Kabe Hakemliği Nedir?

Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Kabe hakemliği nasıl olmuştur? Kısaca Peygamberimizin (s.a.v.) Kabe hakemliği.

İbrâhîm (a.s) putları kırıp mâbedlerini yıktıktan ve bütün alâmetlerini ortadan kaldırdıktan sonra Allah Teâlâ, yeryüzünde tevhidin ve sadece Allah Teâlâ’ya ibadetin bir alâmeti olacak bir binanın inşâ edilmesini emreyledi. Böylece Kâbe bina edildi. Zamanla insanlar hak yoldan ayrılarak putlara tapmaya ve başka mâbetler edinmeye başladıkları gibi Kâʻbe de yangınlar ve sellerden epey hasar görmüştü. Artık insanlığın tekrar hakka dâvet edilme vakti yaklaşıyordu. Bu sebeple tevhîdin ve İslâm birliğinin alâmeti olan Kâʻbe’nin de yenilenme ve hakkın yegâne sembolü olduğunun tekrar hatırlanma vakti gelmişti. Kabîle­ler onu tâmir için elele verdiler. Kâbe’yi temellerine kadar yıkıp yeniden inşâ etmeyi kararlaştırdılar.

Bu esnâda, bir geminin şiddetli rüzgârla Mekke yakınlarındaki Şuaybe iskelesine doğru sürüklendiğini ve orada karaya çarparak parçalandığını haber aldılar. Gemi, yumuşak düz taş, kereste ve demir gibi inşaat malzemeleri taşıyordu. Gidip gemideki tahtaları satın aldılar. Kâbe’nin yıkım ve yapım işlerini kur’a ile paylaştılar. Kureyşliler Kâbe’nin kendilerine düşen taraflarını yıkıp yeniden yapmaya başlayacakları sırada, Ebû Vehb bin Amr ayağa kalktı ve:

“−Ey Kureyş cemaati! Kâbe’nin inşâsına, kazancınızın temiz ve helâl olmayanını karıştırmayın! Ona gayr-i meşrû yoldan kazanılan mal, fâiz parası veya herhangi bir kimseden haksız olarak alınmış para katılmasın!” dedi. (İbn-i Hişâm, I, 210; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 305)

Araplar arasında mevcut olan Kâbe’ye karşı tâzim ve hürmet, İbrâhîm (a.s)’ın şeriatinden beri muhâfaza edilegelen kudsî bir vazîfe idi. Bu sebeple Kureyşliler, Kâbe’yi yıktıkları takdirde azâba uğrayacaklarından korkuyor ve kararsızlık içinde bulunuyorlardı. Kureyş cemaatinin önde gelenlerinden Velîd bin Muğîre:

“−Sizin Kâbe’yi yıkmaktaki gâyeniz nedir? İyilik mi yoksa kötülük mü?” diye sordu.

“−Elbette iyiliktir!” dediler. Velîd:

“−Ey kavmim! Siz Kâbe’yi yıkmakla onu ıslâh etmek istemiyor musunuz? Allâh Teâlâ ıslâh edicileri helâk etmez!” dedi ve Kâbe’yi yıkmaya ilk önce o başladı. Diğerleri de onu tâkib ettiler. (Abdürrezzâk, V, 319)

PEYGAMBERİMİZİN KABE HAKEMLİĞİ

Kâbe’nin duvarlarını bir sıra taş, bir sıra da ahşap bağlama kirişleriyle örerek yükselttiler. Bu şerefli hizmete erkek, kadın, yaşlı, çocuk bütün Kureyş iştirak etti. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) de amcası Abbâs ile birlikte taş taşıdılar. Sıra Hacer-i Esved’i yerine koymaya gelince, her kabîle bu şerefli vazîfeyi kendisi yapmak istediği için büyük bir kargaşa çıktı. Aralarında sert tartışma ve çekişmeler başladı. Mesele haset ve ihtirâsa dönüştü. Neredeyse kan dökülecekti. Abduddâroğulları, içi kanla dolu bir çanak getirdiler, ölünceye kadar çarpışmak üzere Adiy bin Kâ’b Oğulları’yla antlaşma yaptılar ve savaşmaya hazırlandılar. Yeminlerini sağlamlaştırmak için de ellerini kanla dolu çanağa batırdılar. Kureyşliler, bu hâl üzere dört veya beş gece kaldılar. Nihâyet Kureyş’in en yaşlısı olan Ebû Ümeyye yüksek sesle:

“−Ey kavmim! Biz ancak hayır istiyoruz, kötülük istemiyoruz. Siz bu hususta kıskançlık yarışına girmeyin. Bırakın mücâdeleyi! Mâdem şu meseleyi aramızda halledemedik, Harem kapı­sından ilk gelecek zâtı aramızda hakem tâyin edelim. Hükmüne de râzı olalım!” diyerek eliyle Mescid-i Harâm’ın Benî Şeybe kapısını gösterdi.

