İslamiyet Nasıl Bir Sosyal Düzeni Amaçlar?
Komünizm, kapitalizm ve liberalizm gibi beşerî sistemler, şu anda dünya üzerinde etkili olan sistemler. İslâm, bu sistemlere karşı nasıl bir sistem ortaya koyuyor? İnsan ve toplumların idaresinde İslâm’ın dünya görüşü nasıldır?
Daha evvel Garaudy misalinde de îzah ettiğim gibi,[1] beşerî sistemler hiçbir zaman insanın rûhunu tatmin edemedi.
KOMÜNİZM VE SOSYALİZM NASIL ORTAYA ÇIKTI?
Komünizm ve sosyalizm ortaya çıktı. Bunlar; “Servet, toplumundur.” dediler.
Fakat onlarda, zenginlerin yerini toplum adına hareket ettiğini söyleyen “elit” dedikleri bir grup aldı. Yani “servet toplumundur” dediler; lâkin servet toplumun değil, “partililer”in oldu. Partililer kendi inisiyatiflerine göre hareket ettiler. Kimsenin bir şeyi yokken onlar servet sahibi oldular. Halkı istismar ettiler. Halk fakir düştü. Fakat kendilerine vapur, tren vs. ne varsa hepsi bedava oldu.
Komünizm, güya herkes müsâvî/eşit olacak, bu şekilde toplumda adâlet, denge, huzur olacak iddiâsıyla ortaya çıktı. Fakat çalışanla çalışmayana aynı imkân verildi. Testiyi kıranla, kırmadan taşıyan bir oldu. Bu da istîdatları dumura uğrattı.
Meselâ bir yarışta, hızlı koşan birinci olur. Fakat birinciye de sonuncuyla aynı imkânlar sunulursa, hızlı koşabilecek olan da yavaşlar. Bu da terakkîyi durdurur.
Komünizm; insan realitesine ters, fıtrata aykırı olan bu tutumu sebebiyle, ancak partililerin faydalandığı bir istismar sistemi oldu…
KAPİTALİZM NASIL ORTAYA ÇIKTI?
Komünizmin bu zulüm ve haksızlığına karşı kapitalizm; yaldızlı bir ifade ile ortaya çıktı; “Servet, ferdindir.” dedi. Lâkin bütün servet, tröstler ve kartellerin elinde toplandı. Zengin daha zengin oldu. Halk, idareci sınıfa ve burjuvaya düşman oldu. Dramlar yaşandı.
LİBERALİZM NASIL ORTAYA ÇIKTI?
Liberalizm, “Serbestiyet içinde insanlık yarışacak.” dedi. Sermayeyi kimse engellemesin;
“Laissez faire, laissez passer!”
Yani; «Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!» dedi. “Nasıl kazanırsan kazan!” dediler.
Güya rekabet neticesinde daha kaliteli mal çıkacak, imâlât ucuzlayacak, fiyatlar düşecek, bundan herkes kazanacaktı. Fakat tersi oldu. Karteller ve tröstler anlaşarak fiyatı kendi aralarında belirlediler. Meselâ bir kalemi hangi fabrikalar yapıyorsa, toplandılar; 10 kuruşluk bir malı kendi değerinin çok çok üzerinde, fâhiş bir fiyatla piyasaya sürdüler. Yeni bir istismar yolu açıldı. Enflasyonu körükleyen faizle, yoksulun iyice beli büküldü.
Yani “Bırakınız yapsın, bırakınız geçsinler!”in mânâsı; -af edersiniz- “Altta kalanın canı çıksın!” acımasızlığı oldu.
Merhamet ve paylaşma olmadığı için, uçurumlar, krizler ve sosyal patlamalar meydana geldi. Yarış, sadece güçlülerin zayıfları ezme yarışı oldu.
Bütün sistemler, kandırmaca ile kendilerini sergilediler. Kapitalist ve komünistler, aslında mülk üzerinde, onun asıl sahibi olan Cenâb-ı Hakk’ın hükmünü kaldırma noktasında birleştiler. Aslında birbirlerinin aynısı idiler. Yani materyalist/maddeci ve münkir...
Komünizm ile kapitalizm, sadece eşyanın kime ait olduğu üzerinde ihtilâf etti. Komünistler dedi ki “mülk toplumun olsun”; kapitalistler de “yok, mülk fertlerin olsun” dediler.
İSLAMİYET NASIL BİR SOSYAL DÜZENİ AMAÇLAR?
Hâlbuki İslâm ise; “servet ne toplumundur ne de fertlerindir; «اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ» mülk, Allâh’ındır.” dedi. Mülkün tasarrufunda ilâhî irâdenin hükmünün geçerli olduğunu bildirdi.
