İstidraç Nedir?

HAYATIMIZ

Kerâmet sâhibi bir velîye aşırı iltifat, son derece mahzurlu ve tehlikeli görülmüştür. Hak dostlarının, kerâmet teşhîr etmekten ictinâb etmelerinin sebeplerinden biri de bu tehlikedir. Kerâmet, nihâî bir mertebe değildir ve velînin mânevî derecesini göstermez. O Hak dostları gâyet iyi bilirler ki, peygamberlerden başka hiç kimse teminat altında değildir.

Kimi insan vardır; Cehenneme bir karış kalmışken Cennet’e giriverir. Kimisi de Cennet’e bir karış kala Cehennem’e yuvarlanıverir. O hâlde her mümin:

“... Yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk et!” (el-Hicr, 99) âyet-i kerîmesini hayat düstûru edinmelidir.

KERÂMET HAKTIR!

Her hususta olduğu gibi kerâmet şeklinde zuhûr eden böyle ilâhî lutuflar karşısında da yegâne ölçümüz Kur’ân ve sünnettir. Bununla birlikte, kerâmetin, inkâr edilemez bir şekilde hak ve hakîkat olduğu da bir vâkıadır.

Nitekim kerâmetin Kur’ân’daki delillerinden birkaçı şöyledir:

Süleyman -aleyhisselâm-’a, veziri Âsaf, Sebe melîkesi Belkıs’ın tahtı hakkında “... Göz açıp kapayıncaya kadar onu sana getiririm...” (Neml, 40) demiş ve bu da gerçekleşmiştir.

Zekeriyâ -aleyhisselâm-, mâbede kapanıp ibâdetle meşgûl olan Hazret-i Meryem’e bakmakla mükellef kılınmıştı. Fakat mâbede her girdiğinde Hazret-i Meryem’in yanında çeşitli rızıklar görüyordu. Bunun hikmetini öğrenmek için Hazret-i Meryem’e:

“– Bu rızıklar sana nereden geliyor?” diye sormuş, Hazret-i Meryem:

“Allâh katından…” (Âl-i İmrân, 37) diye cevap vermiştir. Ve yine Meryem Sûresiʼnin 24 ve 25. âyetlerindeki Hazret-i Meryem’in doğrudan Allah tarafından rızıklandırılmasına dâir haberler, kerâmetin Kur’ân’daki delillerindendir.

Sünnetteki delilleri ise pek çoktur:

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Üç kişi, daha beşikteyken konuşmuştur. Bunlar: Meryem oğlu Îsâ, Cüreyc’e isnâd edilen çocuk ve diğer bir çocuktur.” buyurmuş ve bunları îzâh etmiştir. 1

Diğer bir sahih hadîste de, yolculuğa çıkmış olan üç kişinin geceleyin sığındıkları bir mağarada mahsur kalmaları anlatılmıştır. Mağaranın girişi, devrilen bir kaya ile kapanmış, yolculardan her biri, Allâh rızâsı için yaptığı bir amele tevessül ederek duâ etmiş ve netîcede zuhûra gelen ilâhî ikrâm ile mağaranın girişi açılmıştır. 2

Rivâyete göre, Ömer -radıyallâhu anh- minberde halka hutbe verirken “Yâ Sâriye dağa, dağa!” diye seslenmiştir. Hutbedeki mevzu ile hiç alâkası olmayan bu sözü söylediği sırada Sâriye, Medîne’ye bir aylık mesâfede Allâh düşmanlarıyla harb etmekteydi. Fakat Allâh -celle celâlühû-, Ömer -radıyallâhu anh-’ın sesini Sâriye’ye duyurmuştur. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 3)

Buna benzer misâller sahabî devrinde pek çoktur.

İSTİDRAÇ NEDİR?

Diğer taraftan kerâmetin zıddı olarak, kâfir, fâsık ve müteşeyyıh, yâni velî olmadığı hâlde velîlik taslayan bâzı şahıslardan evliyânın kerâmetine benzer birtakım fevkalâdelikler sâdır olabilir. Bunların iddiâlarına uygun olarak meydana gelen hârikulâdeliklere de istidraç denilmiştir.

