Kaçış Nereye?
İnsana verilen nimetler nelerdir? İnsan cennet nimeti için nasıl bir kalp ve amellere sahip olmalıdır? Müslümanın mahlûkata karşı bakışı nasıl olmalıdır? Tefekkür etmenin fazileti nedir? İnsan neden aldanır? Şükrenden kul ve nankör kulun vasıfları nelerdir? Osman Nuri Topbaş Hocaefendi anlatıyor...
Her şey, Allâh’ın nîmeti. Gıdaları düşünsek, ne kadar ayrı. Hiçbir mahlûkata vermediği gıdayı insana veriyor. Hiçbir imkânı verilmeyenler, insana veriliyor. Hiçbir hayvanın bir mesken derdi yok. Her nîmet insana veriliyor. Birçok hayvanlar insana musahhar kılınıyor; emrine veriliyor. Sütünü içiyorsun, etini yiyorsun, derisini kullanıyorsun.
Kimi, o güzel siluetleriyle insana bir ibret; Allâh’ın sanatını gösteriyor.
Yılanlar, akrepler, çıyanlar, bir kabir azâbını hatırlatması lâzım. Bir âhiret azâbını hatırlatması lâzım.
Rasûlullah Efendimiz sık sık buyurdu:
اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عَذَابِ الْقَبْرِ وَمِنْ عَذَابِ النَّارِ
(“Allâh’ım! Kabir azâbından ve Cehennem azâbından Sana sığınırım…” [Buhârî, Cenâiz, 88; Müslim, Mesâcid, 128-134])
Bir odaya koysalar o haşeratla, ne yaparız? Çılgınlık gelir!
Kabirde nelerle karşılaşacağız? Orada amellerimiz şekillenecek.
Efendimiz buyuruyor -hadîsi kısaca îzah edeyim-:
“Mü’min diyor, ehl-i takvâ diyor, ölür, kabre girer diyor, Münker-Nekir’e cevaplar verir diyor. Ondan sonra güzel bir siluet görür, şekil görür diyor. Sevinir diyor.
«–Benim bu yalnız, bu garip, bu seferimde sen kimsin?» der diyor.
O der ki:
«–Senin dünyadaki güzel ahlâkın, ibadetin, tâatin…»
Ölü, ferahlar orada diyor, rahatlar diyor, huzur bulur diyor.
Ona iki de pencere açılır sonra diyor. Bir pencereden Cennet gözükür, bir pencereden Cehennem gözükür. Ona denir ki;
«–Sen dünyadayken Cennet’i tercih ettin.» denir.
Öbürü, fâsık… O da Münker-Nekir’e doğru-dürüst cevap da veremez. Orada zor bir durumda.
(Efendimiz, “Cehennem çukurlarından bir çukur.” buyuruyor. [Tirmizî, Kıyâmet, 26])
Çirkin, iğrenç bir siluet görür:
«–Sen kimsin?» der.
«–Ben der, senin o çirkin huylarının siluetiyim.» der.
Ona da iki pencere açılır;
«–İşte der, sen dünyadayken Cehennem’i tercih ettin.»” (Bkz. Hâkim, Müstedrek, I, 93-95/107. Krş. Ahmed, IV, 287, 295; Heysemî, III, 50-51)
Demek ki iş, dünyadayken Cennet’i tercih edebilmek… Tabi bu tercih de mesai istiyor, kalbin mesaisini istiyor.
Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri’nin çok güzel bir şeyi var… Bu, nasıl bir hayatımız Cenâb-ı Hakk’a yaklaşma şeklinde, ibadetler olacak, muâmelât olacak, daha öteye, en çok dereceyi burada aldı Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri. “Hasta insanlara bakıyordum.” diyor. Niçin? Mü’min, mü’mine zimmetli. Mü’min, mü’minden mes’ûl. Sen burada rahatken öbürü orada muzdaripse, senin de ıztırap duyman lâzım.
İşte Mevlânâ diyor ki:
“Şems diyor, bana bir şey öğretti, eğer Dünya’da üşüyen varsa, (aç varsa, muzdarip varsa) sen ısınma hakkına sahip değilsin.” dedi.
Bunu benim kalbime öğretti bunu, zihnime değil. Zihni zaten biliyordu.
Tabi bu ne oluyor? Bir mü’minin fârikasını bildiriyor, hassâsiyetini bildiriyor. Bir mü’min, diğer bir mü’min kardeşine zimmetli.
Bugün tabi evlâtlarımızı kaybediyoruz, o ayrı!..
