmişti.
Varlık Nûru Efendimiz, Seffâne’yi serbest bıraktı ve elbise, binek hayvanı ve yol azığı verip kavminden güvenilir bâzı kişilerin yanına katarak Şam’a gönderdi.
Adiy bin Hâtim, hâdisenin devâmını şöyle anlatır:
“Seffâne akıllı bir kadındı. Ona (Allah Rasûlü’nü kastederek):
«–Şu zâtın durumu hakkındaki görüşün nedir?» diye sordum. Bana:
«–Vallâhi, senin hemen O’na katılmanı dilerim. Eğer gerçekten peygamberse, O’na tâbî olmakta başkalarının önüne geçmen, senin için bir fazîlet ve üstünlük olur. Bir hükümdarsa, O’nun sâyesinde Yemen’deki saltanatını kaybetmez, hor ve hakir bir duruma düşmezsin! Artık karar senindir!» dedi.
«–Vallâhi yerinde görüş budur! Ben bu zâta gideceğim. O bir yalancı ise (yalancılığı) bana zarar vermez. Eğer doğru ise söylediklerini dinler, kendisine tâbî olurum!» dedim ve Medîne’ye gittim.
Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın yanında akrabâ, kadın ve çocuklarının bulunduğunu gördüğüm zaman anladım ki, O’nda ne Kisrâ’nın ne de Kayser’in saltanatı vardır.
Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elimden tuttu, beni evine götürdü. Giderken, düşkün ve yaşlı bir kadın O’nu yolda durdurdu ve ihtiyâcını arz etti. O da uzun bir süre ayakta durup kadıncağızın derdini dinledi ve meselesini halletti. Eve vardığımızda hurma lifinden doldurulmuş bir minder alıp bana ikrâm etti:
«–Bunun üzerine otur!» buyurdu.
Ben:
«–Hayır! Onun üzerine Sen otur!» dedim.
Rasûlullah bana:
«–Hayır, sen oturacaksın!» buyurdu.
Minderin üzerine oturdum, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise kuru yere oturdu. İçimden; «Vallâhi bu, hükümdar işi değildir!» dedim.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Adiy! Müslüman ol, selâmet bulursun.» deyince:
«–Benim dînim var.» dedim.
«–Senin dînini senden daha iyi biliyorum!» buyurdu.
«–Benim dînimi benden iyi mi biliyorsun?» dedim.
«–Evet! Sen Rekûsî[2] değil misin? Kavminin elde ettiği ganimetlerin dörtte birini yemiyor musun?» diye sordu.
«–Evet öyle.» dedim.
«–Aslında bu, dînine göre sana helâl değildir!» dedi ve daha fazla bir şey söylemedi. Rasûlullah bunu söyleyince çok mahcup oldum! Kendisine:
«–Evet! Öyledir vallâhi!» dedim. O zaman anladım ki O, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, beni utandıran sözü bir daha tekrarlamadı. Sözlerine devamla:
«–Senin İslâm’a girmene mânî olan sebebi de biliyorum. Sen; “Ona zayıflar, Arapların değer vermediği güçsüz kimseler tâbî oluyor.” diyorsun. Sen Hîre’yi bilir misin?» buyurdu.
«–Görmedim ama duydum.» dedim.
«–Canımı kudret elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, Allah bu dâvâyı tamamlayacak. Öyle ki tek başına bir kadın Hîre’den çıkarak gelip Allâh’ın evini tavâf edecek. Sonra Kisrâ bin Hürmüz’ün hazineleri fethedilecek!» buyurdu.
«–Kisrâ bin Hürmüz’ün mü?» diye sordum.
«–Evet Kisrâ bin Hürmüz’ün!» buyurdu. Sonra da:
«–Çok sürmez, dünya malı o kadar artacak ki, kimse tenezzül etmeyecek, malın zekâtını alacak kimse bulunamayacak!» buyurdu.
Müslüman olduğumda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çok sevindi, yüzünde büyük bir sürur müşâhede ettim. Ensâr’dan birinin evinde misâfir olarak kalmamı istedi. Sabah-akşam onun evine gidip gelmeye başladım. Hiçbir namaz vakti girmezdi ki, Allah Rasûlü’nü özlemiş olmayayım!”