Böyle hâller birtakım rûhî temrinler sâyesinde gerçekleşir. Yâni, ruhtaki bâzı kâbiliyetleri din dışı birtakım tesirlerle de kuvveden fiile çıkarmak mümkündür. Meselâ Hind fakîrleri de ekseriyâ riyâzat yoluyla rûhî bir kuvvete ulaşırlar. Bâzan da bu, sihir veya cinnîlerden “huddam”3 kullanmak sûretiyle vâkî olur. Bu gibi fevkalâdeliklerin kerâmetten farkını anlayabilmek ilim işidir. Fakat şu kadarını söyleyelim ki böylelerinin hayâtı takvâ ölçüleri içinde cereyân etmez. Bunlar sünnet-i Rasûlullâh’a ittibâda nâkıstırlar. İlk dikkat edilecek nokta da budur.

Nitekim Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sirruh-:

“Bir kişiyi havada uçarken görseniz, hâli kitap ve sünnete uymuyorsa bu bir istidraçtır.” buyurur.

İlâhî bir ikrâma mazhar olarak herhangi bir fevkalâdeliğin kendisinde vucud bulduğu kimse zaten bunu bir nevî gösteri edâsıyla yapamaz. Çünkü gerçek Hak dostları, gösterişten berî bulundukları için çok mecbûr kalmadıkça bunu izhar etmezler. İnsanlara, örnek alınabilecek beşerî ahlâk mükemmellikleriyle görünürler. Tıpkı Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ümmetine mükemmel bir nümûne olabilmek için umûmiyetle beşerî temâyüller iktizâsınca hareket edip, ihtiyaç hâlinde -Allâh’ın izniyle- nâdiren mûcize göstermesi gibi. Allâh dostları da Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolundan kıl kadar ayrılmazlar. Kerâmet ile istidrâcın farkını kavrayabilmek için sâdece bu husûsa dikkat etmek bile kâfîdir.

FİRAVUN DA İSTİDRAÇ SAHİBİYDİ

Firavun da, istidraç sâhibi olanlardandı. Dörtyüz senelik ömrü boyunca bir baş ağrısı bile duymadı. Dişleri de yekpare idi. Yokuş aşağı inerken atının ön ayakları uzardı.

İstidraç, kâfir ve fâsıka gurur ve kibir verir. Âkıbetini daha beter hâle getirir. Mûsâ -aleyhisselâm-, Kızıldeniz’e asâsını vurup Allâh’ın izniyle yol hâline getirince, arkasından kovalayan Firavun, askerlerine dönüp:

“– Bakın! Celâdetimden, deniz yol hâline geldi.” dedi. Hâlbuki yola girince, yol yine denize inkılâb etti. Firavun, askerleriyle berâber helâk oldu.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hadîs-i şerîflerinde Deccal’in de birçok istidraç göstererek insanları kandırmaya çalışacağını bildirmiştir.

İHÂNE NEDİR?

Bir de istidraç sâhibinin iddiâsının aksine zuhûr eden hâller vardır ki buna da “ihâne” (zelil kılma) adı verilir. Meselâ peygamberlik iddiâsında bulunan bir yalancı olan Müseylemetü’l-Kezzab, kuyudaki suyun bollaşması için kuyuya tükürmüş, fakat kuyunun suyu tamamen kurumuştur.

Rasûlullâh ve ashâb-ı kirâm devrinde tasarruf ve kerâmetlerin gerçekleşmesi nasıl mümkün olmuşsa, daha sonraki dönemlerde meydana gelmesi de öylece imkân dâhilindedir. Velîlerin, bir kısım insanların irâdelerine yön vermek maksadıyla izhâr ettikleri tasarruf ve kerâmetler, tâbî oldukları peygamberin bereketiyledir ve aynı zamanda onun mûcizelerinin bir nevî devâmı mâhiyetindedir.

Gerek asr-ı saâdette, gerekse daha sonraki zamanlarda vukû bulan tasarruf ve kerâmetlerin birçok hidâyetlere vesîle olduğu târihî bir gerçektir.

Nitekim böyle hâdiselere şâhid olan pek çok kimse, “Velîsi böyle olan bir dînin, nebîsi kimbilir nasıl olur!..” diyerek kerâmetin asıl merkezini te’yîd etmişlerdir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana TASAVVUF, Erkam Yayınları


Dipnotlar:

1-) Müslim, Birr, 8

2-) Buhârî, Edeb, 5; Enbiyâ, 53; Zikir, 100.

3-) Belli okumalarla bir cinnînin itaat altına alınması ve bir hizmetçi gibi kullanılması mümkündür. Böyle cinnîlere "Huddâm" denilir. Huddâm, onu kendisine bendetmiş olan insanın her emrini istîdâdı nisbetinde yerine getirir.