İstikbal Köklerdedir
Herkes kendi kimliğini ve kişiliğini belirleyen özelliklerini korumak ve yaşatmak durumundadır. Aksi halde kimlik ve kişilikten söz edilemez.
Geçmişe ait bilgi ve tecrübeler geleceğin inşasında en önemli malzemelerdir. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin ve geçmiş ümmetlerin hayatına dair pek çok bilgiler vermekte, bunlardan ders çıkarılmasını istemektedir. “Peygamberlerin kıssalarında aklı başında olanlar için bir ibret vardır.” (Yusuf, 111) “Kendilerinden önce nice nesilleri helak etmiş olmamız onları doğru yola sevketmedi mi? Şimdi kendileri onların yurtlarında gezip dolaşıyorlar. Şüphesiz ki bunda nice ibretler vardır. Hâlâ hakkın sesini dinlemeyecekler mi?” (Secde, 26) Tarihten ders ve ibret alınırsa eskilerin hatalarına düşülmez, geleceğe yürürken geçmişteki helak ve kurtuluş sebepleri göz önüne alınır, adımlar ona göre atılır.
İnsanlığın sahip olduğu değerler sadece bugünün değil topyekûn insanlığın ortak mahsulüdür. Tarihin mirası göz ardı edilemez. Olayların ve tecrübelerin son kullanma tarihleri yoktur. Yaşanmışların, yaşanacaklar için birer kılavuz olduğu unutulmamalıdır.
Tarih insanlığın ortak hafızasıdır. Geçmişe sırtını dönenler, geleceğe de sırtını dönmüş olurlar. Geçmişten ders almayanlar karanlıkta yürüyenler gibidir. Tarih dersleri okul programlarına boşuna konmuyor. Tarih sadece nostaljiden ibaret değildir.
Geçmiş bizim kökümüz, tarihi gerçek ve tecrübeler gıdamız olduğu halde maalesef yeni nesillerin geçmişe karşı ilgisiz kaldıklarını, hatta geçmişi topyekûn reddettiklerini görüyoruz. Geçmişe sahip çıkmayı “gençlik” sayanlara şahit oluyoruz. Elbette tarihte yaşanmaz, fakat tarihi göz ardı ederek de yaşanmaz.
Her yeni güzel, her eski çirkin değildir. Merhum M. Akif ne güzel söylemiş: Eski eski olduğu için atılmaz, kötü ise atılır. Yeni yeni olduğu için alınmaz, iyi ise alınır.
Geçmiş ve geleceğin sentezini Yahya Kemal ne güzel ifade etmiş:
“Ne harabîyim, ne harabâtîyim.
Kökü mazide olan âtîyim.”
Kültür; geçmiş nesiller tarafından üretilen ve bize intikal eden mirastır. Örftür, gelenektir, hayat tarzıdır. Medeniyet ortak olmakla beraber, kültür özeldir, her milletin farklı görenekleri, gelenekleri vardır. Söz gelimi bir Türk Yunan veya Fransız değilse kültüründen ve farklı dünya ve hayat görüşünden dolayı değildir. Aksi halde farklı millet ve ümmet olmanın bir anlamı kalmaz. Bu farklılığa Cenab-ı Hakk da işaret etmektedir.
“Ey insanlar! Gerçekten biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyasınız diye sizi kabilelere ve milletlere ayırdık.” (Hucurât, 13)
“Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun kudretinin delillerindendir.” (Rûm, 22)
Herkes kendi kimliğini ve kişiliğini belirleyen özelliklerini korumak ve yaşatmak durumundadır. Aksi halde kimlik ve kişilikten söz edilemez.
DÜNYA VATANDAŞLIĞI
Hiç kimse, artık dünya global oldu, sınırlar kalktı, millet ve ümmetin yerini “dünya vatandaşlığı” aldı diyemez. Kadın nasıl erkek olamıyorsa, bir millet ve ümmet de başkası olamaz. Olmaya kalkarsa, ne başkası olur ne de kendisi olur. Kadın ve erkek karışımı bir “hünsa” haline dönüşür. Fert ve toplumların kendileri olarak kalmaları, tarihlerine örf, anane, ve inançlarına bağlı kalmalarına bağlıdır.
Bizde özellikle Tanzimat’tan sonra kademe kademe batıya yönelme, kendi değerlerimizden kopma, yeni bir kalıpta şekillenerek başka bir kimliğe dönüştürme serüveni başladı. Ulus devletin kuruluşunda öz geçmişimiz, tarihi değerlerimiz dikkate alınmadı, devlet gece kondu gibi temelsiz kuruldu. Eğitim programları tarihten kopuk, batı hayranı, taklitçi bir nesil oluşturma esasına göre düzenlendi. İlkokulda bize “eskiyi unut, yeni yolu tut” tarzında şiirler ezberletildi. Kitaplarda korkunç tipli din adamı karikatürleri vardı. “On yılda on beş milyon genç yarattık yeni baştan” tarzında nutuklar atıldı.
