Kaçacak Yer Var mı?
Osman Nûrit Topbaş Hocaefendi, ölüm ve ahiretten kaçacak yerin olmadığını ve helak olan kavimleri anlatıyor...
KAÇACAK YER VAR MI?
Kāf Sûresi’nde Cenâb-ı Hak:
“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de…” (Kāf, 19)
Hepimizin başından geçecek.
“«…İşte ey insan! Bu senin öteden beri kaçtığın şeydir.» denilir.” (Kāf, 19)
Herkes ölümden kaçar. Ölümden kaçmamak… Zaten kaçsan da ne fayda! Nereye kaçacaksın?! Kıyâmette nereye kaçacaksın?!. Hep O’nun mülkünde yaşıyorsun…
يَقُولُ الْاِنْسَانُ يَوْمَئِذٍ اَيْنَ الْمَفَرُّ
(“O gün insan, «Kaçacak yer neresi!» diyecektir.” [el-Kıyâme, 10])
Kaçacak bir yer var mı, insan der, şaşkınlıkla…
Rebî bin Haysem var Allah dostlarından. Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz buyuruyor Efendimiz, bu zât da diyor ki:
“Ben bir kişinin yanındaydım diyor, ölüm ânındaydı, sekerat hâlindeydi diyor. Bir taraftan ben ona alçak sesle «Lâ ilâhe illâllah» diyordum «Muhammedü’r-Rasûlullah». O sanki benim bu ifademi duymuyordu. Elinde de sanki para torbası var, onu böyle okşuyordu. Öyle öldü gitti.” diyor.
Yine bir kişi tavaf yapıyor, tavaf yaparken:
تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ
(“…Beni müslüman olarak vefat ettir ve beni sâlihler arasına kat!” [Yûsuf, 101]) duasını okuyor, Hazret-i Yusuf -aleyhisselâm-’ın, Yûsuf Sûresi’ndeki duâyı okuyor. Birisi diyor:
“–Sen diyor, başka duâ bilmiyor musun?” diyor.
“–Yaa diyor, öyle deme diyor. Benim çok yakın bir arkadaşım vardı diyor. O diyor, son nefesini iyi vermedi diyor. Ben de hep diyor, bu endişe içindeyim diyor. Dâimâ «تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ» Bu duâya devam ediyorum. Cenâb-ı Hakk’a bu duâ ile sığınıyorum.” buyurdu.
HELAK OLAN KAVİMLER
Ondan sonra Cenâb-ı Hak:
هَلْ فِى ذٰلِكَ قَسَمٌ لِذِى حِجْرٍ buyuruyor.
“Bunlarda (diyor) akıl sahipleri için elbette birer yemin değerindedir.” (el-Fecr, 5) buyuruyor.
Ondan sonra Cenâb-ı Hak toplumlara geçiyor, kahrolan toplumlara geçiyor.
اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِعَادٍ buyuruyor.
“Görmedin mi (diyor) Cenâb-ı Hak, Âd Kavmi’ni ne yaptı?” (el-Fecr, 5) buyuruyor.
Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak, Âd Kavmi; nasıl Cenâb-ı Hak ihsan etti, ikram etti… İrem Bağları vardı. İnsanlar güçlü kuvvetli, güzel yüzlü, kadınlar hâkezâ, bağları-bahçeleri öyle… Şükredecekleri yerde isyan ettiler. Kendilerini kibir kapladı:
“Bizden güçlü kim var dediler, bu âlemde?” dediler.
Harp esirlerine eziyet ediyorlardı. Yahut esir aldıklarına eziyet ediyorlardı. Alıyorlardı köleleri, o taştan evlerin zirvelerine çıkarıyorlardı, oradan aşağı atıyorlardı, “Sen mi daha iyi parçalıyorsun, ben mi daha iyi parçalıyorum?” diye. Yani bir vahşet…
Cenâb-ı Hakk’ın bu kadar nîmetlerine karşı Cenâb-ı Hakk’a teşekkür edecekleri yerde bir vahşet sergilediler. “Bizden güçlü kim var?” dediler. Peygamberlerine karşı çok sert davrandılar.
