İslâmofobi Kasıtlı Bir Çalışmadır
Osman Nuri Topbaş Hocaefendi İslam Dini'nin merhamet ve şefkat dini olduğunu örneklerle anlatıyor.
Yine şunu söyleyeyim ki bugün maalesef kasıtlı olarak İslâmofobi diyorlar. Tamamen zıddı… İslâm bir merhamettir, bir şefkattir. Bize en çok “rahman ve rahîm” esmâsını bildiriyor (Cenâb-ı Hak). Rasûlullah Efendimizʼin 23 senelik peygamberlik hayatına baktığımız zaman, o kan gölüne dönen çöller bir huzur buldu. İnsanlar huzur buldu. Köleler huzur buldu.
Yezid isimli bir köle:
“‒Bedirʼden dönerken (diyor), biz (diyor) öyle anlar oldu ki (diyor), bizi (diyor) müslümanlar yanımızda yürüyorlardı, bizi develerine bindirdiler.”
Efendimiz;
“Yediğinden yedireceksin, içtiğinden içireceksin, hattâ daha fazla vereceksin. Âzâd edin.” buyuruyor.
Köleler kölelikten kurtuldu. Fakir, zengin, makam, mevkî vs. hepsi bitti, sıfırlandı. Hepsi namazda yan yana durmaya başladılar. Hepsi birbirinin dert ortağı oldu. İslâm, hepsini birbirine muhtaç hâle getirdi:
Dünyada varlıksız, varlıklıya muhtaç. Âhirette de, varlıklı, varlıksızın duasına muhtaç. Dünyada sakat, sağlama muhtaç, öbür tarafta ise sağlam, sakatın duasına muhtaç. Öyle bir toplum dokusu kuruldu. Rûhânî bir doku kuruldu toplumda. İşte “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (Âlemlere Rahmet)in bir dokusu kuruldu.
Cenâb-ı Hak bizden o asr-ı saâdet insanını istiyor. Tevbe Sûresiʼnin 100. âyetinde Cenâb-ı Hak:
“İslâmʼa giren ilk muhâcirler…” buyuruyor. O Mekkelileri bildiriyor. O Mekkeliler gibi… Îmandan bir tâviz vermediler. Her türlü cefaya katlandılar. Ambargolar konuldu. Giriş-çıkış mahallelerinden yasaklandı. Çocukların açlıktan avaz sesleri diğer mahallelerden duyuldu.
Rasûlullah Efendimiz Tâifʼe gitti, taşlandı. Ashâb-ı kiram, îmânı, tevhîdi koruyabilmek için bütün gayretini gösterdi. Onun için Cenâb-ı Hak:
“İslâmʼa ilk giren Muhâcirler…” onlar gibi olmamızı istiyor. Numûne olacağız, örnek olacağız. İnsanlığa örnek olacağız.
Cenâb-ı Hak;
“Sizler yeryüzünde Allâhʼın şâhitlerisiniz, Peygamber de size şâhit olsun…” (Bkz. el-Bakara, 143) buyuruyor.
Ondan sonra “Ensar” buyuruyor. Medîneliler gibi olmamızı istiyor. Onlar her inen âyete; “سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا: (“İşittik ve itaat ettik…” [Bkz. el-Bakara, 285]) dediler. Hemen tatbikâta girdiler. İçkiler kesildi, fâizler bitti.
Tesettür âyeti geldi. Bütün hanımlar bir anda, evde ne kadar bez varsa hepsini sarıp başlarına şeyleri, o şekilde çıktılar.
Bir taraftan Benî İsrâil, bir taraftan münâfıklar, bir taraftan müşrikler… Üç tane kıskaç içinde bu ahkâm âyetleri yaşandı. Onlar gibi olmamızı arzu ediyor Cenâb-ı Hak.
“…Onlara tâbî olan ihsan sahipleri…” buyruluyor. Ve Cenâb-ı Hak bir Cennet müjdesi veriyor, lûtfediyor.
Velhâsıl, bu, İslâm fobi deniliyor, korku deniyor. Hâlbuki korku yok İslâmʼda saâdet var. Korku denilen bir şey yok, saâdet var. İnsanlar huzur buluyor, köleler huzur buluyor, köleler kölelikten çıkıyor. Hayvanlar huzur buluyor.
Hayvanlara da zulüm yapılıyordu. Budu kesilirdi, devenin o hörgücü kesilirdi, yağ tarafı, deve bırakılırdı öyle.
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin, bir kişi, önünde bir bıçak bileyliyor:
“‒Kaç sefer bu hayvanı öldürüyorsun, arkada bileylesen olmaz mı?” buyuruyor. (Hâkim, IV, 257)
“Yılanı bile, sana saldıran yılanı bile öldürürken bir vuruşta öldür, eziyet etme.” buyuruyor.
