İslam'ın Şiarı Namaz, Önemi ve Fazileti
Namaz, İslam dininin en temel ibadetlerinden biri olarak Müslümanların günlük yaşamlarında nasıl bir yere sahiptir? Ruhsal huzur ve içsel dinginlik sağlamasının yanı sıra, Allah'a yakınlaşma vesilesi olarak hangi rolleri üstlenir? Düzenli kılınması gereken bir ibadet olması, disiplin ve sorumluluk bilincini nasıl artırır? Namaz, toplumsal birliği ve kardeşliği pekiştirerek Müslümanları manevi bir bağ ile nasıl bir araya getirir?
Mekke’nin fethinden sonra Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Tâif şehrini de muhasara etmiş, ancak bir müddet sonra kuşatmayı kaldırmıştı.
Bir süre sonra Tâif’te yaşayan Sakîf kabîlesini temsil eden bir heyet Medine’ye geldi. Onlar namazdan affedilmeleri şartıyla îmâna gelip itaat edeceklerini bildirdiler. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onların bu tekliflerini;
“Rükûsuz (namazsız) bir dinde hayır yoktur.” diyerek reddetti. (Ebû Dâvûd, Harâc, 25-26/3026)
Bugün maalesef toplumda namaz kılmayan, hayatında namaz alışkanlığını oturtamamış kardeşlerimizin olduğunu görüyoruz.
NAMAZ KILMAMAK KİMİN SIFATI?
Kıyâme Sûresi’nde buyurulur:
“O (cehennemlik kişi); (Peygamber’in getirdiğini) doğru kabul etmemiş, namaz da kılmamıştı. Aksine yalan saymış ve yüz çevirmişti. Sonra da çalım sata sata yürüyerek kendi ehline (taraftarlarına) gitmişti.” (el-Kıyâme, 31-33)
Bu âyet-i kerîmelerde;
«Namaz kılmamak» ve «kibirli yürüyüş», kâfirlerin vasıfları arasında sayılmıştır.
Müddessir Sûresi’nde de cehennemliklere kendilerini azâba dûçâr eden sebepler sorulduğunda ilk olarak;
“Biz namaz kılanlardan değildik!” diyecekleri bildirilmiştir. (Bkz. el-Müddessir, 42-43)
Kur’ân-ı Kerim’de Medyen Kavmi’nin peygamberlerine şöyle dedikleri nakledilir:
“Dediler ki:
«–Ey Şuayb! Babalarımızın taptıkları (putları), yahut mallarımız husûsunda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor?..»” (Hûd, 87)
Burada «namaz»dan maksat, dindir. Yani;
“–Dînin mi emrediyor?” diye soruyorlar.
Çünkü namaz, dînin en şümullü ve en büyük ibâdeti olarak âdetâ tek başına dîni temsil eder. Bu bakımdan namaz son derece mühim bir ibâdettir.
ÎMÂNIN TESCİLİ LÂZIM
“…İnsanlar; «Îmân ettik!» demekle kurtulacaklarını mı zannediyorlar?” (el-Ankebût, 2)
Îman;
- Farz ve vâcipleri yerine getirmekle tescil edilir.
- Haramlardan, kerâhetlerden ve şüphelilerden uzak durmak gibi imtihanlardan geçirilir.
- Sâlih amellerle, nâfile ibâdetlerle, hayır-hasenatlarla tescil edilir.
Son nefesi îmanlı olarak verebilmek bahtiyarlığı, teminat altında değildir. Mü’min dâimâ son nefesi hüsn-i hâtime ile verebilmek endişesiyle hayatını sâlih amellerle tezyîn eylemelidir.
Cenâb-ı Hak bizleri Zâtına kulluk için yaratmıştır. Rabbimiz’in bizden istediği emir ve tâlimatların en başında dâimâ namaz yer alır. Kur’ân-ı Kerîm’in muhtelif yerlerinde tam 99 kere namaz emri geçmektedir.