Tam o esnâda Âlemlerin Efendisi (s.a.v), Harem kapısında göründüler. Herkesin yüzünü tatlı bir te­bessüm kapladı. Zîrâ gelen Muhammedü’l-Emîn idi. Kureyş’in, Fahr-i Kâinât (s.a.v) Efendimiz’e karşı sevgi, hürmet ve îtimâdı her geçen gün daha da ziyâdeleşmişti. Bu sebeple Kureyşliler O’nu görür görmez:

“−İşte el-Emîn! Aramızda O’nun hakem olmasına hepimiz râzıyız!” dediler.

Meseleyi kendisine anlattılar. Efendimiz (s.a.v) de, her kabîleden bir kişi seçtiler ve kendi ridâlarını çıkarıp yere serdiler. Sonra Hacer-i Esved’i ridâlarının üzerine koydurup seçtikleri kişilerin her birine bir ucundan tutturdular. Mübârek taşı birlikte taşıdılar. Konulacağı yere vardıklarında Âlemlerin Efendisi (s.a.v) Hacer-i Esved’i alıp kendi elleriyle yerine yerleştirdiler. Böylece kabîleler arası çıkabilecek muhtemel bir savaşa mânî oldular.[1]

Basit sebeplerle hemen savaşa tutuşup pek çok kan akıtmadan sâkinleşmeyen kabilelerin arasını bulmak çok büyük bir meziyettir. Bu durum, evvelâ, O’nun Cenâb-ı Hak tarafından nübüvvete hazırlandığını, daha sonra da dehâsını gösterir. Nitekim Mescid’in kapısından ilk giren kişinin Efendimiz (s.a.v)’in olması da Cenâb-ı Hakk’ın ayrı bir takdiridir.

Burada görüyoruz ki Fahr-i Kâinât (s.a.v) Efendimiz’in cemiyet içinde çok üstün bir mevkîleri vardı, herkes kendilerini sevip sayıyor ve takdir ediyordu. Böylece Cenâb-ı Hak O’na ihsân ettiği, toplumu ıslâh, içtimâî meselelere hakem olma, zor meseleleri halletme, insanlar arasında hüküm verme ve son sözü söyleme vazifelerini kullarına göstermiş oldu. Bu hâdiseden sonra kavmi nazarında büyüklüğü ve kıymeti daha da artmış oldu.

Âlemlerin Efendisi (s.a.v) bu firasetli hareketleriyle aynı zamanda bencil, menfaatperest ve cimri insanlara öyle bir ders verdiler ki kıyâmete kadar hiç unutulmayacak! O ders; paylaşmaktır… Bu hâdiseyle anlaşılmış oldu ki meğer insan, kimseyle paylaşamadığı, herkesten kıskandığı bir nimetten hem kendisi istifade eder hem de çok sayıda kişiye ikramda bulunabilirmiş! Hacer-i Esved’i bir kişi de koyabilirdi ama bu nevebî diğergamlıkla aynı nimetten pek çok kişi aynı anda istifâde edebildi. Bu hizmeti görenlerin kabile reisleri olduğunu düşündüğümüzde geride daha pek çok insanın bu şerefli hizmetle ferahlayıp mesrur olduğunu tahmin edebiliriz.

Bu güzel ahlâkın neticesinde Cenâb-ı Hak, Hacer-i Esved’i yerine koyma şeref ve faziletini tek başına Fahr-i Kâinât (s.a.v) Efendimiz’e ihsân eylemiştir. Burada da insanlığa büyük bir işâret vardır.

Dipnot:

[1] Bkz. Ahmed, III, 425; İbn-i Hişâm, I, 209-214; Abdürrezzâk, V, 319; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 304.

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Siyer-i Nebi.

İslam ve İhsan

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN KABE HAKEMLİĞİ

Peygamber Efendimiz’in Kabe Hakemliği

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • çok güzel olmuş elinize sağlık

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.