Demek ki Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri de hasta insanlarla meşgul oluyor. Zimmetli çünkü. Hasta hayvanlara hizmet ediyor, cerahatli hayvanlara hizmet ediyor. Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı… Beni yaratan Allah, bu mahlûkâtı da yarattı. O mahlûkat bana zimmetlidir. Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı…
Bunu çok görüyoruz, ashâb ve tâbiîn devrinde. Osmanlılarda görüyoruz.
Bir köle, üç ekmeğini bir köpekle paylaşıyor. İbn-i Ömer görüyor onu (Abdullah), hayranlıkla seyrettim diyor.
“–Sen kimsin?” diyor.
“–Ben köleyim.” dedi diyor.
“–Bu köpek ne?” dedi.
“–Bu, uzaktan geldi, Allah bana misafir olarak bana gönderdi bunu.” dedi.
“–Sen ne yapacaksın, üç ekmeğin var günlük?”
“–Baktım çok aç, üçünü de ona yediriyorum.”
“–E, sen ne yapacaksın?”
“–Bu misafirimi doyuracağım, bugün ben Allah için sabredeceğim.”
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
“…Onlar korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62) buyruluyor.
Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı. Allah korusun, en büyük fâcia da mahlûkâta bir eziyet vermek. Onlar da dirilecek:
يَقُولُ الْكَافِرُ يَا لَيْتَنِى كُنْتُ تُرَابًا
“…Keşke biz de bu hayvanlar gibi yok olsaydık.” (en-Nebe, 40) diyecek ama her şey bitti…
Ne yapıyor Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri; hiçbir müslümanın, hiçbir insanın, hiçbir hayvanın takılmaması için yolları temizliyor. En büyük dereceleri burada aldım, diyor. Bu, kalbin Cenâb-ı Hak’la mutmain hâle, tatmin hâle gelmesi, huzur bulması.
Velhâsıl kul demek ki hep tefekkür hâlinde olacak.
Kimin mülkündeyiz? Mülkün gerçek sahibi kim? Ve bu geliş-gidiş, dünyaya geliş-gidişin hikmeti ne? Yolculuk nereye?..
Onun için kul, semâya bacak, tefekkür edecek. Toprağa bakacak, tefekkür edecek. Kendisine bakacak, tefekkür edecek. Evlâdına bakacak, tefekkür edecek. Şeklini, biçimini ana-baba mı tayin etti? Ana-babaya emanet olarak veriyor. Demek ki o emaneti -anne-baba düşünecek- ben bunu nasıl Allah yolunda yetiştireceğim?
Ondan sonra gelen âyette:
“Gerçek şu ki, biz insanı katışık bir nutfeden (kadın ve erkek dölünden) yarattık. Onu imtihan olarak, kendisini işitir (kulak veriyor. Neyi işiteceksin? Vahyi işiteceksin, vahyin sesini duyacaksın.) ve görür kıldık.” (el-İnsân, 2)
Neyi göreceksin? Rasûlullah’ı göreceksin. İlâhî azamet, ilâhî kudret akışlarını göreceksin, ilâhî nakışları göreceksin. Hamlıktan kurtulacaksın “Aman yâ Rabbi!” diyeceksin. Yani şeytânî vitrinleri değil, Rahmânî vitrinleri seyredip tefekkür edeceksin. Onun için Cenâb-ı Hak:
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ buyuruyor.
“Yaratan Rabbinin adıyla oku…” (el-Alak, 1)
Her şeyi… Bastığımız toprak. Düşüneceğiz, o toprak bizden evvel, Âdem -aleyhisselâm-’dan bugüne kadar kaç milyon insan gelip geçti? Hepsi o toprağa döndü. Toprağa dönen o bedenlerin üzerinde dolaşıyoruz. Yine dünyaya gelecekler… İnsan ondan çıkanları yiyecek, güç olacak, ondan yeni nesiller gelecek.
Her şey bir hikmet… Şu içtiğin su; hidrojen, oksijen. Biri yanıcı, biri yakıcı. Serbest olsa ne olur?
Hava… En modern uçak bile, ne diyorlar; “Eğer oksijen düşerse diyorlar, maske gelecek.” diyorlar. Hiçbir ateist düşünüyor mu, acaba bir oksijen tüpüyle gezeyim diye… Yani ilâhî irâdeye îtimad var. Fakat kalbin kasveti; göstermiyor, kalp âmâ…
İnsanı Cenâb-ı Hak şey yapıyor;
“Ey insan (diyor), seni yaratıp seni düzgün ve dengeli kılan, seni istediği şekilde ana karnında birleştiren, ihsânı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (el-İnfitâr, 6-8) buyuruyor. Gelişini düşün…
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- şu îkâzı veriyor:
“Ey Âdemoğlu! Unutma ki dünyaya geldiğin günden beri ölüm meleği senin peşinde dolaşıp durmaktadır...”