İslâm, bütün mülklerin -bugünkü yaygın tâbiriyle- bir nevî “devre mülk” olduğunu telkin etti. Kula da, o mülkün muayyen bir süreliğine emânet edilmiş olduğu idrâkini verdi. Yani insan, mülkün gerçek sahibi değil, ancak belli bir süreliğine onun üzerinde tasarrufta bulunan bir memur mevkiindedir.
Bu sebeple İslâmʼda, bir gün bırakıp gideceğimiz maddî nîmetleri elde etmek için; insanı ve toplumu sömürmek, kul hakkına girmek, ilâhî hudutları çiğnemek aslâ yoktur.
En başta halkı sömüren gayr-i meşrû kazançlar, gabn-i fâhiş, yani aldatarak aşırı kâr elde etme, fâiz, ihtikâr (stokçuluk, vurgunculuk) yasaktır. Servetin sarfında da israf ve pintilik yasaklanmıştır.
İsraf; güç gösterisinde bulunarak aşağılık duygusunu örtbas etmeye çalışmaktır.
Pintilik ise şeytanın telkin ettiği “fakir düşme” korkusuyla infaktan kaçıp sırf kendine biriktirmektir. Bu, Hakkʼa tevekkül noksanlığının ve korkaklığın getirdiği bir zaaftır. Yani Cenâb-ı Hakk’a sığınacağı yerde parayı, sığınak, barınak ve dayanak hâline getirmektir.
İsraf da pintilik de mülkün gerçek sahibi olan Cenâb-ı Hakkʼa isyan niteliğindedir.
İnsanoğlu, maddiyat hususunda Allâh’ın hükümlerine göre tasarrufta bulunması îcâb eden bir emânetçidir.
Beşerî sistemler, insanı, ekonomi çarkını döndüren dişliler olarak görüp onu sömürür. Hattâ eskilerin şöyle bir tâbiri vardı: Eskiden bostan kuyuları vardı. Bu bostan kuyularından su çıkartmak için gözü bağlı bir at, kamçı zoruyla kuyunun etrafında döndürülürdü. Böylece oradan su çıkarılırdı. İşte bu, komünizmin istihsâl şeklidir.
Kapitalizm ise ata dâimâ ot torbası gösterir, at torbaya yaklaştıkça da geriye çekilir. Yani atı kandırarak kullanır ve kuyudan suyu çıkartır. Yani her iki sistem de insanları istismâr eder, sömürür.
İslâm iktisâdı ise, insanın problemini çözmeyi hedefler. Nitekim imkânları paylaşmak, bilhassa da ihtiyaç sahiplerine faydalı olmak şarttır, farzdır.
Âyet-i kerîmede:
“Sâilin (hâlini arz eden muhtacın) ve mahrumun (iffeti dolayısıyla hâlini arz edemeyenin), onların (zenginlerin) mallarında muayyen bir hakkı vardır.” (ez-Zâriyât, 19) buyrulur.
Hâlini arz edenlerin hakkını vereceksin. Teaffüf/iffet sebebiyle hâlini arz edemeyenlerle de sen gidip alâkadar olacaksın, onun müşkül durumunu bertaraf edeceksin.
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:
“…Sen onları sîmâlarından tanırsın...” (el-Bakara, 273) buyuruyor.
Yani İslâm, servet sahibine bir mükellefiyet yüklüyor. Ona parayı kullanma eğitimi veriyor. Böylece onu, gönülleri kaynaştırmaya vesîle kılıyor.
İslâm, hayatın her sahasında olduğu gibi ticârî ve iktisâdî faaliyet sahasında da bir nizam vaz etmiştir. Helâl ve haram hudutları koymuştur. Merhamet ve şefkati emredip müʼmini müʼmine zimmetli olarak telâkkî ettirmiştir. Kazancı; “hak”, “adâlet” ve “merhamet”le mezcettirmiştir.
Kazanca kul hakkı ve haram karıştırmayı yasaklamıştır. Kul hakkıyla yapılan bir ibadetin bile merdut olduğunu bildirmiştir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır:
“Kim bu Beyt’i (Kâbe’yi), haram kazançtan elde ettiği parayla ziyaret ederse Allâh’a itaatten çıkmış olur. Böyle bir insan hacca niyet eder, ihrâma bürünerek bineğinin üzengisine ayağını basıp devesini hareket ettirdikten sonra; «Lebbeyk Allâhümme lebbeyk» derse, semâdan bir münâdî şöyle seslenir:
«Sana ne lebbeyk ne de sa‘deyk! Çünkü senin kazancın haram, azığın haram, bineğin haramdır. Hiçbir sevap almadan günahkâr olarak dön! Hoşlanmayacağın şeyle karşılaşacağından dolayı üzül!»