Hadîs-i şeriflerde buyurulur:
“…Hayırlı ameliniz, namazdır…” (Muvattâ, Tahâret, 6)
“Kıyâmet günü kulun hesaba çekileceği ilk amel, namazdır.
Eğer kul, namazlarını Allâh’ın istediği şekilde edâ etmiş ise, felâha erer ve maksûduna nâil olur.
Namazlarını edâ etmemiş veya gafletle kılmışsa, kaybeder ve hüsrâna uğrar.
Şayet farzlardan bir şey noksan olursa, (yine Cenâb-ı Hakk’ın bir lutfu);
«–Kulumun nâfile namazları var mı, bakın?» buyurur. Farzların eksikliği nâfilelerle tamamlanır. Sonra kul diğer amellerinden de bu minvâl üzere hesaba çekilir.” (Tirmizî, Salât, 188/413; Nesâî, Salât, 9/462)
Meselâ;
Mü’minûn Sûresi’nin başında azaptan kurtulan ve cennete erişen yani felâha eren mü’minlerin vasıfları sayılırken en başta onların huşû içinde namaz kıldıkları, en sonda da namazlarını muhafaza ettikleri, yani devamlı ve îtinâlı bir şekilde edâ ettikleri zikredilmiştir.
BİZİM İHTİYACIMIZ
Allâh’ın namazımıza ihtiyacı elbette yoktur. Cenâb-ı Hak el-Ğanî’dir. O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Bütün ibâdetlere biz muhtacız.
- Bizim Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna günde en az beş vakit çıkıp, hâlimizi arz etmeye ihtiyacımız var.
- Bizim o mülâkāta, o huzur ve huşûya ihtiyacımız var.
Cenâb-ı Hak kullarıyla mülâkî olmak istiyor.
Cenâb-ı Hak, kuluyla öyle bir yakınlık istiyor ki;
“Secde et ve yaklaş!” buyuruyor. (el-Alak, 19)
Kul bu emri, bir nimet bilmeli, secdelerde daha hassas ve duyarlı bir şekilde Cenâb-ı Hakk’a yakınlığı aramalıdır.
Namaz, Cenâb-ı Hakk’ın bizlere davetidir.
Fânîlerin davetine ne kadar ehemmiyet veriyoruz.
Bizim o davete ne kadar büyük bir şevk ile icâbet etmemiz gerekir!
Bu hâl Cenâb-ı Hakk’a ve Rasûlullah Efendimiz’e olan muhabbetimizin bir göstergesidir.
Hâsılı;
Namaz, ferdî ibâdetlerin zirvesidir.
Namazsız bir dinde hayır yoktur. Namazsız bir hayat sefâlettir.
Hadîs-i şerifte buyurulduğu üzere;
“Namaz dînin direğidir.” (Beyhakî, Şuab, IV, 300/2550; Ahmed, V, 231, 237; Tirmizî, Îmân, 8)
Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:
“(Rasûlüm!) Sana vahyedilen Kitâb’ı oku ve namazı kıl! Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allâh’ı zikretmek, şüphesiz en büyük iştir. Allah yaptıklarınızı bilir.” (el-Ankebût, 45)
Ancak bu zâhir ve bâtınıyla kılınan bir namazdır.
Mirzâ Mazhar Cân-ı Cânân -rahmetullâhi aleyh- de hakkıyla kılınan namazın fazîletini şöyle tarif eder:
“Her amelin bir keyfiyeti vardır. Namaz, bütün keyfiyetleri kendisinde toplamıştır. O; Kur’ân-ı Kerîm tilâveti, tesbihat, salevât-ı şerîfe ve istiğfar gibi zikirlerin nurlarını ihtivâ eder.
Eğer namazın edepleri hakkıyla yerine getirilirse, asr-ı saâdetin hâllerine benzeyen en sağlam ve doğru hâller namazda hâsıl olur.” (Abdullah Dehlevî, Makāmât-ı Mazhariyye, s. 73.)