Yıllar sonra bu hâdiseyi anlatan Adiy -radıyallâhu anh- der ki:
“Vallâhi bir kadının Hîre’den devesinin üzerinde korkmadan yola çıkıp şu Beytullâh’ı haccettiğini gördüm. Kisrâ’nın hazinelerini fethedenler arasında ben de vardım. Canımı kudret elinde bulunduran Allâh’a yemin ederim ki, Efendimiz’in söylediği sözlerin üçüncüsü de mutlaka olacaktır. Çünkü onu Rasûlullah söyledi.”[3]
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bildirdiği üçüncü haber de vakti gelince tahakkuk etti. Halîfe Ömer bin Abdülaziz, zekât memurunu Afrika ülkelerine göndermişti. Memur, malları dağıtamadan geri getirdi. Çünkü zekât alacak kimse bulamamıştı. Bunun üzerine o da bu paralarla pek çok köle satın alıp âzâd etti.[4]
Hidayet Üslubu
Hazret-i Mevlânâ, asr-ı saâdette insanlığı ve vicdânı kaybolmuş, duyguları dumûra uğramış, kaba-saba bir insanın, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ince, zarif hâlleri ve hidâyet üslûbu ile nasıl îmân ettiğini, kendine mahsus hikâye üslûbu ile şöyle anlatır:
Birtakım müşrikler, akşam vakti mescide gelip Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e misâfir oldular. Dediler ki:
“–Ey bütün dünyadaki insanları mânen misâfir eden yüce insan! Biz buraya, Sana misâfir olarak geldik. Yiyeceğimiz, içeceğimiz yok. Ayrıca biz çok uzaklardan geldik. Burada tanıyanlarımız da yok. Haydi keremini, ihsânını göster. Biz garipleri sevindir, gönüllerimize neşe nurları saç.”
Peygamber Efendimiz sahâbîlerine:
“–Ey dostlar!” diye buyurdu. “Bunları pay edin, evlerinize götürün, ikramlarda bulunun, çünkü siz, benimle aynı ahlâkta ve cömertliktesiniz. Benim vasıflarımla mütehallî olmaya çalışıyorsunuz.”
Ashâbdan her biri, bir misâfir seçip götürdü. Aralarında, eşi benzeri olmayan, iri yarı, kaba saba biri vardı. Pek iri cüsseli biriydi. Bu fil gibi adamı, kimse alıp evine götürmeye cesaret edemedi. Kâsedeki şerbet tortusu gibi mescitte yalnız kalakaldı. Kimsenin götürmediği o iri adamı, Hazret-i Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- aldı, hâne-i saâdetine götürdü. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in süt veren yedi tane keçisi vardı. Kıtlık babası gibi olan o iri misâfir, sofrada ekmeği de, yemeği de, o yedi keçinin sütünü de tamamıyla yedi ve içti. Bütün ev halkı bu duygusuz, nâdan adama öfkelendi. Çünkü bütün ev halkının gıdası, bu insafsızın midesine inmişti.
O obur adam karnını davul gibi şişirdi, sekiz-on adamın yiyeceğini yalnız başına yedi. Yatma zamanı gelince de bir odaya girdi. Hizmet eden kızcağız, bu hodgâm insana kızgınlığı sebebiyle kapıyı üstüne kilitledi. Dışardan kapının zincirini taktı.
Misâfirin, gece yarısı dışarı çıkması lâzım geldi. Sabaha kadar karnı ağrıdı. Yatağından fırlayıp kalktı. Kapıya doğru koştu. Elini kapıya götürünce, onun kapalı ve zincirli olduğunu anladı. Kapıyı açmak için o obur hileci, çeşit çeşit hileler yaptı, uğraştı durdu. Fakat kapıyı açamadı. Sıkıştıkça sıkıştı. Oda kendine dar gelmeye başladı. Şaşırdı kaldı. Ne dermanı vardı, ne rahatı… Çare bulmak ve sıkıntısını unutmak üzere uyumak için kıvrıldı, uyudu. Rüyasında kendini bir virânede, yıkık bir yerde gördü. Oracıkta abdestini bozuverdi. Uyanıp da yattığı yeri pislik içinde görünce, utancından deli gibi oldu.
“–Bu gece bir geçse de, kapının açılmasını duysam.” diye beklemeye başladı. Bu bekleyiş, böyle pislik içinde görünmemek için, kapı açılınca ok yaydan fırlar gibi kaçmak içindi.
Sabahleyin Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geldi. Oda kapısını açtı. O yolunu kaybetmiş adama yol verdi. Ancak Hazret-i Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kapıyı açarken o rezil olmuş kişi görüp de utanmasın diye kendisini gizlemişti.
Misâfir kaçtı gitti… Âlemlere rahmet olan Peygamber Efendimiz, gülümsedi:
“–Bana su kabını getirin, hepsini kendi elimle yıkayayım.” buyurdu.
Orada bulunanların hepsi de yerlerinden fırladılar ve utançlarından dediler ki:
“–Canımız Sana kurban olsun. Sen bırak da pisliği biz yıkayalım. Bu iş el işidir, gönül işi değildir. Biz Sana hizmet etmek için yaşıyoruz. Hizmeti Sen yaparsan, biz ne işe yararız?”
