İslam’ın İlk Yıllarında Israr Edilen İbadet
Asr-ı Saâdet toplumu, zekâta çok ehemmiyet verirdi. Zira Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok yerinde namazla birlikte zekâtı da ısrarla emrediyordu. Onlar, zekât ve sadakalarını âdeta Allâh’ın eline verdiklerinin şuuruyla, bu ibadeti îfâ ederken büyük bir vecd ve heyecan iklîmine girerlerdi.
Peygamber Efendimiz’in amcası Abbas -radıyallâhu anh-, hayırda acele etmek maksadıyla, senesi dolmadan zekât verip veremeyeceği husûsunu sormuştu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ona bu hususta izin verdi. (Ebû Dâvud, Zekât, 22/1624; Tirmizî, Zekât, 37/678; İbn-i Mâce, Zekât, 7; Ahmed, I, 104; Dârimî, Zekât, 12)
Allah Rasûlü’nün yakınlarından bir kadın, kız çocuğunu yanına alarak Efendimiz’i ziyarete gitmişti. Kızının kolunda, iki tane ve kalınca altın bilezik vardı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kadına:
“–Bunun zekâtını veriyor musun?” diye sordu.
“–Hayır.” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Allâh’ın kıyâmet günü, onların yerine sana ateşten iki bilezik takması hoşuna gider mi?” buyurdu.[1]
Kadın hemen onları çıkarıp infâk etmesi için Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e uzattı ve:
“–Bunlar Allah Rasûlü’ne âittir (dilediğiniz gibi infâk edin)!” dedi. (Ebû Dâvûd, Zekât, 4/1563)
ZEKAT VERMEDEKİ TİTİZLİK
Benî Tücîb Kabilesi’nden on üç kişilik bir heyet, Efendimiz’in yanına gelmiş, zekât mallarını da yanlarında getirmişlerdi. Onların zekât husûsundaki titizlikleri, Peygamber Efendimiz’in çok hoşuna gitti. Heyete:
“–Hoş geldiniz!” buyurdu. Bilâl-i Habeşî’ye onları en iyi bir şekilde ağırlamasını emretti.
Benî Tücîb heyeti:
“–Yâ Rasûlâllah! Mallarımız içindeki Allâh’ın hakkını Sana getirdik.” dediler.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Onları geri götürüp fakirlerinize dağıtınız!” buyurdu.
Heyettekiler:
“–Yâ Rasûlâllah! Biz, ancak fakirlerimizden artmış olanını Sana getirdik.” dediler.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlâllah! Arap heyetleri içinde, doğrusu şu Tücîb heyeti gibisi yoktur.” dedi.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“–Hidâyet, Yüce Allâh’ın elindedir. Allah, hayrını dilediği kimsenin kalbini îmâna açar!” buyurdu.
Tücîb heyeti, Peygamberimiz’e Kur’ân’dan ve Sünnet’ten birtakım hususlar sordu. Sordukları şeylerin cevapları yazılarak kendilerine verildi. Bu gayretleri sebebiyle Efendimiz’in onlara rağbeti ve alâkası arttı. Benî Tücîb heyeti, birkaç gün kaldıktan sonra gitmek için izin istedi. Kendilerine:
“–Niçin acele ediyorsunuz?” denildi.
“–Geride kalan kavmimizin yanına dönüp Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den gördüklerimizi, kendisinden sorup öğrendiklerimizi onlara anlatacağız.” dediler.