Namaz öyle bir ibâdettir ki;
Diğer ibâdetlere pek çok bakımdan üstünlüğü vardır. Meselâ bir insan oruç tutarken, umre yaparken, haccederken, infakta bulunurken dünya kelâmı konuşabilir, başka işlerle de meşgul olabilir.
Fakat namaz ibâdeti esnasında, kul kendisini tamamen namaza teksif etmek mecburiyetindedir. Dünya kelâmı konuşamaz, kıbleden başka yöne dönemez, namaz hareketleri dışında bir hareket yapamaz.
Namazın sâir ibâdetlere üstünlüğü sebebiyledir ki, Lokman -aleyhisselâm-, oğluna şöyle nasihatte bulunmuştur:
“Şehvetini kıracak kadar oruç tut. Fakat seni (tâkatsiz bırakıp) namazdan alıkoyacak kadar çok oruç tutma! Zira namaz, Allâh’a oruçtan daha sevimlidir.” (Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, s. 84, no: 91)
Namaz öyle bir ibâdettir ki;
Onun farz kılınması, Cebrâil vasıtasıyla değil, Cenâb-ı Hak tarafından Rasûlullah Efendimiz’e mîracda doğrudan bildirilerek gerçekleştirilmiştir. (Bkz. Müslim, Îmân, 279)
Namazla kazanılacak kemâlât, hiçbir ibâdetle kazanılamaz. İslâmî ibâdetler içinde namazın rütbesi; âhiret nimetleri içinde zirve teşkil eden ru’yetullah, yani Cenâb-ı Hakk’ı müşâhede makamı gibidir. Zira namaz,
mü’minlerin mîrâcıdır.
Namaz öyle bir ibâdettir ki;
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede;
“Ey Âdemoğulları! Her secde edişinizde güzel elbiseler giyinin…” (el-A‘râf, 31) buyuruyor.
Demek ki;
Allâh’ın huzûruna pasaklı, kirli ve intizamsız bir şekilde çıkılmaz. Kılık-kıyafet olarak da en düzgün şekilde ilâhî huzûra durmak, huşûu sağlayan mânevî âmillerdendir.
- Dünyada kulların Hakk’a en yakın olduğu an, huşû içinde kıldıkları namaz anlarıdır.
Namaz, kulun daha bu dünyada iken Rabbine mülâkî olmasıdır.
Bu sebeple Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Bana dünyanızdan üç şey (Allah tarafından) sevdirildi:
1) Gözümün nûru namaz,
2) Güzel koku,
3) Sâliha hanım.” (Nesâî, İşretü’n-Nisâ, 10)
- Bir zât, en çok kıymet verdiği şeyi dâimâ telkin ettiği gibi, en son vasiyetiyle de ona dikkat çeker.
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in âdetâ ümmetine vasiyeti, son sözleri de namaz üzerinedir.
Dînin tamamlandığını bildiren âyet-i kerîmenin (el-Mâide, 3) nâzil olmasıyla Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in risâlet vazifesi tamam olmuştu. Fakat Rasûl-i Ekrem Efendimiz, son nefesine kadar tebliğine devam etti.
Son nefeslerinde de;
“–Namaz… Namaz… Namaz…” buyurarak ümmetine en mühim tâlimâtını âdetâ bir vasiyet gibi ifade buyurmuştur. (Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 123-124)
Namaz öyle bir ibâdettir ki;
Onu gafletle kılan, kıldığı namazdan bîhaber, riyâkârca kılan ve cimri olanlar hakkında;
فَوَيْلٌ لِلْمُصَلّ۪ينَۙ ٤
“Yazıklar olsun o namaz kılanlara…” (el-Mâûn, 4) buyurulmuştur.
Yani namazı gelişigüzel, huşû ve hudûdan uzak bir şekilde, alelacele, tâdîl-i erkâna riâyet etmeden kılanlara bu tehdit vâkî olmuştur. Namazı tamamen terk edenlerin hâlini bir düşünmek gerekir!