“–Biz çok kalabalığız Hûd!” dediler. “Sen bir kişisin!” dediler. “Senin dediğin mi doğrudur, bizim dediğimiz mi doğrudur?” dediler.
Kahr-ı ilâhî teşekkül etti. Bir fırtına… Birbirine bağladılar kuşaklarla, uçmayalım diye. Böyle kelebekler gibi uçuyorlardı, üzerlerine kumlar yığılıyordu.
Bakın bize Cenâb-ı Hak onlardan bir misal gösterdi: Bu, Üsküdar yahut o tarafta oturanlara, on dakika kadar bir buz yağdı, herkes ne kadar bir korku, endişeye girdi… Cenâb-ı Hak havadan yağan bir buzla bu kadar insanı korkuttu, ürküttü, camlar kırıldı vs. oldu. Kim bilir, kıyâmet nasıl olacak?
Velhâsıl Cenâb-ı Hak Âd Kavmini misal veriyor. Arkadan Semud Kavmi’ni veriyor. Yine insanın gafleti:
“Bu dediler, tabiat hâdisesidir.” dediler. Hâlbuki her tabiat hâdisesinde Cenâb-ı Hak bir hikmeti bize tevzî eder. Hepsi bir sebeple her tabiat hâdisesini Cenâb-ı Hak bize aksettirir. “Onlar dediler, temelleri çürük yaptılar, ondan onlar yıkıldı ve havada uçtular.” dediler.
“Yahu biz kendimizi toparlayalım, bak bir peygamber geliyor. Sâlih -aleyhisselâm- geldi. Toplanalım, bize nasihat etsin, bize ders versin…” demediler.
Nefsânî hayat çünkü üstün geliyordu. Ten plânında yaşamak, gaflet, hamâkat…
“Biz dediler, temellerimizi çok güçlü yapacağız dediler, bize hiçbir şey tesir edemez dediler. Fırtınalar bize tesir edemez…” dediler.
Cenâb-ı Hak da onları sesle kahretti. Cenâb-ı Hak onlara imtihan olarak, deve istediler: “Dağdan çıksın deve dediler, rengi kırmızı olsun dediler, yavrusu olsun dediler, kışın şöyle sütü olsun, yazın şöyle olsun…” dediler. Cenâb-ı Hak hepsini verdi. Bunun karşısında bir imtihan olarak da bir gün o deve su içecek, bir gün diğer hayvanlar su içecek dedi.
Deveyi öldürmeye kalktılar. Hem istediler, hem öldürmeye kalktılar. Üç gün büyük bir kahr-ı ilâhî tecellî etti. En sonunda helâk oldu gittiler.
Cenâb-ı Hak “görmedin mi” buyuruyor. Cenâb-ı Hak ikram ediyor, ihsan ediyor, arkadan nankörlük geliyor.
Firavun kavmi ondan sonra bildiriliyor. Evtâd, bu, kazıklı Firavun. Dört tane kazığa bağlardı kolları ayakları, üzerinden değirmen taşı geçirirdi.
Cenâb-ı Hak bunların hepsine bir azap kamçısı indirdi. “Çünkü onlar fesadı artırdılar.” (el-Fecr, 12) buyuruyor. Fesada dûçâr olan bir kavim oldular bunlar. Cenâb-ı Hak da azâbını indirdi.
Cenâb-ı Hak bundan başka birçok âyetlerden misal veriyor:
Bir Lût Kavmi’nden misal veriyor. Nasıl o Lût Kavmi perişan oldu. Gökten pişmiş kerpiçler indi. Dehşetli bir azap! Karısı da, Lût -aleyhisselâm-’ın karısı da orada kahroldu. Çünkü o da fâsıklarla beraberdi. İki kızını, îmân edenleri aldı, oradan çıktı.