Peygamber Efendimiz’in yanına gelip vedâlaştılar. Efendimiz onlara Bilâl-i Habeşî’yi gönderdi. Hediyelerinin verilmesini emretti, diğer heyetlere verilenden daha çok ihsanda bulunulmasını söyledi. (İbn-i Sa’d, I, 323; İbn-i Kayyım, III, 650-651)
ZEKAT VERMENİN ÖNEMİ
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir bayram günü (musallâya) çıktı ve yalnız iki rekât namaz kıldırdı. Bunun evvelinde veya sonrasında başka herhangi bir namaz kılmadı. Erkeklere hutbe okuduktan sonra sesini işitemedikleri için kadınların bulunduğu tarafa yaklaştı. Yanında Bilâl -radıyallâhu anh- da bulunuyordu. Onlara da vaaz edip sadaka vermeye teşvik etti. Bunun üzerine kadınlar bileziklerini, altın ve gümüş halkalarıyla küpelerini Hazret-i Bilâl’in eteğine atmaya başladılar. (Bkz. Buhârî, Zekât, 21, 33)
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ- mâlî ibadetlerde ihmalkâr davranmanın büyük bir hüsran ve pişmanlık sebebi olduğuna dikkat çekerek insanları şöyle îkâz ederdi:
“Kimin hacca gidecek veya zekât farz olacak kadar malı bulunur da bu farzları îfâ etmezse, ölüm sırasında dünyaya geri dönmeyi taleb eder.” buyurmuş ve şu âyetleri okumuştur:
“Ey îmân edenler, mallarınız ve evlâtlarınız sizi Allâh’ın zikrinden alıkoymasın! Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrâna uğrayanların tâ kendileridir. Herhangi birinize ölüm gelip de: «Ey Rabbim, beni yakın bir müddete kadar geciktirsen de sadaka versem ve sâlihlerden olsam.» demesinden evvel, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden infâk edin! Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi asla tehir etmez. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Münâfikûn, 9-11) (Tirmizî, Tefsir, 63/3316)
HZ. ÖMER’İN (R.A.) ZEKAT DEVESİNE HİZMETİ
Asr-ı Saâdet insanları, muhâfaza ve ehline tevzî etmekle mes’ûl oldukları zekât mallarına karşı son derece hassas davranırlardı.
Bir gün Ahnef bin Kays -radıyallâhu anh-, Irak heyetiyle birlikte Hazret-i Ömer’in yanına gelmişti. Çok sıcak bir gündü. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir önlük takınmış, zekât develerinden birini yağlıyor ve bakımını yapıyordu. Onları görünce:
“–Ahnef, üst elbiseni çıkar da bana yardım et! Çünkü o zekât devesidir. Onda yetimlerin, dulların ve yoksulların hakkı vardır.” dedi.
İçlerinden biri:
“–Allah sana mağfiretiyle muâmele buyursun ey Mü’minlerin Emîri! Kölelerden birine emretsen de bu işi yapsa olmaz mı?!” dedi.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şu güzel cevâbı verdi:
“–Ey fülân, kim Ömer’den ve Ahnef’ten daha iyi köle olabilir ki? Mâdem ki o müslümanların işlerini üzerine almıştır, öyleyse müslümanların kölesidir. Nasıl ki kölenin efendisine karşı samîmî olması ve emâneti hakkıyla îfâ etmesi gerekiyorsa onun da müslümanlara karşı böyle davranması îcâb eder.” (Ali el-Müttakî, V, 761/14307)
Yine Hazret-i Ömer’in, kaçan bir zekât devesinin peşinden koşarak onu yakalamak için kan-ter içinde kaldığı ve bu işi hizmetçilerine yaptırmasını tavsiye eden insanlara, buna benzer bir cevap verdiğine dâir rivâyetler de mevcuttur.
Zekâta ehemmiyet veren Asr-ı Saâdet toplumu o hâle gelmişti ki, Halîfe Ömer bin Abdülazîz, zekât memurunu Afrika ülkelerine gönderdiğinde, memur, malları dağıtamadan geri getirmişti. Çünkü zekât alacak kimse bulamamıştı. Bunun üzerine o da bu paralarla pek çok köle satın alıp âzâd etti.[2]
Dipnotlar:
[1] Ziynet eşyâsının zekâtı husûsunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. İhtiyata uygun olan, onun da zekâtını vermektir.
[2] Saîd Ramazan el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre, Beyrut 1980, s. 434.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Asr-ı Saâdet Toplumu, Erkam Yayınları