Kabe Hasreti İle Çıkılan Yolculuk
Peygamber Efendimiz’in ashabıyla birlikte kâbe hasreti ile yaptığı yolculuk...
Allâh Resûlü, gördüğü bir rüyâ üzerine Müslümanları Kâbe’yi ziyâret ve tavâfa dâvet buyurdu.[1] Bu dâvete icâbet eden bin dört yüz[2] sahâbîsi ile birlikte Hicret’in altıncı yılında Zilkâde ayının birinci pazartesi günü Mekke’ye hareket etti. Harbe gitmedikleri için yanlarına sâdece yolcu silâhı aldılar. Yetmiş kadar da kurbanlık deve götürdüler.[3] Hazret-i Ömer:
“–Yâ Resûlallâh! Ebû Süfyân ve adamlarının bize saldırmalarından endişe etmiyor musunuz? Gerektiğinde onlarla çarpışmak için yanımıza silâhlarımızı alsak olmaz mı?” diye sordu. Allâh Resûlü:
“–Bilmiyorum! Ben umreye niyetlenmiş iken silâh taşımak istemem!” buyurdu. (Vâkıdî, II, 573)
Hazret-i Peygamber, mîkât mahalli olan “Zülhuleyfe”ye geldiklerinde ihrâma girip umreye niyet ettiler. Ashâb-ı kirâm da öyle yaptı. Yüksek sesle telbiyeler getirilmeye başlandı. Gönüller, Kâbe-i Muazzama’ya bir an evvel kavuşabilmenin hasretiyle tutuşmuştu. Mânevî bir heyecan ve vecd, adım adım mü’minleri oraya yaklaştırıyordu.
Ancak Müslümanların Mekke’ye doğru yola çıktıklarını haber alan Kureyşlilerde müthiş bir tedirginlik başgösterdi. Aralarında toplanıp mü’minleri Mekke’ye sokmamaya karar verdiler. Hâlid bin Velîd ve İkrime kumandasında alelacele hazırlanan iki yüz kişilik bir kuvvet yola çıktı.
Resûlullâh Seniyye mevkiine geldi. Oradan Kureyşlilerin bulunduğu yere inmek mümkündü. Ama Efendimiz’in devesi Kasvâ orada çöküverdi. İnsanlar:
“−Kalk, kalk, yürü, yürü!” dedilerse de deve kalkmadı. Bu sefer:
“−Kasvâ çöküp kaldı. Kasvâ çöküp kaldı!” dediler. Bunun üzerine Allâh Resûlü:
“–Hayır! Kasvâ çöküp kalmadı. Onun böyle bir huyu da yok. Ancak onu, Fil’i (Mekke’ye girmekten alıkoyan) Zât (yâni Cenâb-ı Hak) durdurmuştur!” buyurdu. Sonra Peygamber Efendimiz sözlerine şöyle devâm etti:
“–Nefsimi kudret elinde tutan o Zât’a yemin ederim ki, Kureyş müşrikleri, Allâh’ın, Harem’inde (çarpışmak, kan dökmek ve akrabâ haklarını gözetmemek gibi) işlenmesini yasakladığı şeylere tâzîm maksadıyla benden ne kadar müşkil talepte bulunurlarsa bulunsunlar, (sulh için) muhakkak kabûl edeceğim!”
Bundan sonra deveyi kaldırmak istedi, deve sıçrayıp kalktı. Resûlullâh yönünü Kureyş’in olduğu taraftan çevirdi ve suyu az olan bir kuyunun yanına indi. Burası Hudeybiye mevkiinin en uzak noktasında idi. Kuyunun suyu azdı. Çok geçmeden bu su da kurudu. Allâh Resûlü’ne susuzluktan şikâyet ettiler. Peygamber Efendimiz sadağından bir ok çıkardı, onu kuyunun dibine saplamalarını söyledi. Çok geçmeden -Allâh’ın izniyle- su fışkırmaya başladı ve ashâb oradan ayrılıncaya kadar akmaya devâm etti.
Onlar bu hâlde iken Huzâa kabîlesi reisi Budeyl, kabîlesinden bir grupla çıkageldi. Mekkelilerin telâşlarından ve savaş için hazırlıklarından bahsetti. Onların bu telâşlarına mukâbil Allâh Resûlü, Budeyl’e geliş maksadını anlatarak şöyle buyurdu:
“Biz kimseyle harp etmek için gelmedik. Maksadımız Beytullâh’ı ziyârettir, umredir. Harp Kureyş’i yıpratmış ve onlara çok zarar vermiştir. İsterlerse (aramızdaki çarpışmayı bırakmak için) onlarla belli bir müddet antlaşma yapalım. Bu durumda onlar benimle insanların arasından çekilirler. Eğer ben diğer insanlara gâlip gelirsem, isterlerse insanların girdikleri İslâm’a Kureyşliler de girerler. Şâyet ben gâlip gelemezsem (Kureyşliler benimle savaşmak zahmetinden kurtulup) rahata ererler. Şâyet Kureyş bu teklifimi kabûl etmezse, vallâhi ben, bu dîn uğrunda başım gövdemden ayrılıncaya kadar savaşacağım. Muhakkak Allâh vaadini yerine getirecektir.”