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:
“–Bana olan sevginizi biliyorum. Fakat, bunu şimdi benim yıkamamda bir hikmet var.”
Ev halkı, Hazret-i Peygamber’in bu sözünü duyunca, bu işin derûnundaki sır meydana çıksın diye beklemeye başladılar…
O îmansız misâfirin küçük bir putu, bir muskası vardı. Boynuna takıyordu. Onun kaybolduğunu anlayınca karârı kalmadı. Kendi kendine; “–Bu değerli ilâhımı, farkına varmadan, yattığım odada bırakmış olmalıyım.” dedi.
Yaptığı kötü işten utanıyordu ama, boynuna astığı muska puta olan bağlılığı, utancını giderdi. Putunu aramak için koştu geldi. Hazret-i Mustafâ’nın odasında putunu gördü. Gördü ama kendisinin pislediği yatağı, Allâh’ın kudret eli ve rahmeti olan Hazret-i Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bizzat yıkadığını da gördü.
Putu kalbinde kırdı, onun muhabbetini gönlünden kazıdı. Kendine geldi; ulvî bir cezbeye tutuldu. Yenini yakasını yırttı. İki elini yüzüne, başına vuruyor, kafasını kapı ve duvara çarpıyordu…
“–Ey yeryüzünün şânı, şerefi olan yüce insan! Senin keremine karşı gösterdiğim gafletten utanıyorum.” diyordu.
Muzdarip bir gönülle yeryüzüne sesleniyordu:
“–Ey hikmetlerle dolu yeryüzü! Sen Allâh’ın emrine uyuyor, O’na boyun eğiyor, O’nun aşkı ile dönüp duruyorsun. Ben ise senin üstündeki nîmetlerle perverde olan âciz bir kimse olduğum hâlde nefsime mağlûbum, azıyorum. Sen Allâh’a karşı hor, hakîr oluyor, O’ndan titreyip zikrediyorsun. Ben ise, O’nun emirlerine karşı geliyorum. Yazık bana!..”
Her an yüzünü göğe kaldırıyor, Hazret-i Peygamber’e:
“–Ey cihânın kıblesi, Sana bakacak yüzüm yok!” diye feryâd ediyordu.
Onun cezbe hâli, titremesi, çırpınması iyice artınca, Hazret-i Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o küfürden kaçmak isteyen zavallıyı can sarayına aldı, huzura kavuşturdu. Onun vîrâne olmuş gönlünü ihyâ etti. Ona ince, derin ve esrarlı sözler söyledi. Böylece, daha evvel putunun zebûnu olan o gâfil kişi, daha önce yabancısı olduğu bu yüce ahlâk ve hassas gönül karşısında, yakın bir dost oluverdi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, o mânâ pâdişâhının lutuflarından, engin tevâzû sâhibi oluşundan, şaşırdı kaldı…
“–Ey Allâh’ın birliğinin şâhidi, bana kelime-i şehâdeti öğret… Allâh’ın birliğine îman ve Sen’in peygamberliğini tasdik edip saâdet kervanına katılayım. Ben artık bu kaba varlıktan, bu duygusuz vicdan ve fil bedenimden usandım, artık îmânın sonsuz sahrâsına varayım.” dedi.
Hazret-i Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o adama îmânı tâlim etti. O mübârek kelime-i tevhîdi söylemesi, yâni “Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Rasûlullah” demesi, bağlanmış düğümleri çözdü. Hazret-i Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bu gece de, hem hânemizin, hem gönlümüzün misâfiri ol!” buyurdu.
Müslüman olan o bahtiyar adam dedi ki:
“–Vallâhi nerede olursam olayım, nereye gidersem gideyim, ebede kadar Sen’in misâfirinim. Ben ölü idim, beni dirilttin. Artık ben Sen’in âzatlı kölenim. Sen’in kapıcınım. Zaten dünya da, âhiret de Sen’in şefaat sofranın misâfirleridir.”
O gece bedevî, Hazret-i Peygamber’in misâfiri oldu. Bir tek keçiden sağılan sütün, ancak pek azını içebildi. Sonra şükretti ve sofradan çekildi.
Peygamber Efendimiz:
“–Süt iç, yemek ye.” diye üstüne düştü ise de, o yeni mü’min dedi ki:
“–Vallâhi ben gerçekten doydum. Bunu, utanıp sıkılarak veya övünüp gösteriş yapmak için söylemiyorum. Artık, Sen’in feyzinle dolu bir lokma, yüzlerce lokmaya bedel oldu. Ben, dün geceki oburca yiyişimden daha fazla doydum…”
Hâsılı kâfirlik hırs ve zilletinden kurtulunca, bu ejderha mide, bir karınca gıdâsı ile doydu, gitti…[5]
Bu kaba saba müşrik bedevî, Rasûlullah’ta İslâm’ın güler yüzünü, af, müsâmaha, şefkat, nezâket ve zarâfetini müşâhede edince âdeta erimiş ve nâzik, müşfik, muhabbetli ve firâset sâhibi bir müslüman oluvermiştir.