Şuayb -aleyhisselâm-’ı Cenâb-ı Hak bildiriyor. Sahtekâr kavim. Kandırma, karaborsa, fakirleri inletme… Velhâsıl envâ-i çeşit, sahtekârlığın her çeşidi. O kavim de kahroldu.
Buna benzer daha Keldânî Kavmi var. İbrahim -aleyhisselâm-’ın kavmi. Ufacık, göze görünmeyen sineklerle kahroldu gitti.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak peygamber gönderiyor, kitap gönderiyor, suhuf gönderiyor. Kâinatta zerreden kürreye her şey, bir mektebin laboratuvarı mesâbesinde, her şey bir ibret.
Bir atomun içine bak, bir ibret; proton, nötron, elektron, nasıl bir seyir hâlinde?.. O bir enerjiye döndüğü zaman nasıl bir infilâk oluyor?..
Nasıl bir, ashâb-ı kirâm zaten düşündüler o oldu, “Aman yâ Rabbi!” Eşyâyı tanıdılar, kâinâtı tanıdılar. O mekteb-i âlemin laboratuvarını düşündüler, tefekkür ettiler:
Bir yumurtadan bir hayvan nasıl çıkıyor… Uzun tefekkür başladı. Tavuk, yaptığı yumurtanın içindeki maddeleri biliyor mu? Proteinin ne olduğunu?.. Kim hazırlattırıyor? Ben yumurtlamam, diyebiliyor mu?
Bir anne, verdiği sütün içinde ne kadar laktoz var, evlâdına emzireceği sütte, biliyor mu? Hep Rabbimiz ilâhî ikram hâlinde.
Tabi bunlar ne olacak? Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırması lâzım. Onun için evlâtlarımıza vereceğimiz en büyük ders, bu İslâmî şeyleri onlara sevdirmek. Besmeleyle başlatmak. Yerken de;
“Bak oğlum, yavrum, kızım, bunları Allah bize ne kadar çok verdi…”
Hep sofralar açılıyor, hayvanların sofrası ayrı, her bir hayvanın sofrası ayrı. Kedinin yediğini koyun yemiyor, koyunun yediğini kedi yemiyor. Her biri ayrı ayrı… Sırtlanın yediğini aslan yemiyor, aslanın yediğini sırtlan yemiyor. Hep sofralar açılıyor. İnsanın ise en bol…
Velhâsıl evlâtları yetiştirirken de böyle telkinlerle düşündürerek evlâtlarımızı yetiştirmek. Cenâb-ı Hakk’a olan yaklaşmayı, korkuyu artırabilmek.
Velhâsıl ondan sonra gelen âyetlerde:
“İnsan var ya, Rabbi imtihan edip ona mal verdiğinde (sevinir; (Allah beni sevdi ki) bana çok verdi der.” (Bkz. el-Fecr, 15)
Hâlbuki onu düşünmez. Süleyman -aleyhisselâm-’a da sana verdiğinin trilyon, trilyon, trilyon katı verdi. Süleyman -aleyhisselâm- onu kalbinde taşıdı mı? Nasıl infak etti bunu? Sana Süleyman -aleyhisselâm-’ın saltanatını verseler, ne kadar seninle beraber olacak şu meçhul olan bir ömür içinde? Onun için esas hayat, ebediyet yolculuğu.
Cenâb-ı Hak verir; düşünecek insan, acaba ben bunu helâlden mi kazandım, kul hakkı girdi mi buna? Yanlış bir şey girdi mi? Bunu ben nerede harcıyorum? Ne kadar israfım var mı? Ne kadar kendime, ne kadar kendimin dışındakilere? Pintiliğim var mı? Cenâb-ı Hak bana bunu bir imtihan olarak verdi… Bunu kul tefekkür edecek.
Onun için Süleyman -aleyhisselâm-’a Cenâb-ı Hak “نِعْمَ الْعَبْدُ” buyuruyor “o ne güzel bir kuldu” Süleyman diyor. (Bkz. Sâd, 30) Kalbinin dışındaydı, kasa yoktu kalbinde. Kalbinde kasaya yer yoktu.