Fakat kişi helâl parayla hac yolculuğuna çıkar, bineğinin üzengisine ayağını basıp onunla hayvanını hareket ettirir ve «Lebbeyk Allâhümme lebbeyk» derse, semâdan bir münâdî şöyle seslenir:
«Lebbeyk ve sa‘deyk! Sana icâbet ettim. Çünkü senin bineğin helâl, elbisen helâl, azığın helâldir. Haydi çok büyük sevaplar elde etmiş ve hiç günâha girmemiş olarak dön! Seni memnun ve mesrûr edecek şeyle karşılaşacağın için sevin!»” (Bkz. Heysemî, III, 209-210)
İslâm; zekât, infak ve hayrâtı öne çıkarmış ve sermayenin kontrolsüz şekilde aşırı büyümesine mânî olmuştur.
Farz olan zekât, bilhassa “biriktirilen sermaye” üzerinden verilir. Zekât da keyfî değildir, farzdır. Bizzat fakirin hakkıdır. Yani İslâm, bir bakıma fakiri zengine ortak kılmıştır. En kötü hırsızlık da zekâtı vermeyenlerin durumudur. Çünkü zekâtı vermemek, fakirin malını çalmaktır.
İslâm, maddî bakımdan alt tabakada olanlarla gerçek bir paylaşmayı temin etmiştir.
Allah; kulları ve toplumları, rızık ve imkânların taksiminde farklılık gözeterek imtihan eder. Bu imtihan muktezâsınca;
- Zengin, fakirden mes’ûldür. Yani fakir, zengine zimmetlidir. Dünyada fakir, zengine muhtaçtır. Âhirette ise zengin fakirin duâsına muhtaçtır. Fakire verdiği sadakanın ecrine muhtaçtır.
- Hâli-vakti yerinde olan, garip ve kimsesizden mes’ûldür.
- Kuvvetli olan, zayıftan mes’ûldür.
- Sıhhatli olan, hastadan mes’ûldür. Dünyada hasta, sıhhatli insanın yardımına muhtaçtır. Kıyâmette, o zor günde ise, o sıhhatli insan, hastanın duâsına muhtaçtır.
- Bilen bilmeyenden mes’ûldür.
Hâsılı İslâm’da, her imkân sahibi, o imkândan mahrum olandan mes’ûldür. Herkes birbirine zimmetlidir.
Her medeniyet, kendi insan tipini meydana getirir. İşte İslâm’daki o insan tipinin fârik vasfı da cömertlik ve fedakârlıktır. Zira:
- Zekât (minimum, asgarî bir mükellefiyettir. O zaten fakire aittir, varlıklı kimsenin malındaki fakirin hakkıdır).
- Sadaka (kişiyi belâ ve musîbetlerden koruyan gönüllü bir fedakârlıktır).
- İnfak (ucu açıktır, bir sınırı yoktur).
Nitekim âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:
“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda infâk etmedikçe, birrʼe (hayrın kemâline) eremezsiniz…” (Âl-i İmrân, 92) buyuruyor.
Cömertlik ve fedakârlığın bu seviyesi, kulu Cenâb-ı Hakk’a yakın kılar.
Tabi verirken de İslâm;
“…Sadakaları (Allah) alır…” (et-Tevbe, 104) âyeti muktezasınca, fakirin-muhtacın eline değil de âdeta Cenâb-ı Hakk’ın kudret eline verircesine büyük bir edep, nezâket ve hassâsiyet içinde bulunmayı telkin eder.
Ayrıca riyâ, gösteriş, gurur, kibir, ucub gibi nefsânî maksatlar taşımaktan kulu men eder. Çünkü tevhid akîdesinin hiçbir ortaklığa tahammülü yoktur. Dolayısıyla verirken mümkünse gizleyerek vermek îcâb eder.
Velhâsıl İslâm; toplumu rahmet, merhamet, fedâkârlık, diğergâmlık, cömertlik gibi mânevî kıymetlerle ihyâ etmiştir.
İşte ecdâdımız Osmanlı’da tescilli 26.600 küsur vakıf vardır. Bilinmeyen, çok daha fazla. Bu şefkat ve merhamet müesseseleri, toplumu âdeta bir ağ gibi örmüştür. Dolayısıyla toplumda hiçbir zaman bir iktisâdî buhran, kriz ve isyan hareketi olmamıştır.
Asr-ı saâdette de hiç olmamıştır. Çünkü ne var? Zekât var, infak var, sadaka var, oruç var…
Depresyon gibi herhangi bir psikolojik rahatsızlık da olmamıştır. Çünkü namaz var. Cenâb-ı Hak;
“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.