Tevbe Nasip Etmesi İçin Allâh’a Duâ Ediniz
Mânevî buhranlara gömülmüş insanları kendi hâllerine terk etmek yerine, onlara İslâm’ın güzelliklerini ve güler yüzünü sergileyebilmek gerekir. Zîrâ bu gibi kimselerin, Hakk’a ve hayra yönelip İslâmî bir yaşayışa adım atabilmeleri için bu tür mânevî yardımlara ihtiyaçları vardır.
Yezid bin Esamm şöyle anlatır:
“Şam ehlinden güçlü kuvvetli, nüfuz sâhibi bir kimse vardı. Zaman zaman Hazret-i Ömer’in yanına gelirdi. Bir ara Ömer -radıyallâhu anh- onu göremez oldu. Çevresindekilere:
«–Falan zât ne yapıyor, artık görünmez oldu?» dedi.
«–Ey mü’minlerin emiri! O kendisini şaraba verdi.» dediler.
Hazret-i Ömer, kâtibini çağırarak:
«–Yaz! Ömer bin Hattâb’dan falan kimseye. Selâm sana! Kendisinden başka ilâh olmayan, günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azâbı çetin ve ihsânı bol olan Allâh’a hamd ederim. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur, dönüş ancak O’nadır.»
Ömer -radıyallâhu anh- mektubu yazdırdıktan sonra arkadaşlarına dönerek:
«–Allâh’a yönelmesi ve Allâh’ın, onun tevbesini kabul buyurması için kardeşinize duâ ediniz.» dedi.
O zât, Hazret-i Ömer’in mektubunu alınca; «Allah günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azâbı çetin olandır.»[6] cümlesini tekrar tekrar okudu ve:
«–Allah beni hem azâbı ile korkutmuş, hem de günahlarımı affedeceğini va’detmiş.» diyerek ağladı. Daha sonra da güzelce tevbe etti.
Hazret-i Ömer o zâtın tevbe ettiğini haber alınca:
«–Bir kardeşinizin yoldan çıktığını, günaha saplandığını gördüğünüzde, onu doğru yola getirmeye ve Allâh’ın affına güvenmesini sağlamaya çalışınız. Tevbe nasip etmesi için Allâh’a duâ ediniz. Kendisine bedduâ ederek aleyhinde şeytana yardımcı olmayınız.» dedi.”[7]
Mümin Kişi ve Mecusi
Yine İslâm’ın güler yüzünü sergilemeye dâir güzel bir hâdiseyi Hazret-i Mevlânâ şöyle hikâye eder:
“Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri zamanında, ateşe tapan biri vardı. Bir gün mü’min bir kişi, ona dedi ki:
«–Ne olur Müslüman olsan da selâmete ersen; şeref ve ululuk elde etsen...»
Ateşe tapan kişi de şu cevâbı verdi:
«–Ey benim kurtuluşa ermemi murâd eden kişi! Her ne kadar ağzımda sağlam bir mühür varsa da, yâni îmânımı açıkça söyleyemiyorsam da, gizliden gizliye ben Bâyezîd’in îmânına inanıyorum. Çünkü onda bambaşka bir güzellik ve derinlik var. Ben henüz dîne, îmâna tam gönül vermiş değilim, ama onun îmânındaki yüceliğe hayranım. O; herkesten farklı, zarif, ince ruhlu, latif, nurlu, çok yüce, numûne bir insan.
Yok eğer beni dâvet ettiğin îman, sizin îmânınız ise, ben o îmanda yokum... Zîrâ benim sizdeki îmâna ne meylim ne de isteğim var. Çünkü bir kimsenin gönlünde îmân etmeye yüzlerce meyil olsa da îmâna gelmek istese, sizin sertlik ve katılığınızdan dolayı kaskatı kesilir, soğur. Artık onda îmân etme meyli de zaafa uğrar. Zîrâ o, sizde İslâm nâmına mânâsı olmayan bir isim ve âdeta kuru bir iddiâ görmüş olur. Bu hâl; susuz çöllere, gül, meyve-sebze yetiştirecek münbit bir arâzi gözüyle bakmak kadar acâip ve mânâsızdır...
Benim görebildiğim kadarıyla îmânın bütün câzibe ve nûrâniyeti Bâyezîd’in îmânında var. Onun îmânının bir zerresi, bir katreye damlasa, onu bir umman hâline döndürür.