BAHANELER
Ancak;
“–Zihnim dağınık, kalbim bulanık! Namazı madem düzgün kılamıyorum, o hâlde hiç kılmayayım daha iyi!” şeklindeki bahane de yine bir başka şeytan aldatmacasıdır.
Böyle söyleyen kişi, hastalığı bahane ederek, ilâcı reddeden kişinin durumuna düşer.
Bu hususta dînin düsturu şudur:
“Tamamı elde edilemeyen bir şey, bütünüyle terk edilmez.”
Yani kişi huşûa erişemese de, namaz kılmaya devam etmeli ve onu elde etmeye gayret etmelidir.
Cenâb-ı Hak, namazda huşûu elde etmemizi istiyor, fakat; “Huşû yoksa, namaz kılmayın!” diye bir tâlimat vermiyor.
Zaten namazdan hâsıl olacak feyiz ve bereketlerden, namazla hedeflenen faydalardan biri de, kulun gönül dünyasına çekidüzen vermektir. Kişi şer-‘i şerîfe riâyetini artırdıkça namazdaki huşûu da artacaktır.
EVLÂTLARA NAMAZ AŞISI
Namazın îtiyat / alışkanlık ile alâkası sebebiyle, Rasûlullah Efendimiz, evlâtların namaza alıştırılması vazifesini evvelâ ebeveynlerden istemiştir:
“Çocuklarınızı yedi yaşından itibaren namaza alıştırın, on yaşından itibaren kılmazlarsa üzerinde durun / ısrarcı olun.” (Ebû Dâvûd, Salât, 26; Tirmizî, Salât, 299)
“Ağaç yaşken eğilir.” denildiği üzere, bizler de evlâtlarımızı daha küçük yaşlarından itibaren sevdirerek, hediyelerle teşvik ederek; namaza, oruca, infâka ve merhamete alıştırmalıyız.
İmam Mâlik Hazretleri der ki:
“Ben her hadis ezberlediğimde, babam bana bir hediye verirdi. Öyle bir zaman geldi ki, babam hediye vermese bile hadis ezberlemek bende tarifsiz bir lezzet hâline geldi.”
Elhamdülillâh, Ramazanlarda, mübârek gecelerde camilerin dolduğunu görüyoruz. Fakat o dedeler ve babalar; evlâtlarının ve torunlarının da camiye, cemaate alışmasını sağlamakla da mükelleftir. Elinden tutup camiye götürmeli, ikrâm etmeli ve sevdirmelidir.
Ahmed bin Hanbel -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatıyor:
“On yaşımdayken Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemiştim. Sabah namazından önce annem beni kaldırır, soğuk Bağdat günlerinde abdest suyumu ısıtırdı. Sonra elbiselerimi giydirirdi. Evimiz uzak ve yol karanlık olduğu için, kendisi de başörtüsünü takıp tesettüre bürünerek benimle birlikte camiye kadar gelirdi.” (Ali el-Karnî, Durûs, XXVI, 4, XLIII, 21)
ANNELERİN ZAFERİ
Cenâb-ı Hak, evlâtların yetiştirilmesi husûsunda bize Hazret-i Meryem’in annesi Hanne Hatun’u misal verir. Kur’ân-ı Kerim’de bir sûreye adı verilen Âl-i İmrân / İmrân Ailesi de bu mübârek yuvadır.
Hanne Hatun’un yaşadığı devirde, takvâlı insanlar erkek evlâtlarını Beyt-i Makdis’e nezrederler / adarlardı. O evlâtlar; bir nevi ashâb-ı suffa gibi, Beyt-i Makdis’in rûhâniyetli ikliminde, ibâdet, ilim, takvâ ve hizmet içerisinde yetişirlerdi.
Hanne Hatun hâmileydi. Karnındaki evlâdının uhrevî istikbâliyle daha onu dünyaya getirmeden dertlendi. Doğacak evlâdını Beyt-i Makdis’e adadı.
