İslam’ın Yardımlaşma ve Dayanışmaya Verdiği Önem
İslam’da yardımlaşma ve dayanışmanın önemi nedir? İslam dininin sosyal yardımlaşma ve dayanışmaya verdiği önem.
İnsan, yaratılışı îcâbı içtimâî bir varlıktır. Yalnız başına yaşayamaz. Ünsiyet kuracağı başka insanlara muhtaçtır. Bunun yanında, bir de zayıf yaratılmış olup bütün ihtiyaçlarını kendisi karşılayabilecek güçte değildir. Dolayısıyla insanlar, toplum hâlinde yaşamalı, birbirleriyle yardımlaşmalı ve Allah’a olan kulluklarını beraberce yapmalıdırlar. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:
“Allah’ın eli (yardımı) cemaatle birliktedir. Cemaatten ayrılan, cehennem yoluna ayrılmış olur.” (Tirmizî, Fiten, 7/2167)
“Cemaat rahmettir, tefrika ise azaptır.” (Ahmed, IV, 278)
İSLAM’DA YARDIMLAŞMA VE DAYANIŞMANIN ÖNEMİ
İslâm’ın emrettiği cemaatle namaz, Cuma namazı, bayram namazları, hac, zekât, infak, kurban gibi ibadetler; cenaze merasimleri, düğünler, hasta ziyaretleri, akrabalarla ilişkileri kuvvetli tutma, ihtiyaç sahipleriyle meşgul olma gibi beşeri münasebetler, insanları hep içtimâîliğe teşvik etmektedir. Tabiî, insanlarla birlikte hareket etmenin getirdiği bazı sıkıntılar vardır. Onlara tahammül etmek fedâkârlık gerektirir. İslâm, toplum içinde yaşayıp insanların yükünü sırtlanan müslümanlara büyük mükâfatlar vaad etmektedir.
Büyük bir edep ve nezâket sahibi olan Peygamber Efendimiz, kaba ve anlayışsız insanların sıkıntılarına mâruz kaldığı hâlde, hiçbirini kırmaz, hepsine güzellikle muâmele ederdi. Amcası Abbâs -radıyallâhu anh-, Allah Rasûlü’nün bu durumuna acıyarak:
“–Yâ Rasûlallah! Bakıyorum insanlar size eziyet veriyor, kaldırdıkları tozlarla sizi rahatsız ediyorlar. Husûsî bir gölgelik edinseniz de insanlara oradan konuşsanız?” dedi. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:
“–Hayır! Allah -celle celâlühû- beni içlerinden alıp huzûra kavuşturuncaya kadar aralarında bulunmaya devam edeceğim. Varsın ökçelerime bassınlar, elbisemi çekiştirsinler, kaldırdıkları tozlarla beni rahatsız etsinler!” buyurdu. (Bkz. Dârimî, Mukaddime, 14; İbn-i Ebî Şeybe, VII, 90; İbn-i Sa’d, II, 193)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ümmetine de aynı şeyi tavsiye ederek şöyle buyurur:
“İnsanların arasına karışıp onların ezâlarına katlanan Müslüman, onlara karışmayıp, ezâlarına katlanmayandan daha hayırlıdır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 55/2507)
“Kişi kardeşinden müstağnî değildir. Tıpkı iki el gibi ki bunların biri diğerinden aslâ müstağnî olamaz.” (Deylemî, Firdevs, III, 409/5251)
“Mü’minler birbirleriyle karşılaştıklarında, birbirini yıkayan iki el gibidirler.”[1]
İslâm, rızık temini için çalışmayı, evlenip çoluk çocuk sahibi olmayı, infâk etmeyi, veren el olmayı, zamanı iyi değerlendirmeyi, âhireti kazanma yeri olan dünyadan âzamî derecede istifade etmeyi, doğruları bütün insanlara tebliğ edip onları yanlışlardan uzaklaştırmayı, malı, canı, ırzı, namusu, nesli ve vatanı müdâfaa etmeyi… emrederek insanları sosyal faaliyete ve dinamik bir hayat yaşamaya sevkeder. Zerre kadar hayır işleyenin de, zerre kadar yanlış yapanın da muhakkak karşılık göreceğini[2] zihinlere nakşederek daha dikkatli, zinde ve uyanık bir hayat yaşamayı sağlar.
İslâm, insanları içtimâîleşmeye teşvik ederken, hiçbir zaman onları ferdî ibadet ve tefekkürlerinden uzaklaştırmaz. Bütün içtimâî faaliyetlerini Allah rızâsı için ve ibadet niyetiyle yapmalarını tavsiye eder. “Halvet der encümen” prensibini koyarak “halk içindeyken bile Cenâb-ı Hak ile beraberlik şuurunu devam ettirmelerini” ister. Diğer bir ifade ile “El kârda, gönül Yâr’da” düstûrunca yaşamayı hedef gösterir.
Tefekkür-i mevt (zaman zaman ölümü düşünmek), kader inancı, tevekkül ve teslîmiyet gibi hususlar, bazılarınca yanlış anlatıldığı gibi, kesinlikle insanları atâlete ve ümitsizliğe sevketmez. Bilâkis mü’minleri daha dikkatli, azimli ve gönül huzûruyla çalışmaya alıştırır. Ölümü hatırlayan insan, zamanın azaldığını düşünerek daha çok ve daha kaliteli iş yapmaya azmeder, vaktini lüzumsuz şeylerle zâyî etmez. Nefis ve şeytanın sürüklemek istediği günahlara düşmez. Kadere inanan, tevekkül ve teslîmiyeti doğru anlayan mü’min, elinden gelen şeyleri yapmadan Allah’a güvenmenin ne kadar yanlış olduğunu bilir. Dolayısıyla gücü nisbetinde yapabileceği her şeyi yaptıktan sonra neticeyi Allah’a havale ederek rahat eder. Kadere inanmayan, tevekkül ve teslîmiyeti kabul etmeyen insanın da zaten bundan fazla yapabileceği bir şey yoktur. Böyle kimseler, Allah’a güvenmedikleri için yaptıkları işin neticesi hakkında devamlı endişe içinde olurlar ve sonuç istedikleri gibi çıkmayınca büyük bir rûhî çöküntüye uğrarlar. Kadere inanıp Allah’a güvenen mü’min ise mesuliyetlerini yerine getirdikten sonra netice elde edemese bile niyetinin sevabını alır, bunun yanında aşırı derecede üzüntüye kapılmaktan da korunmuş olur. Yani hem maddî hem de mânevî yönden kârdadır.
Dipnotlar:
[1] Suyûtî, Câmiu’l-Ehâdîs, no: 21028; Deylemî, Firdevs, IV, 132/6411; Sülemî, Âdâbu’s-sohbe, Mısır 1410, I, 95/128. [2] Zilzâl, 7-8; En’âm, 104; Zümer, 41; Fussilet, 46; Câsiye, 15.
Kaynak: Murat Kaya, Ebedi Kurtuluş Yolu, Erkam Yayınları