Sizin îmânınız ise, kabukta kaldığı için riyâ ve gösterişin esâretine girmiş. Gelip geçici bir inanç, çirkin sesli ve ruhsuz bir müezzin gibidir ki, sevdireceği yerde uzaklaştırır. Yâni sizin îmânınız, gül bahçesine girse, güllere diken olup onları kurutur.
Fakat Bâyezîd Hazretleri’nin îman güneşi, o mübârek rûhunun feyiz semâsından doğar da bu âlemde parlarsa, bu değersiz dünya, tâ yerin dibine kadar zümrüt kesilir, cennete döner; mü’minlerin gönül dünyaları da feyiz menbaı olur. Onun için Bâyezîd’in îmânı ve sıdkı, benim gönlümde ve canımda îmâna karşı târifsiz bir muhabbet, iştiyak ve hasret uyandırdı...”
İmam Ebu Hanife ve Mecusi
Rivâyet edildiğine göre İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’nin bir mecûsîde malı vardı. Onu istemek üzere mecûsînin evine gitti. Evin kapısına gelince ayakkabısına bir pislik bulaştı. Ayakkabısını silkelediğinde pislik mecûsînin evinin duvarına sıçradı. Şaşıran ve ne yapması gerektiğine bir türlü karar veremeyen Ebû Hanîfe Hazretleri kendi kendine şöyle dedi:
“–Eğer pisliği bu hâlde bıraksam, mecûsînin evinin duvarının çirkin görünmesine sebep olacağım. Yok oradan kazısam, bu sefer de duvarın toprak sıvası dökülecek!”
Derken kapıyı çaldı, bir hizmetçi çıkınca ona:
“–Efendine; «Ebû Hanîfe kapıda bekliyor.» diye haber ver!” dedi.
Bunun üzerine adam kapıya çıktı ve Ebû Hanîfe’nin malını isteyeceğini zannederek özür dilemeye başladı.
Ebû Hanîfe ise:
“–Şu anda bu önemli değil.” dedi ve duvarın durumunu anlattı.
“–Bu duvarı nasıl temizleyebilirim.” dedi.
Bu incelik ve âlicenaplık karşısında son derece duygulanan mecûsî:
“–Ben önce nefsimi temizleyerek işe başlayayım!” dedi ve o anda müslüman oldu.
İşte Ebû Hanîfe Hazretleri, bu kadar küçük bir meselede mecûsîye zulmetmekten çekindiği ve bundan dolayı ondaki malını ona bıraktığı için mecûsî îmâna geldi. Düşünmek gerekir ki; zulüm ve haksızlıktan bu kadar titizlikle çekinen bir mü’minin Allah katındaki izzet ve mükâfâtı nasıl olur?[8]
İmam Ebu Hanife’nin Hapisten Kurtardığı Genç
İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’nin komşularından ayyaş bir genç vardı. Bu genç, sabahtan akşama kadar içer, geceleri de yerinde duramaz, nâralar atıp küfürler savurarak etrafı dayanılmaz derecede rahatsız ederdi.
Bir gece gencin attığı nâralar kesilince, Ebû Hanîfe Hazretleri sabahleyin gidip gencin başına bir hâl gelip gelmediğini araştırdı. Arkadaşları, içki yüzünden kavgaya karışıp hapse atıldığını söylediler. Ebû Hanîfe Hazretleri bu duruma çok üzüldü. Hapishâneye giderek yetkililerden onu serbest bırakmalarını ricâ etti. Memurlar ancak kefâlet ile serbest bırakabileceklerini söyleyince İmâm-ı Âzam Hazretleri kefil oldu ve sarhoş komşusunu hapisten kurtardı.
Durumu öğrenen genç, derhâl İmâm’ın yanına koşup nedâmet gözyaşları döktü. Artık içkiye tevbe ettiğini söyledi. Bundan sonra ona lâyık bir komşu ve talebe olacağına söz verdi. Büyük İmâm, gence şefkatle baktı ve mahzun bir sesle:
“–Delikanlı; görüyorsun ya, seni gerçekten biz ziyân ettik! Sana ulaşma gayretini gösteremedik. Asıl sen bize hakkını helâl et!” dedi.
Sarhoşun Ağzını Yıkayan Hak Dosu
Nakledildiğine göre İbrâhim bin Edhem Hazretleri, sızmış hâldeki bir sarhoşun pis kokulu ve bulaşık ağzını yıkamış, bunu niçin yaptığını soranlara da:
“–Eğer yüce Allâh’ın adını zikretmek için yaratılan dil ve ağzı bulaşık olarak bıraksaydım, hürmetsizlik olurdu...” demişti.