Budeyl, Mekke’ye döndü ve Resûlullâh’ın bu sözlerini Kureyş’e nakletti. Bunun üzerine Urve bin Mesut kalkıp:
“–Bu adam size hayır ve iyilik yolu gösteriyor. Onu kabûl edin ve beni antlaşma yapmak üzere O’na gönderin!” dedi. Kureyşliler:
“–Pekâlâ git!” dediler. Urve, Allâh Resûlü’ne geldi. Efendimiz ona da Budeyl’e söylediklerine benzer şeyler söyledi… Urve bu esnâda göz ucuyla Resûlullâh’ın ashâbını tedkîk ediyordu. Döndüğünde gördüklerini Kureyşlilere şöyle anlattı:
“–Ey kavmim, iyi dinleyin! Vallâhi ben pek çok kralın huzûruna elçi olarak çıktım; Kisrâ’nın, Kayser’in, Necâşî’nin yanlarına girdim. Ama Müslümanların Muhammed’e karşı olan yüksek bağlılık ve hürmetlerini, hiçbir millette görmedim. Bir şey emretse hepsi birden koşuyorlar. Abdest alsa, abdest suyundan kapmak için birbirleriyle mücâdele ediyorlar. Bir şey konuşsa hemen seslerini kısıyorlar. O’na duydukları tâzîm sebebiyle yüzüne dikkatle bakmıyorlar, başlarını önlerine eğiyorlar. Başından bir saç düşse hemen onu alıp saklıyorlar. Bu zât size mâkul bir teklifte bulunuyor, onu kabûl edin!”[4]
Urve’nin bu açıklaması üzerine Kinâneoğulları kabîlesinden bir kimse:
“–Müsâade edin, O’na bir de ben gideyim!” dedi. Resûlullâh ve ashâbına yaklaşınca, Efendimiz:
“–İşte falan! O, hac ve umre için ayrılan kurbanlık develere saygı gösteren bir kavimdendir. Kurbanlıklarınızı önüne salıverin görsün!” buyurdu. Ashâb o zâtı telbiyelerle karşıladı. Adam bu manzarayı görünce hayretle:
“–Bu kimselere Beytullâh’ın yolunu kapamak münâsip düşmez!” dedi. (Buhârî, Şurût, 15; Ahmed, IV, 323-324)
Ancak müşrikler, bu elçileri dinlemeyip baskın yapmak için bir birlik gönderdiler. Birlik, Müslümanlar tarafından esir edildi ise de Allâh Resûlü, savaşmaya gelmeyip sırf umre yapıp dönecekleri husûsundaki niyetleri anlaşılsın diye ele geçirilen müşrikleri serbest bıraktı.[5]
Peygamber Efendimiz’in çadırı, Hudeybiye’de Mekke Haremi dışında kalan bir yerde kurulmuştu. Fakat Allâh Resûlü, orada bulunduğu müddetçe bütün namazlarını, Mekke Haremi sınırlarına dâhil olan yere giderek kılardı.[6] Çünkü Mescid-i Harâm’da kılınan bir namaz, diğer yerlerde kılınan yüz bin namazdan daha fazîletlidir.[7]
Dipnotlar:
[1] Vâkıdî, II, 572.
[2] İbn-i Sa’d, II, 95. Daha sonra bu sayının, bedevî Araplar’ın yolda gelip katılmalarıyla artarak bin beş yüz, hattâ bin yedi yüze kadar çıktığı rivâyet edilmektedir.
[3] İbn-i Sa’d, II, 95.
[4] Batılı yazar Thomas Carlyle, bu hakîkati şöyle îtirâf etmek mecbûriyetinde kalmıştır:
“Başında taç bulunan hiçbir imparator, kendi eliyle yamadığı hırkayı giyen Hazret-i Muhammed kadar saygı görmemiştir.”
[5] Müslim, Cihâd, 132, 133.
[6] Vâkıdî, II, 614; Ahmed, IV, 326.
[7] Bkz. İbn-i Mâce, İkâme, 195.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hazret-i Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları
YORUMLAR