Ancak zannettiği gibi erkek değil, kız evlât dünyaya getirdi. Evlâdının adını Meryem koydu ve nezrinden dönmedi. Cenâb-ı Hak onun adağını ahsen-i kabul ile kabul buyurdu.
Meryem Vâlidemiz, eniştesi Zekeriyyâ -aleyhisselâm- uhdesinde Beyt-i Makdis’teki odasında güzel bir bitkinin yetiştiği gibi fazîletler içerisinde yetişti. Mânevî hâller ve kerâmetler nasîb oldu. Zekeriyyâ -aleyhisselâm-, onun odasına geldiğinde orada yazın kış meyveleri, kışın yaz meyveleri görürdü.
“–Bunlar sana nereden geldi?” diye sorardı.
Meryem Vâlidemiz;
“–Bunlar Allah katından bir ikramdır.” buyururdu. (Bkz. Âl-i İmrân, 33-37; Taberî, Tefsîr, Âl-i İmrân, 37)
Cenâb-ı Hak, Meryem Vâlidemiz’in adını Kur’ân-ı Kerim’de 34 defa zikretti. İsmi bir sûrenin adı oldu. Kur’ân’da ismi bizzat geçen tek hanım Meryem Vâlidemiz oldu.
Hazret-i Meryem;
- Bir mûcize olarak Hazret-i İsa’yı babasız olarak dünyaya getirdi.
- Doğumu esnasında yine kuru kütükten yaş hurma meydana gelmesi ve doğumu kolaylaştırmak üzere alt tarafında bir ark yaratılması gibi lütuflara mazhar oldu. (Bkz. Meryem, 24-25)
- Namusuna iftira edildiğinde Hazret-i İsa henüz beşikte bir bebek iken, Allâh’ın izniyle konuştu ve herkes bu hâdiseye şâhit oldu. (Bkz. Meryem, 26-36)
Bu kıssadan;
Bir annenin ufak yaştan itibaren evlâdının îmânına, namazına, Kur’ân’ına, güzel ahlâkına dikkat etmesi gerektiği hakikatini anlıyoruz.
Demek ki evlâdın yetişmesi, annenin zaferidir. Babanın da buna destek olması gerekir.
Zaferler, dâimâ sâliha annelerin, fedâkâr vâlidelerin yetiştirdiği evlâtlar vesilesiyle nasîb olmuştur.
Bunun en bâriz misâli Çanakkale Zaferi’dir. O fedâkâr anneler yavrularını cepheye, kurbanlık koçlar misâli kınalayarak şehid namzedi olarak göndermiştir.
Âyet-i kerîmede Hazret-i Meryem’e mevzumuz olan namazla alâkalı olarak şöyle hitâb edildiği bildirilmektedir:
“Ey Meryem! Rabbine ibâdet et; secdeye kapan, (O’nun huzûrunda) rükû edenlerle beraber sen de rükû et!..” (Âl-i İmrân, 43)
Demek ki;
Cenâb-ı Hak, Meryem Vâlidemiz’in namazda seviye kazanmasını istemektedir.
NESİL ENDİŞESİ
Hazret-i İbrahim de evlâtlarının namazı hakkıyla kılanlardan olması için şöyle niyâz etmiştir:
“Rabbim! Beni ve zürriyetimi namaz kılanlardan eyle!..” (İbrâhîm, 40)
Evlâdının derdiyle dertlenmenin bir başka misâli Hazret-i Nuh’tur:
Nuh -aleyhisselâm-’ın dört oğlu vardı. Üçü babalarının tebliğ ve davetini kabul ederek, mü’min bir şekilde gemiye bindi. Biri ise kabul etmedi ve gemiye de binmedi.
Hazret-i Nuh, onun endişesi içinde çırpındı. Gemiye binmesi için evlâdına son bir defa seslendi. Fakat küfrü seçen oğlu reddetti ve sonunda tûfanda boğuldu.