Adam ayıldığında ona:
“–Horasan zâhidi İbrâhim bin Edhem senin ağzını yıkadı...” dediler.
Bu durumdan mahcub olan sarhoşun gönlü de uyandı ve:
“–Öyleyse ben de tevbe ettim...” dedi.
Böyle bir hâle vesîle olan İbrâhim bin Edhem Hazretleri’ne rüyâsında Hak katından şöyle nidâ edildi:
“–Sen bizim için onun ağzını yıkadın! Biz de senin için onun kalbini yıkadık!..”
“Allâh’ım! Onları Koruyup Gözet”
Meşhur Hak dostlarından Mâruf-i Kerhî Hazretleri, bâzı gençlerin yanlış yolda olan kimseleri desteklemek üzere bir savaşa katılmaya hazırlandıklarını görünce; “Allâh’ım! Onları koruyup gözet!” diye duâ etmişti. Bunu duyan bâzıları, Mâruf-i Kerhî gibi bir İslâm büyüğünün zâlimi desteklemeye gidenlere bu şekilde duâ etmesine hayret ettiler ve ona:
“–Şimdi sen bu adamlara hayır duâ mı ediyorsun?” diye sordular. Büyük velî onlara şu cevâbı verdi:
“–Ben Allah’tan onları koruyup gözetmesini istedim. Eğer Cenâb-ı Hak onları gözetirse, gitmek istedikleri yere gidemezler.”
Yine Mâruf-i Kerhî -kuddise sirruh- Dicle kenarından geçiyordu. Bir bölük gâfil genç de, orada şarap içip eğleniyorlardı. Mâruf Hazretleri’ni görünce, işlemekte oldukları mel’anet sebebiyle kendilerine bedduâ edeceğini düşünerek keyifleri kaçtı. Bunun da kızgınlığıyla içlerinden biri dayanamayıp kalktı ve müstehzî bir tavırla:
“–Yâ Şeyh! Haydi durma, bizim şu anda Dicle’nin azgın sularına gark olmamız için hemen bedduâna başla!” dedi.
Mâruf Hazretleri hiçbir gazap emâresi göstermeksizin merhametle ellerini kaldırdı ve:
“–Yâ İlâhî! Bu yiğitlere dünyâda hoş dirlik verdiğin gibi, âhirette de dirlik ver.” dedi.
Ummadıkları bu ifâdeler karşısında gençler:
“–Yâ Şeyh! Siz ne diyorsunuz? Bu dediklerinize bir mânâ veremedik!” dediler.
İhlâs ve takvâsı sebebiyle şu kısacık sözlerine Cenâb-ı Hakk’ın tesir bereketi lutfettiği Mâruf-i Kerhî Hazretleri şöyle dedi:
“–Evlâtlarım! Hak Teâlâ, size âhirette dirlik vermek isterse, tevbe etmenizi nasîb eyler.”
Yiğitler beklemedikleri bu müşfikâne tavır karşısında önce bir müddet düşünmeye ve nefs muhâsebesine daldılar. Akabinde, içlerinde büyük bir pişmanlık duydular. Derken intibâha gelerek nedâmet gözyaşları içinde şaraplarını döktüler, çalgılarını kırdılar ve tevbe ettiler. Her iki cihânın saâdet ve selâmetine tâlib oldular.
Osmanlı Döneminde İslamiyet
Osmanlı asırları, padişahından halkına kadar İslâm’ın güzelce özümsendiği ve güler yüzünün her dem sergilendiği müstesnâ bir zaman dilimi olmuştur. Bunun ispatı mâhiyetindeki şu misal ne kadar ibretlidir:
Cihangir Hünkâr Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul’u fethettikten sonra, âlimler, ârifler ve paşalarla birlikte, muhteşem bir merâsim ile Edirnekapı’dan şehre girdi. Beyaz atının üzerinde askerlerine son tâlimâtını şöyle verdi:
“–Gâzilerim! Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâlar olsun ki, İstanbul’un fâtihleri oldunuz! Mukâvemet etmeyip aman dileyenlere aslâ dokunmayın! Kadınlara, çocuklara, yaşlılara ve hastalara da en küçük bir zarar vermeyin! Sadece size helâl olan ganimetlerden alın!..”
O’nun insan hakları beyannâmesinden çok evvel îlân ettiği bu hükümler, millî târihimizin en şerefli vesîkalarından biridir. Bu âdilâne tavır karşısında hayran kalarak gözleri dolan İstanbul patriği, Fâtih’in ayaklarına kapandı. Fâtih, onu ayağa kaldırarak:
“–Bizim dînimizde insanlar karşısında Allâh’a secde eder gibi eğilmek haramdır. Kalkınız! Size ve sizinle birlikte bütün hristiyanlara her türlü hak ve hürriyetleri iâde ediyorum. Şu andan itibaren artık hayâtınız ve hürriyetiniz husûsunda gazab-ı şahânemden korkmayınız!.. Patrikhâne, Rum ortodoks cemâatinin lideri olarak târih içinde kazanmış bulunduğu bütün imtiyazları muhâfaza edecektir...” dedi.