Yanık bir karınca yuvası görüyor, Efendimizʼin rengi değişiyor:
“Kim (diyor) Allâhʼın verdiği bir cana kıyabilir.” buyuruyor. (Bkz. Ebû Dâvud, Cihad, 112)
Nebâtat huzur buldu. Bir bedevî (ağacı) sallıyordu yaprak düşürmek için hayvanlarına. Çağırdı bedevîyi:
“‒Niye (dedi), köküne zarar veriyorsun?” buyurdu. (Bkz. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, Beyrut 1417, VI, 378)
Velhâsıl bir müʼmin, her şeyiyle -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin bir temsilcisi olacak.
İslâm yaşandığı zaman, Cenâb-ı Hak yardım etti. Efendimiz:
“Hulefâ-i râşidîn 30 senedir.” buyuruyor. (Bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 8; Ahmed, V, 50, 220, 221)
29 buçuk sene Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, 6 ay da Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-ʼla 30 sene bitti. 30 sene bir hulefâ-i râşidîn devri buyuruyor. “Ondan sonra, saltanatla karışık hilâfet” buyuruyor. Yani zaman zaman zulüm, zaman zaman istikâmet.
Emevî geldi, akraba asabiyetine dûçâr oldu. Zaman zaman mala dûçâr oldu gelenler. Zaman zaman harem hayatına dûçâr oldu.
Ömer bin Abdülaziz geldi, Hazret-i Ömerʼin torunu, iki buçuk sene ile İslâm tarihinde en büyük bir huzur devresi açıldı. İki buçuk sene ile… Herkes birbiriyle dâimâ bir hizmet yarışı içine girdiler:
“‒Bu gün kaç sayfa, ne kadar okudun? Neler, bugün nasıl bir hizmette bulunalım? Gecemiz nasıl geçti?”
Kendi kendilerini sorgulamaya başladılar. Bir vicdan muhâsebesi başladı.
Cenâb-ı Hak da öyle bir huzur hâli verdi ki, tâ İspanyaʼya kadar müslümanlar mesafe aldı. Vâliler mektup yazdı Ömer bin Abdülazizʼe; dediler:
“‒Zekâtlarımız birikti, fakir kalmadı, ne yapacağız bu zekâtları?”
Nasıl bir toplum kuruldu?
Cenâb-ı Hak:
“اِيَّاكَ نَعْبُدُ” (“(Yâ Rabbi!) Ancak Sana kulluk ederiz…” [el-Fâtiha, 5]) oldu. Allâhʼa kulluk oldu.
“وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ” (“…(Yâ Rabbi!) Ancak Senʼden yardım isteriz.” [el-Fâtiha, 5])
Allâhʼın yardımı tecellî etti. 92 senede bitti. Allâhʼın yardımı kesildi. Allâhʼın yardımı kesildi.
Emevî 300 sene devam etti. Arkasından onlar da birbirlerine girdiler. Gayr-i müslimleri kendilerine dost aldılar bâzı şeyler. O da altüst oldu gitti.
Müslümanlara bir katliâm oldu. Korsanlara kelle başı verdiler sayıyla, Kuzey Afrikaʼya götürmek için, 300 bin müslümanı korsanlar aldı, sahilden uzaklaştı, Akdenizʼe gömdü, tekrar geldi. Niye? “اِيَّاكَ نَعْبُدُ” bitti. Allâhʼa kul olmak bitti. Dünya hevesi geldi. Allâhʼın yardımı kesildi. Rahmet tecellîsi olmadı.
Abbâsî kuruldu. O da 250 küsur sene devam etti.
Bir Bağdat medeniyeti meydana geldi. Fakat yine orada bir dünya hevesi başladı. Onlara da Cenâb-ı Hak Hülâguʼyu gönderdi. Belâlı bir insan gitti oraya. 400 (bin) müslümanı kesti, Dicleʼye attı.
Göz nûruyla yazılmış bütün eserler Dicleʼye atıldı. Bir kültür mahvedildi. Dicleʼnin bir kısmı kan, bir kısmı mürekkep olarak aktı.
Niye? “اِيَّاكَ نَعْبُدُ” bitti, kulluk bitti. Rahmet tevzî etmek bitti. Yürekler dünya ile doldu, paslandı. Allâhʼın yardımı bitti.
Büyük Selçuklu kuruldu. Selçuklu Anadolu, büyük Selçuklu kuruldu. O da iki asır devam etti. Parçalandı.
En küçük aşiret Osmanlı aşiretiydi. Hiçbir zaman o bir kavgaya girmedi. Bir huzur hâli oldu. Bütün evliyâullah, ulemâ, fukahâ, hepsi orada toplandı, huzur buldu.
Kurʼân-ı Kerîmʼe hürmetle başladı, Kurʼân-ı Kerîmʼe saygıyla başladı. Osman Gâzi Kurʼân-ı Kerîm olan bir odada ayakta kaldı, yatmadı. Edebali silsileleri devam etti üç asır. Tâ Lâle Devriʼne kadar. Harita 24 milyon kilometre(kare) oldu. Bugün Türkiyeʼnin 30 misli.
Lâle Devriʼnden sonra iş değişti. Rûhânî hayat azaldı, nefsânî hayat arttı. Şâşaa başladı, debdebe başladı, gösteriş başladı. Yavaş yavaş almaya başladı Cenâb-ı Hak.
