İstanbul Seyyâhlarının Gözüyle Osmanlı
Osmanlılar, doğruluk husûsunda eşsiz, nâmus mevzuunda da son derece hassas bir gönül yapısına sahiptirler. Bu hâlleri, pek yüksek ve müstesnâ bir fazîlet arz eder ki, bu da, Kur’ân-ı Kerîm ile Sünnet ahkâmına bağlılıklarının bir neticesidir.
Osmanlı’da doğruluk ve nâmus anlayışı, yalnız kendilerine değil, ırk ve mezhep ayrımı yapılmaksızın bütün milletlere karşı tatbik edilen umûmî bir şuur hâlindedir. Bu gerçeği birçok misâlde görebilmek mümkündür. Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde Osmanlı mülkünü tedkîk eden papazların, kızlarını bir medreseye gönderip de sabahleyin onlardan Türkler’in nâmusları hakkında aldıkları mâlûmat ve benzeri gerçekler, kendilerini İslâm ile şereflendirecek kadar müessir olmuştur. Gerek sultanların tâlimatları, gerekse ahâlî ve askerlerin tavır ve davranışlarında pek bâriz bir şekilde görülen bu hassâsiyet, düşmanlarımız tarafından bile îtiraf ve ikrâr edilmiştir.
Bu yüksek fazîletin yaşandığı Osmanlı’da tabiî bir netice olarak birçok ticarî ve iktisâdî muâmele senetsiz yapılmıştır. Tek bir kişinin yıllarca dağlardan altınlar naklettiği hâlde hiçbir hırsızlık veya gasba mâruz kalmaması da, Osmanlı’daki eşsiz doğruluk ve nâmus mefhumunun başka yerlerde misli görülmemiş bir tezâhürüdür. Memlekette görülen birtakım hîlekârlık, sahtekârlık ve haksızlıkların, müslüman ahâlîden ziyâde gayr-i müslimlere münhasır olduğu, yabancılar tarafından da açıkça ifâde ve îtiraf edilmiştir.
BATILI SEYYÂHLARIN GÖZÜYLE İSTANBUL
de la Motraye şöyle der: “Türkler’in namuskârlığını ifâde etmek husûsunda bir an bile tereddüt edemem.
Ben dalgın bir kimseyim. Muhtelif dükkânlardan öteberi satın alırken bâzen kesemi, bâzen vakti anlamak için baktığım saatimi eşyâ yığınları arasında unuttuğum çok olmuştur. Bâzen de vereceğim paranın iki mislini bıraktıktan sonra, dükkâncının fazla verdiğim parayı görmesine vakit kalmadan çekip gittiğim olur. Fakat şunu ifâde edeyim ki, benim bütün bu hâllerime rağmen Türk dükkânlarında hiçbir şeyim ve bir tek meteliğim bile kaybolmamıştır. Zira dükkâncılar, vaziyeti anlar anlamaz peşimden hemen adam koştururlar. Eğer dalgınlığımın neticesini anladıktan sonra dükkâna dönememişsem, o zaman da unuttuğum şeyi iâde için ikâmetgâhımın bulunduğu Beyoğlu’na kadar adam gönderirler. Bu hâl bir kez değil, defalarca tahakkuk etmiştir.”
İsveç’in İstanbul sefirliğini yapan ve bu esnâdaki tedkikleri ile Osmanlı müesseseleri ve teşkilâtı hakkında yedi ciltlik bir eser yazan Mouradgea d’Ohsson şöyle demektedir:
L. Castellan’ın Osmanlı’daki eşsiz doğruluk, insaf ve hakşinaslığa dâir anlattığı şu hâdise, çok ibretlidir:
“Dostlarımdan biri anlattı:
İçinde bin kuruş bulunan bir torba ile İstanbul’dan Beyoğlu’na dönüyordum. Tophane İskelesi’ne çıkarken torbam yırtıldı. İçindeki bütün paralar dökülüp rıhtımın üstüne dağıldı, bâzıları da denize yuvarlandı. Ben «eyvah» bile diyemeden hemen oradaki halk, paraların üstüne üşüştü. Herkes bulabildiği kadar topluyordu. Ben şaşkınlıktan donmuş bir vaziyette ne yapacağımı bilemiyor, sadece bu hareketleri büyük bir endişe içinde takip ediyordum. Ne göreyim! Herkes, topladığı paraları deniz kenarında kalan torbama koyuyordu. Bunun üzerine içim biraz ferahladı. Hattâ kayıkçılar da, suya dalıp, denizin dibine gitmiş olan kuruşları çıkarmışlardı. Bütün bunlara karşı cömertlik göstermek istedimse de vazifelerini yapmış olduklarından bahsederek her biri bir tarafa çekildi. Zâten o kadar kalabalıktılar ki, hepsine bahşiş yetişmezdi.
Toplanan bütün paralar torbaya konduktan sonra bir hamal da onu yüklenip doğru evime kadar götürdü. Eve girdikten sonra büyük bir merak içinde paramı hemen saymaya başladım. Birçok ziyâna uğramış olduğumu zannediyordum ki, bin kuruşumun da tam olarak torbada olduğunu görünce hayretler içinde kaldım. Gözlerime inanamadım; bir daha saydım. Evet tek bir kuruşum bile eksik değildi.”
Charles Mac-Farlane, bir Türk düşmanıdır. Buna rağmen şu îtirâfı yapmaktan kendini alamaz:
“Dostum M.W’nin yemiş mevsiminde Çeşme ile İzmir arasında ekseriyetle ulak olarak kullandığı Bucalı Mustafa isminde fakir bir köylü vardı. Bu adamcağız altın torbalarını yüklenerek İzmir’den umûmiyetle akşamları hareket eder, bütün gece yol yürür ve sarp dağlar aşmak sûretiyle otuz fersah gittikten sonra ertesi sabah kıymetli yüküyle Çeşme’ye varırdı. Bâzen yolun bir kısmını katır üstünde katettiği olurdu. Fakat dağlara yaklaşınca daha çabuk gitmek için hayvanından inerdi. Sisamlılar’dan başka korktuğu yoktu. Fakat Mustafa onlara hiç rast gelmediği için, hiçbir zaman karşılaşmayacağına hükmediyordu. İşin asıl şaşılacak tarafı, yol boyunca herkesin onu tanıması ve taşıdığı yüklerin ne olduğunu bilmeyen kalmamasıydı. Buna rağmen İzmir tâcirleri içinde parasını o kadar tehlikeli bir yoldan göndermekte tereddüt eden yoktu...”
LAMARTİNE'NİN SEYAHATNÂMESİ'NDE İSTANBUL...
Fransız şâiri Lamartine de, seyahatnâmesinde İstanbul’dan ayrılırken Eyüb Sultan’da bir kahvenin önünden hareket edişini şöyle anlatır:
“...Yola çıkışımızı seyretmek için halk etrafımıza toplanmıştı; fakat hiçbir hakârete uğramadığımız gibi eşyâmızdan da hiçbir şey zâyî olmadı. Osmanlı’da doğruluk, sokaklarda dahî bir fazîlet hâlindeydi. Kahvenin önündeki ağaçların altında oturanlar ve yoldan gelip geçen çocuklar, at ve arabalarımıza eşyâlarımızı yüklerken bize yardım ettiler. Yere düşen öteberilerimizi ve unuttuğumuz şeyleri toplayıp kendi elleriyle bize getirdiler.”
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, Erkam Yayınları