İstanbul’un fethinden sonra Fâtih, umûmî bir af îlân etmiş ve Bizanslı mahkûmları serbest bırakmıştı. Bunlar arasında iki âlim ve filozof papaz vardı. Fâtih, onlara cezâlarının sebebini sordu. Onlar da:
“–Biz, Bizans’ın en ileri gelen papazları idik. Kralın zulmünden, işkencelerinden, yaptığı rezâlet ve sefâhatten dolayı kendisini îkâz ettik. Âkıbetinin kötü, yıkılışının yakın olduğunu ve devletinin çökeceğini söyledik. O da, bu îkâzımıza kızarak bizi zindana attırdı.” dediler.
Bu ifâdeler, Fâtih’in dikkatini çekti. Papazlara, Osmanlı Devleti hakkındaki düşüncelerini sordu. Onlar da, ancak bir müddet tedkîkat yaptıktan sonra kanaatlerini bildireceklerini ifâde ettiler.
Papazlar, ellerindeki fermanla her yere girip çıktılar. Sabahın erken saatinde bir bakkala giderek bir şeyler almak istediler. Bakkal onlara:
“–Ben siftah yaptım. Siftah yapmayan komşumdan alın!” dedi.
En kalabalık ve en ıssız yerlere kadar her tarafı dolaştılar. Herkesle sohbet ettiler. Bütün halkın, yalnız iyilik ve ahlâkî üstünlük sergileyen hâllerini müşâhede ettiler.
Bir çarşıya girdiler ki, tam o esnâda ezân okunuyordu. Esnaf, dükkânını kilitlemeden câmiye gidiyordu. Hiç kimse, bir başkasına haset etmiyor ve kıskançlık beslemiyordu. Sanki herkes, birbirinin teminâtı altında idi. Namazı, huzur içinde ve âdeta son namazlarıymış gibi edâ ediyorlardı.
Kimse kimsenin hakkını yemiyor, birbirini kırmıyordu. Kimse, kul hakkıyla kıyâmet günü Mevlâ’nın huzûruna çıkmak istemiyordu. İstisnâsız herkes, Allah rızâsını düşünüyor, Allah rızâsı için konuşuyor, Allah rızâsı için yaşıyordu. Sultânın ömrü ve ordusunun muzafferiyeti için duâ ediyorlardı. Cemiyet, ince ruhlu, rikkat-i kalbiyye sâhibi, derin bir gönle sâhip insanlarla doluydu.
Papazlar, bu hâlleri görüp şaşkına döndüler. Kaç şehir dolaştıkları hâlde, mahkemelerde ağır cezâlık bir dâvâya rastlamadılar. Hırsızlık, cinâyet, ırza tecâvüz, dolandırıcılık vs. âdeta meçhûldü. Bir muhâkeme onların çok dikkatini çekti. Hayret içinde kaldılar.
Kadı efendiye bir dâvâcı ve dâvâlı gelmişti. Dâvâcı, şöyle bir mesele arz etti:
“–Efendim, bendeniz bu din kardeşimin falan tarlasını satın aldım. Ekin için çift sürerken, orada altın dolu bir küpe rastladım. Küpü alıp, tarlasını satın aldığım bu kardeşime götürdüm:
«–Buyur, bu senindir; al!» dedim.
O da:
«–Ben bu tarlayı altı ve üstü ile sattım!.. Artık o altınlar bana helâl olmaz!..» deyip kabul etmedi. Halbuki toprağın altından bu küpün çıkacağını bilse satmazdı.”
Kadı efendi, öbür kişiye söz hakkı verdi. O da:
“–Durum aynen kardeşimin arz ettiği gibi vâkî oldu. Fakat, ben ona tarlayı satınca, altı ve üstü hepsi içine girer düşüncesindeyim. Nasıl üstündeki mahsûlde bir hakkım yoksa, altındakinde de öyledir!..” dedi.
Papazların hayretle temâşâ ettikleri bu durum, kadı efendi için tabiî bir vak'a idi.
Kadı, bu iki samîmî müslüman arasında hüküm vermekte güçlük çekmedi. Birinin sâlih bir oğlu, diğerinin de sâliha bir kızı olduğunu öğrenince, ikisine aracı oldu. Tarafeynin rızâsı ile bu iki gencin nikâhlarını kıydı. O bir küp altını da, gençlerin düğün ve çeyiz masraflarına harcamalarına hükmetti.