Demek ki dâimâ gönüller, yürekler rahmet taşırdığı zaman, Cenâb-ı Hakkʼın rahmeti iniyor.
-İnşâallah- burada hepimiz bir İslâmʼın temsilcisiyiz. Cenâb-ı Hak -inşâallah- sizler sebebiyle -inşâallah- büyük bir, kalplere ve ruhlara büyük bir ferahlık, huzur ve insanlığa bir, Cenâb-ı Hak sizler vasıtasıyla bir huzur ihsân edecek -inşâallah-.
Efendimizʼin derdi, bir nesil yetiştirmekti. Âişe Vâlidemiz anlatıyor:
Efendimizʼin vefâta yakın anlarıydı. Ezan okundu. Ashâb-ı kirâm, Efendimizʼi bekledi. Efendimizʼin mescide kadar, yani mihraba kadar yürüyecek tâkati yoktu. Artık son anlarıydı. Geldiler, dediler ki:
“‒Yâ Rasûlâllah! Siz gelmeden namaza durmuyor cemaat, illâ içinde Siz olacaksınız.” Ne kadar bir muhabbet…
Yine Allah Rasûlüʼnün muhabbeti:
“‒Bir kova su getirin.” dedi. Efendimiz bir kova suyu dökündü. Ayağa kaldırdılar, fakat yürüyecek hâli yoktu. Yine orada yığıldı Efendimiz.
Bir müddet sonra, yine bir kova su daha istedi. Onu da dökündü. Yine hareket edemedi, yine yığıldı.
Bir müddet yine istirahatten sonra, Efendimizʼdeki bir muhabbet: Yine bir kova su istedi. Dökündü. Bir koluna Abbas amcası girdi, öbür koluna Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- girdi.
Bir kolunda Abbas -radıyallâhu anh- mihraba kadar götürdü. Öbür kolunda sahâbi üçer adım, üçer adım kolunda giderek teberrükle şeye kadar götürdüler.
Fakat namaz kıldıracak hâli yoktu. Ebû Bekir Efendimizʼe işaret etti. Ebû Bekir Efendimiz namazı kıldırdı, kendisi Ebû Bekir Efendimizʼe iktidâ etti, uydu.
Âişe Vâlidemiz diyor ki:
“Selâm verildi (diyor). Çok muzdarip (diyor), ıztıraplıydı (diyor). Fakat döndü arkasına baktı şöyle (diyor). Arkasında güzel bir ashâb-ı kiram cemaati gördü. Güzel bir rahmet taşıran bir nesil gördü. O kadar o hasta hâlinde o kadar güzel tebessüm etti ki, ben Allah Rasûlüʼnün o kadar güzel tebessüm ettiğini -arkasında bir nesil bırakarak- ben öyle bir tebessüm görmedim.” buyurdu.
-İnşâallah- Cenâb-ı Hak hepimize arkamızda, evlâtlarımızdan, toplumdan güzîde bir nesil bırakarak intikal etmeyi Cenâb-ı Hak nasîb eylesin.
Bugün dünya ona muhtaç. Ahmet Taşgetiren ağabey, dünyanın durumunu güzel izah etti. Nasıl; “bırakınız yapsın, bırakınız geçsin” diyen bir sorgusuz, bir mesʼûliyetsiz bir hayat devam ediyor. Bugün, o ideal insana hasret var.
Mevlânâʼnın bir hikâyesiyle bitireyim, kıssasıyla. Mevlânâ, Mesnevîʼsinde bir hikâyeyi bize resmediyor:
“Baktım (diyor), gece (diyor), karanlık (diyor). Tarlada birisi fenerle dolaşıyordu (diyor). İndim (diyor):
«‒Ne arıyorsun bu gece yarısı bu tarlada fenerle dolaşıyorsun?»
«‒İnsan arıyorum.» dedi (diyor).
“‒Vazgeç!» dedim (diyor). Yorulma, ben çok aradım, bulamadım. Sen de yorulma benim gibi.» dedim (diyor).
Şöyle bana döndü acı acı baktı (diyor):
«‒Ben de biliyorum bulamayacağımı ama onun hasreti bile hasretle onu aramam bile bana bir lezzet veriyor. Bırak beni kendi hâlime bırak onun hasretiyle burada gezeyim.» dedi.” diyor.
Velhâsıl, işte bir ideal insan yetiştirme. Keyfiyetli insan yetiştirme. Yüreğinden rahmet taşıran insan olabilme. Rahmet taşıran bir insan yetiştirme…
Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eyler -inşâallah-. Rabbimiz -inşâallah- bu toplantımızı mübarek eylesin -inşâallah-. Buradaki, bu, tertip eden arkadaşlarımızdan râzı olsun -inşâallah-.
Burada Allah rızâsı için toplanıldı. Cenâb-ı Hak -inşâallah- bereketini ihsan eylesin. Allah cümlenizden râzı olsun. Lillâhi Teâleʼl-Fâtiha!..
YORUMLAR