“Ey îman edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin…” (el-Bakara, 153) buyuruyor.
“…Kalpler ancak Allâh’ın zikriyle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) buyuruyor.
İşte bizim medeniyetimizin dünya görüşü bu şekilde…
Komünizm; katı, ruhsuz, gaddar bir insan tipi meydana getirdi.
Kapitalistler de, acımasız, kibirli ve şımarık bir insan enkâzı ortaya çıkardı. Merhameti yitirmiş, gözyaşını unutmuş, vicdana vedâ etmiş, menfaatperest bir insan tipi meydana getirdiler…
Tarihte sömürülen ülkeleri ve bilhassa bugünkü Suriye’nin hâlini görüyorsunuz: Vahşî kapitalizm binlerce kilometre öteden geliyor, bombalıyor, yakıyor, yıkıyor!.. Zayıf toplumları daha da ezerek, onların yeraltı, yerüstü kaynaklarını sömürüyor.
Kapitalist sistem, sadece maddî menfaatini ve kârını düşünür. Bu yüzden insanı acımasızca sömürür. Gayesine ulaşmak için her yolu mübah sayar.
İslâm ise kapitalizm ve komünizmin zıddına, bir vicdan muhâsebesi yaptırır:
“Nereden kazandın, nasıl kazandın, nereye ve ne şekilde sarf ettin?” suâlini sorar. İlâhî mahkemede bunların inceden inceye hesabının verileceğini hatırlatır.
Bununla birlikte, takvâ sahibi bir müʼmin, her yeni güne başlarken vicdânı ona sorar:
“Bugün Cenâb-ı Hak sana ömür takviminden yeni bir yaprak açtı. Bugünkü mesâinde ne kadar kendine, ne kadar kendinin dışındakilere çalışacaksın? Allah, nîmetlerini sana bol bol ihsân etti, fakat falana vermedi. Demek ki onu sana zimmetli kıldı…”
Zira âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:
“Allâhʼın sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsanda bulun!” (el-Kasas, 77) buyuruyor.
Bu sebeple gerçek bir müʼmin, diğergâm bir gönülle mahlûkâta yönelerek onların ihtiyaç ve noksanlıklarını şefkat ve merhametle telâfî etmekten kendini dâimâ mes’ûl görür.
Mevlânâ Hazretleri buyuruyor ki:
“Şems -kuddise sirruh- bana bir şey öğretti, (fakat zihnime değil, kalbime nakşetti): «Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin.» Ben de biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!..”
Tasavvufî ahlâk da bu!..
İşte bu diğergâmlıkla gönüllerin yoğrulduğu zamanlar, İslâm coğrafyasında öyle fazîletler yaşandı ki, -bilhassa Ömer bin Abdülaziz zamanında- zenginler; memleketlerinde zekât verecek fakir bulamadılar.
İsraftan kaçınmak ve îtidâl üzere yaşamak; zengini, fakire yaklaştırdı. Kanaat zenginliği, istiğnâ ve hâle rızâ içinde yaşamak; fakiri zengine yaklaştırdı. Zekât, infak ve vakıf medeniyeti, toplumda dramların zuhûruna meydan vermedi.
Yaşanan kardeşlik şuuruyla, herkes din kardeşini kendine zimmetli bildi. Mü’minler, birbirini yıkayan iki el gibi oldu. Sadece maddî değil mânevî olarak da dertler paylaşıldı. Muhabbetle kenetlenmiş, yekvücut hâle gelmiş, surlar gibi sağlam bir toplum yapısı meydana geldi.
Lâkin; Lâle Devri’nde bizim toplumumuzda da lükse ve israfa temâyül başladı. Tanzimat’ta da Batı’ya hayranlık, Avrupa özentisi baş gösterdi. Ruh plânından ten plânına dönüldü. Yakın tarihimiz ise, tamamen özümüze yabancılaşan, kapitalist dünyayı taklit eden bir anlayışla devam etti.
Bizler bugün bütün bu menfîlikleri izâle edip, yeniden İslâm’ın bizden istediği temel ölçülerle inkişâf etmeliyiz. Kendimizin selâmeti, toplumumuzun saâdeti için; vakıf medeniyetimizi, infak medeniyetimizi yeniden ihyâ etmeliyiz. Sadaka taşlarını îcâd eden, esnaftaki borç defterlerini satın alıp borçları silen, fakir kızlara çeyiz hazırlamak, hizmetçilerin kırdığı tabağı-bardağı tazmin etmek için vakıflar kuran o mübârek ecdâda lâyık nesiller olmalıyız...
Dipnot:
[1] Bkz. sf. 64-66.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Gençlerle 12 Soru-Cevap, Erkam Yayınları
YORUMLAR