Burada, hakîkat üzere yaşanan bir İslâm ahlâkı ve adâleti sergileniyordu.
Papazlar, bütün bunları gördükten sonra, hava kararırken kızlarını bir medreseye gönderdiler. Kızlar, kapıyı açan gençlere:
“–Hava karardı, yolumuzu kaybettik. Bizi bu gece misâfir eder misiniz? Çaresiziz!” dediler.
Talebeler, düşünüp taşındılar, nihayet kendi odalarını bu iki kıza verdikten sonra, araya bir perde çekip mangal başında sabahladılar. Sabahleyin de kızları yolcu ettiler.
Merak içinde bekleyen papazlar, kızlarına, gecenin nasıl geçtiğini sordular. Onlar da, olanları şöyle anlattılar:
“–Kendi yerlerini bize terk ettiler. Kendileri odanın ucuna çekildiler. Ortadaki mangal ateşini ellerine alıp bırakıyorlar, birbirlerine dehşetle:
«–Rabbimiz bizleri cehennem azâbından korusun! Bizleri, ânı istikbâlle değiştiren ahmaklardan eylemesin!» diyorlardı. Bizlere dönüp bakmıyorlardı bile.”
Papazlar, hristiyan mahallelerini de görmeden edemediler. Fener semtine doğru gezintiye çıktılar. Hristiyanlar bile, onların iyi bildiği fetihten evvelki zamana kıyasla değişmiş, sokaklardaki pislik azalmıştı. Artık kimse kimseye zulmetmeye cesaret edemiyordu. Herkes huzur içinde işine devâm ediyor, eskisi gibi içip içip sokaklarda nâra atan insanlara rastlanmıyordu. Fakir hristiyan âilelere bile ev dağıtılmıştı.
Papazlar, bu uzun tedkik ve teftişten sonra izin alıp Fâtih’in huzûruna çıktılar. Müşâhedelerini bir bir arz edip:
“–Bu millet ve devlet, böyle giderse kıyâmete kadar devâm eder. Böyle bir ahlâk ve yaşayışa sâhip olan insanların dîni, elbette hak dîndir..” dediler. Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldular.
İSLAM’A DAVETTE EN ETKİLİ YOL
Hâsılı, İslâm’ın güler yüzünü göstermek, Hakk’a dâvette en müessir yoldur. İslâm târihi boyunca enbiyâ, evliyâ ve asfiyânın tâkip ettiği bereketli bir usûl ve ulvî bir hizmettir. Zâten insanı kurtaracak olan da bu hâldir. Yoksa başkalarına söylediğini kendisi yapmayan ve öğrendiklerini içine sindirememiş olan kimselerin, muhatapları bir tarafa, kendilerine bile bir faydası dokunmaz. Çünkü Allah Teâlâ, amelsiz mücerred sözleri ve riyâ ile yapılan ihlâssız amelleri kabul etmez.
Nitekim Hazret-i Ebûbekir:
“Allah, kulunun amelsiz sözünden râzı olmaz.” buyurmuştur.
Sâdî-i Şîrâzî de şöyle der:
“Ne kadar okursan oku, bilgine yakışır şekilde davranmazsan câhilsin.”
Bir mü’min, yaptığı amelleri her türlü kalbî illetlerden arındırıp ihlâs ve ihsan mertebesine yükseldiğinde, İslâm’ın güler yüzünü lâyıkıyla sergilemeye başlamış olur.
Dipnotlar:
[1] O günden sonra Zeyd’e, Zeyd bin Muhammed denilmeye başlandı. Bu durum, Ahzâb Sûresi’nin 5. ve 40. âyetleriyle evlâtlık tatbîkâtının (tebennî) kaldırılışına kadar devâm etti. [2] Rekûsiyye: Hristiyanlık ile Sâbiîlik arasında, ikisinin karışımı bir din telâkkîsi. [3] Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25; Ahmed, IV, 257, 377-379; İbn-i Hişâm, IV, 246-249; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, V, 62; İbn-i Abdilber, el-İstîâb, Kâhire ts., III, 1057; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, IV, 9. [4] Saîd Ramazan el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre, Beyrut 1980, s. 434. [5] Benzer rivâyet için bkz. Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, tahk. Hamdi Abdülmecid es-Selefî, Beyrut, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, II, 274/2152. [6] Bu cümle Mü’min Sûresi’nin 3. âyetinden alınmıştır. [7] İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut 1988, IV, 76. [8] Fahruddin er-Râzî, Mefâtihu’l-Gayb (et-Tefsîru’l-Kebîr), Beyrut 1990, I, 192.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 2, Erkam Yayınları