Ondan sonra Cenâb-ı Hak; Biz azaltırız buyuruyor. İmtihan olarak azaltırız. Kimine çoğaltıyor Rabbimiz, kimine de azaltıyor. Azalttığı kimse eğer gafilse, “Ona Allah verdi, bana vermedi, bana ehemmiyet vermedi.” der. (Bkz. el-Fecr, 16)
Hâlbuki ona azaltması onun için büyük lûtuftur. İşte bir misal:
Kârun, baştan fakirdi. Cenâb-ı Hak ona verdi, azdı. “Ben kazandım Mûsâ!” dedi, Mûsâ -aleyhisselâm-’a tavır attı.
“–Zekâtını ver.” dedi o.
“–Sen ne karışıyorsun?!” dedi. İftirâya kadar gitti. Cenâb-ı Hak onu yerin dibine gömdü hazineleriyle beraber.
Cenâb-ı Hak Eyyûb -aleyhisselâm-’ı misal veriyor. “نِعْمَ الْعَبْدُ” “Ne güzel bir kuldu.” diyor. (Bkz. Sâd, 44)
Cenâb-ı Hak Efendimiz’e hepsinden daha öteye, büyük servetler verdi. Harp ganimetleri geliyordu, hediyeler geliyordu. Efendimiz’in evinde bir şey yoktu. O’nun dağıtması, cömertliği, O’nun açlığını bertaraf ediyordu, açlığını unutuyordu Efendimiz’in. Karnına taş bağladığı zamanları oldu. Yine daima bir şükür hâlindeydi. “Üsve-i hasene”, Cenâb-ı Hak buyuruyor.
Velhâsıl kul, râdıyye/Allah’tan râzı olacak. Allâh’ın verdiğini de Allah yolunda kullanmanın gayreti içinde olacak. “Allah bana verdi, ona vermedi. Demek ki o bana zimmetlidir. Kapımda köpek var, kedi var, kapımdaki kedi-köpek bana zimmetlidir…”
Bir müslüman bu idrâk içinde olacak. Cenâb-ı Hak onu istiyor.
O zaman ne olacak? Kalp tamamen Cenâb-ı Hakk’a râbıtalı olacak. Dâimâ her an; “Aman yâ Rabbi!” diyecek.
Ondan sonra gelen âyette Cenâb-ı Hak yine insanın bir gafletini bildiriyor:
“Hayır (diyor) doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz.” diyor. (el-Fecr, 17)
Cenâb-ı Hak arzu etseydi herkesi büluğ çağına kadar ana-babalı büyütürdü, ondan sonra ana-baba giderdi. Öyle olmuyor. Cenâb-ı Hak bir şey vermiyor, vakit vermiyor. Efendimiz’i yetim olarak gönderdi. Demek ki yetime sahip olmak. Allâh’ın emâneti o. Bize bir şey birisi emanet verse, bizdeki o emanet verenin kadr u kıymeti kadar onun emanetine dikkat ederiz. Bu emaneti Cenâb-ı Hak emanet olarak veriyor.
“Hayır (diyor) doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz.” diyor. (el-Fecr, 17)
Ona bir çikolata vermek değil, onun istikametine yardımcı olmak esas, onu bir Cennet yolcusu hâline getirebilmek.
“Yoksulu yedirmeye de teşvik etmiyorsunuz!” (el-Fecr, 18) buyuruyor. Yani merhametsizsiniz diyor Cenâb-ı Hak.
Yani kendimiz nasıl yiyorsak, onu da aç bırakmamaya gayret etmek lâzım. Buna teşvik.
İşte bugün Cenâb-ı Hak imtihan olarak Arakan’ı verdi. Arakan’daki belki sabırla büyük bir mükâfâta kavuşacak, Suriye’deki öyle. Biz hiçbir şey veremiyorsak, onlar için duâ edeceğiz hiçbir imkânımız yoksa…