Hazret-i Nuh;
“Rabbim ehlimi / ailemi kurtaracağını va‘detmişti. O’nun va‘di haktır.” mülâhazasıyla Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ etti:
“–Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. (Ne olur onu kurtar!)”
Allah buyurdu:
“–Ey Nûh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir!..” (Hûd, 46)
Demek ki,
Kan bağı değil îman bağı mühimdir. Hidâyet Allah’tandır, lâkin bize düşen, evlâtlarımıza;
- Henüz anne karnında olduğu andan itibaren helâl lokma yedirerek,
- Güzel, hayırlı telkinlerde bulunarak,
- Duâlar ederek, onları İslâm şahsiyet ve karakteri içinde yetiştirme gayretinde bulunmamızdır.
Evlâtlara namaz sevgisini aşılamak için, yuva ve anaokulu seviyesinde de faaliyetler yapıldığını sevinerek görüyoruz.
Bilhassa Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 4-6 yaş kursları evlâtlarımızın gönlüne îman, Kur’ân ve namaz sevgisini aşılamak, onlara güzel ahlâk kazandırmak için çok güzel bir imkândır. Evlâtlarımızı bu kurslara kaydettirmek ve bu müesseseleri desteklemek lâzımdır.
Unutmayalım ki bu, onlara bırakabileceğimiz en kıymetli mânevî mîrastır…
Evlâdına bu mîrâsı bırakan anne-baba, en hayırlı anne-babadır. Bunu ihmâl eden anne-babalardan ise, evlâtlar mahşer günü dâvâcı olacaktır.
En büyük fâcia, kıyâmet gününde evlâdın, kendisini ihmâl
eden anne ve babasından dâvâcı olmasıdır.
Bir anne-baba evlâdından ayrılmak istemez. Cenâb-ı Hakk’ın verdiği muhabbet bağıyla; ne anne ciğerpâresinden, ne evlât annesinden ayrılmak ister.
Lâkin;
Eğer evlâtlara İslâmî eğitim verilemezse, o gün anne-babaları pek fecî bir ayrılık beklemektedir:
EN AĞIR HİCRAN!
Âyet-i kerîmede, kıyâmet gününden bir manzara bizlere şöyle nakledilmekte ve cennete gidecek kimselere şöyle buyurulacağı haber verilmektedir:
سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَح۪يمٍ ٥٨
“Onlara merhametli Rabbin söylediği selâm vardır.” (Yâsîn, 58)
Cennetlikler merhametli Rablerinin ikrâmına nâil olurlar.
Fakat diğer tarafta; mücrimler, başta namazlarını kılmayanlar, hayatını istikamet üzere yaşamayanlar için de şöyle seslenilecektir:
وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ ٥٩
“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” (Yâsîn, 59)
En hazin hicran ve en acıklı firkat bu ayrılış olacaktır.
Bu ayrılıktan kurtulmak için, hep beraber Kur’ân’ın ipine sarılmamız şarttır. Takvâlı bir aile, namazla ihyâ olan bir toplum inşâ etmemiz elzemdir.
Unutmamak gerekir ki;
Evlâtlarımıza İslâm kültürünü kazandırmamız, sadece bir-iki aylık cami kursuna göndermekle hâsıl olmaz.
Bir insanın dünyevî bir mesleği kazanması, bir yabancı dili öğrenmesi için yıllarca eğitim görmesi gerektiğini biliyoruz.
Fakat en mühim ve en büyük kültür olan İslâm hakikatlerini öğrenmeyi, bir yaz kursundan bekliyorsak, -Allah korusun- bu tavrımız İslâm’ı hafife almak olmaz mı?
Rasûlullah Efendimiz, ashâb-ı kirâmı 23 yıl terbiye etti. İslâm en muazzam kültürdür. Esas tahsildir. Kur’ân tahsiline verilecek seneler, kayıp değil, en büyük kazançtır.
Bilhassa mevzumuz olan namazı düşünelim:
Namazın rükünlerinden biri kıraattir.