Bizi şekillendirmede, kimliğimizi inşada en önemli unsur olan İslamiyet geri kalmamızın ana sebebi görüldü. Din terakkiye (ilerlemeye) engeldir, denildi. Din hürriyeti engellendi, din eğitim yasaklandı. Dini hatırlatan bütün şekil ve sembollere karşı adeta savaş açıldı. Halkı, batı tarzı bir hayata yönlendirmek için kılık-kıyafete, musikiye, sanata, hayat tarzına müdahale edildi. Bale, dans, çıplaklık, alkol, dinî değerleri küçümseme çağdaşlık ve aydınlanma olarak değerlendirildi. Dayatılan batı hayat tarzıyla bizim tarzımızı arasında bir kan uyuşmazlığı ortaya çıktı. Taklit edilen, hayranlık duyulan batı medeniyeti aslında maddeci pozitivist bir medeniyettir.
“BUGÜNÜN MEDENİYETİ HASTADIR”
Ülkemizin yetiştirdiği hukuk, siyaset ve fikir adamlarından merhum Ali Fuat Başgil (1893-1967), Din ve laiklik adlı eserinde bize dayatılan batı medeniyetini ve bu medeniyeti körü körüne taklit edenleri ciddi şekilde eleştirmekte, özetle şu tespitlerde bulunmaktadır:
Gerçek olan bir şey varsa bugünün medeniyeti hastadır. Hastalık fertte, cemiyette, ırkta ve milletlerarası münasebetlerde, kısaca hayatın bütün safhalarında kendini göstermektedir. Bu medeniyet ortamında yetişen fert oluşturulan sunî şartlara intibak edememiştir. İnsan fıtratına aykırı olan bu ortamda maddi kazançlara rağmen kişi; ruhî, ahlâkî ve vicdani yönden büyük kayıp içindedir. Türlü aşırılıklar, gayesiz ve sorunsuz hayat tarzı, lüks ve konfor sevdası yüzünden sinir sistemi bozulmuş, direnme gücü zayıflamıştır. Haysiyet ve şeref yoksunluğu ve bundan kaynaklanan yalancılık, dolandırıcılık, hilekârlık gibi âdilikler insanların pek çoğunu ruh ve karakter itibariyle hayvanlardan daha aşağı duruma düşürmüştür.
Bu çıkmazdan ve açmazdan nasıl kurtulabiliriz? Öncelikle maddî kazanç için sarf ettiğimiz gayreti, mânevî ve ahlâkî gelişmemiz içinde sarf etmeliyiz. Makinenin esaretinden kurtulmalıyız. Biz teknolojinin emrinde değil, teknoloji bizim emrimizde olmalıdır.
Aslımıza dönmeliyiz. Aslında birbirine dost olan fakat düşman haline getirilen güçleri barıştırmalıyız. Mâzi ile istikbali, ilim ile dini, madde ile mânâyı kucaklaştırmalıyız. Bunların çatıştırılması ferdi, aileyi ve toplumu sarsmakta, barıştırılmaları ise hayatı dengelemektedir.
İnsanlar maddî olarak ne kadar zenginleşirse zenginleşsin, inançsızlık, mâneviyatsızlık sebebiyle oluşan fakirliğin boşluğunu asla dolduramazlar. İnsanın yücelmesi öncelikle ahlâk ve maneviyatladır.
Çare; savaş değil barış, çatışma değil uzlaşma, bencillik değil paylaşma, taklit değil gerçek, sadece dünya değil ahiret, kibir değil tevazu, yani gerçek insanî kodlarımıza dönmek.
KÖKÜ YERDE SABİT, DALLARI GÖKTE OLAN GÜZEL BİR AĞAÇ GİBİDİR
Ülkemizin esenliği için gerekli formülü yine merhum Ali Fuad Başgil hocamızdan dinleyelim: “Bugün Türkiye de ölmek istemeyen bir mâzi ile doğmak için çırpınan bir istikbal mücadele halindedir. Milletin selameti bu mücadeleye seyirci kalmak değil, çarpışan kuvvetleri barıştırmaktır.” Bütün mesele Kur’ân ifadesiyle “kökü yerde sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibi” olmaktır. (İbrahim, 24)
Kaynak: Ali Rıza Temel, Altınoluk Dergisi, Sayı: 425
YORUMLAR