Hastalık ve engellilik gibi özür olduğunda, kişi ayakta duramazsa oturarak hattâ yattığı yerde îmâ ile namaz kılar. Fakat kıraat olmadan namaz olmaz.
Evlâtlarımızın kâmil bir namaz kılabilmesi için, güzel bir kıraat eğitimi alması lâzımdır. Tecvidiyle, tashîh-i hurûfuyla Kur’ân’ı uygulamalı olarak öğrenmesi elzemdir. Kâfî miktarda ezber yapması zarûrîdir. Mümkün olur da hâfız olursa, aliyyü’l-âlâ olur…
Tecvîdin Arapçanın üzerinde ayrı bir husûsiyeti vardır. Hiçbir Arap, konuşurken tecvid kaidelerine göre konuşmaz. Tecvid kaideleri Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur.
Bu eğitim için evlâtlarımızı, en az bir yıl Kur’ân kursuna göndermemiz lâzımdır. Yahut imam-hatip ortaokulları içinde, proje olarak Kur’ân eğitimine ağırlık veren, hâfız yetiştirenlerine yönelmemiz zarûrîdir.
ESAS TAHSİL: KULLUK
Görüyoruz ki;
Birtakım anne-babalar, evlâdının hangi liseye yerleştiğine, hangi üniversiteyi kazandığına, evlâtlarından daha büyük bir alâka gösteriyor. İmtihanlar esnasında mekteplerin kapısında heyecanla bekliyor. Sanki evlâdı, o imtihanla cennete girecek!..
Evlâtların dünyevî itibarı için, mesleği için bunca ihtimam gösteriliyor. Bilmiyor ki, gerçekleşse bile o itibar, o mevki acaba evlâdının hayrına mıdır, şerrine midir?
Diğer tarafta ya o evlâdın dînî tahsili? Orası kolay! Camiye gider, haftada bir, iki rekât Cuma namazı kılar, «Âmîn!» der, o da yeter!..
Hâlbuki din, hayatımızın her köşesini, her safhasını şümûlüne alması lâzım.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece; «Îmân ettik!» demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?” (el-Ankebût, 2)
Îmânın kalpte tezâhür etmesi lâzım.
Zaman zaman dünyevî tahsilin rüzgârına kapılan ebeveynler; büyük bir gaflet ile, evlâtları için sadece dünya tahsilini tercih ediyor, evlâdının dînî tahsilini ihmâl ediyor, yahut kendi kendine hallolur, zannediyor. Sonra da dövünüyor.
Batılı zihniyetlerin hâkim olduğu dünyevî tahsiller, evlâtlarımızın gönül dünyasını allak bullak etmektedir.
Meselâ aylardır süren Gazze katliâmı karşısında; batı anlayışıyla, gaflet kültürüyle yetişenler, zâlimlere destek oluyor. Mazlumlar için en ufak bir boykota bile destek vermiyor. Mânâsız buluyor. İslâm kardeşliğini yüreğinde hissedemiyor.
Yani evlâtlarımızın, millî, mânevî ve dînî bakımdan şuurlu yetişmesi için de, tahsiline çok dikkat etmemiz lâzımdır.
Anne-babalar şu muhasebeyi yapmalı:
Alâkamız, heyecanımız, iştiyâkımız ve ihtimamımız;
- Dünyevî tahsile ne kadar?
- Uhrevî tahsile ne kadar?
Biz bu dünyaya kul olmayı tahsil için geldik. Fakat bu kul olma tahsili ikinci plâna alınır da dünyevî tahsil ön plâna alınırsa, Kur’ân tahsili ihmâl edilirse bu bir felâket olur.
Dünyevî ilim, Kur’ânî ilimle mezcedilebilirse, insanı Cenâb-ı Hakk’a yakın bir kul eyler. Eğer uhrevî ilimle mezcedilemezse, tek başına dünyevî ilim tahsil eden kişi zâlimlerden olur.
Bugün Gazze’deki korkunç katliâmı yapanlar, hepsi dünyevî bakımdan tahsilli insanlardır.
Birinci ve İkinci Cihan Harbi’nde 70 milyon insanın ölüm emrini veren kumandanların hepsi tahsilli insanlardı.
Afrika’yı talan ederek, mâsum Afrikalıları köleleştirerek gemilere doldurup Amerika’daki çiftliklerinde zorla çalıştırmaya götüren, itiraz eden yahut hastalananları okyanusun dibine yollayan sömürgeciler de tahsilli insanlardı.
İnsanlığın tepesine hiç acımadan atom bombası atanlar da tahsilli insanlardı.
FAYDASIZ ve ZARARLI!
Demek ki;
Sadece zihne depo edilen, gönülde mâneviyatla, Kur’ân ve vahiyle buluşmayan bir ilim faydasız ilimdir. Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
اَللَّهُمَّ إِنّ۪ى أَعُوذُ بِكَ مِنْ عِلْمٍ لَا يَنْفَعُ
“Allâh’ım! Fayda vermeyen ilimden Sana sığınrım!” (Müslim, Zikir, 73) buyurmuştur.
Böyle bir ilim, fayda vermediği gibi, insana zarar da vermektedir.
Tıp tahsil eden, insan bedenini ve onu sıhhatli tutacak şeyleri öğrenir. Ziraat ilmi tahsil eden, toprağı, bitkiyi öğrenir. Bunlar meslek edinmek, dünya hayatında faydalı bir şeylerle meşgul olmak için lâzımdır.
Ancak kendisini ebedî bir hayatın beklediği insanoğlu, evvelâ bu dünyaya kulluk tahsili yapmaya gelmiştir.
Mâneviyattan kopuk dünyevî tahsille meşgul olanlar, evrim nazariyesinin kurucusu Darwin’in;
“Güçlü olan, zayıf olanı bertaraf eder.”
Liberalizmin kurucusu Adam Smith’in;
“–Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!” gibi vicdansız ve gaddar telkinleriyle yetişmektedir.
İnsanı maddiyattan ibaret gören Karl Marks, yine insanı şehvetten ibaret gören Sigmund Freud gibi materyalist filozofların tesiri altında şekillenmekte ve onlara hayranlık duymaya başlamaktadır.
Hâlbuki bunların hiçbiri insanlığa hiçbir saâdet getirmemiştir. Kuru bir dünyevî tahsil, insanı daha akıllı ve merhametli yapmamış, bilâkis daha zâlim ve vahşî bir hâle dönüştürmüştür.
Tarihte, Makedonya’dan Hindistan’a kadar istîlâ eden ve arkasında ancak kan, zulüm ve gözyaşı bırakan Büyük İskender de, Aristo’nun talebesiydi.
Bugünkü zâlimler de, dinden uzak ve mâneviyattan mahrum filozofların talebeleridir.
Bu sebeple;
Sâlih bir baba, sâliha bir anne, evlâdının dînî tahsiline büyük ehemmiyet verecek. Erken yaştan itibaren ona dînini öğretecek. İlerleyen yaşlarında da tahsilini, muhakkak uhrevî tahsil ile mezcedecek.
Hâsılı;
Yûnus Hazretleri ne güzel söyler:
İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir.
Evlâtlarımızın; kendini bilen, kulluğunun idrâkinde, dînî, millî, vatanî ve vicdânî sorumluluklarını hisseden samimî ve fedâkâr bir müslüman olarak yetişmelerinden biz mes’ûlüz.
Bütün bu vasıflar; alnı secdeli, gönlü camilere bağlı nesillerde hakkıyla tecellî edecektir.
Cenâb-ı Hak; namazı kalp ve beden âhengi içerisinde hakkıyla edâ edebilen, camileri beş vakit îmâr eden bahtiyar kullardan eylesin.
Namazsızlık ve namazdan gaflet illetlerinden nesillerimizi muhafaza buyursun. Âmîn…
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Yıl: 2024 Ay: Temmuz, Sayı: 233