Velhâsıl kulluk için yaratıldık. Her an hazırlıklı olabilmek.
Cenâb-ı Hak:
“Şüphesiz Biz doğru yolu gösterdik. (Kitap’la, peygamberlerle, kâinatla. Zerreden küreye her şeyle. Ondan sonra;) İster şükredici ol, istersen nankör ol!” (el-İnsân, 3) buyuruyor.
Daima tefekkür edeceğiz:
Bir yılan olarak gelebilirdik, akrep olarak gelebilirdik. Biz de insanları taşıyan bir deve, at olarak gelebilirdik. İnsan olarak geldik.
Demek ki üzerimizde en başta Allâh’ın hakkı var. İnsan olarak geldik. Allâh’ın hakkının mukâbili nedir? Kitap ve Sünnet muhtevâsında bir hayat yaşayacaksın, Cenâb-ı Hak’la dost olacaksın. Senin ibadetine ihtiyacı yok Cenâb-ı Hakk’ın. Senin ihtiyacın var. Dostluğa senin ihtiyacın var. Cenâb-ı Hak seninle dost olmak istiyor.
“Ben, gizli bir hazineydim. Mârifetime muhabbet ettim (kalpte bilinmeme muhabbet ettim) ve yarattım.” buyruluyor. (Bkz. İ. Hakkı Bursevî, Kenz-i Mahfî; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 132)
Demek ki bu muhtevaya girebilmek.
Çok âyette “يَا لَيْتَنِى” geçiyor “يَا لَيْتَنَا” geçiyor. Hep orada, kıyamette çok âyette geçiyor, keşkeler, keşkeler… Hatim indirirken okursunuz; “يَا لَيْتَنِى”, “يَا لَيْتَنَا”… Demek ki kul o zaman o kadar pişmanlık içinde olacak ki, fakat ne fayda, geçti gitti!..
İsrâ Sûresi’nde bir âyet var; sanki bugünümüzle ilgili:
“Denizde size birtakım sıkıntı dokunduğu zaman (tsunamiler, dalgalar, vs.) taptıklarınız sizi yüzüstü bırakıp kaybolur. (Artık dünyayı unutursunuz orada. Aman canımı kurtarayım dersiniz. Yalnız Allah kalır. Aman yâ Rabbi dersiniz.) Fakat sizi kurtarıp karaya çıkarınca, yüz çevirirsiniz. Zaten insan çok nankördür.” (el-İsrâ, 67) buyuruyor.
Hadîs-i şerîflerde kıyamete yakın alâmetler bildiriliyor. Bir hercümerç bildiriliyor. Nerede hercümerç buyuruyor Efendimiz? İnsanın öldürülmesi, ölümlerin artması, katillerin artması. Baktığımız zaman işte, her yerde bir insanlık viranesi. Müslüman müslümanı öldürüyor. Yemen’e bak, Suriye’ye bak; vesâire, bir hercümerç…
Daha ne bildiriliyor? Zina bildiriliyor. Had safha! Aileler çöküyor, gidiyor…
Başka ne bildiriliyor? Büyük, uzun binalar bildiriliyor. Gösteriş, şâşaa vs…
Zelzeleler artar buyuruyor Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-. Bugün dünyanın her tarafında her gün bir zelzele haberi geliyor.
Her gün bir virüs haberi geliyor. Bir AİDS geçti, AİDS bir tarafta gidiyor. Hiç olmayan bir, Çin’de bir hâdise çıkıyor, ayrı bir virüs çıkıyor. Demek ki… Nasıl o virüsten bir kaçma var? Zelzelelerden, depremlerden nasıl kaçma var? Peki kabirden nasıl kaçacağız? Kıyametten nasıl kaçacağız.
يَقُولُ الْاِنْسَانُ يَوْمَئِذٍ اَيْنَ الْمَفَرُّ
(“O gün insan, «Kaçacak yer neresi!» diyecektir.” [el-Kıyâme, 10])
Taşkınlık içinde; “Kaçacak bir yer var mı?” der insan.
Kaçacak yer nedir? Cenâb-ı Hakk’ın himâyesine girmek.
Bilhassa bu günlerde duaya çok muhtacız. Cenâb-ı Hak…
Alâmetler… Meselâ Güneş, Ay. Bunlar periyod hâlinde, bunlar şey değiştirir, vardiya değiştirir. İlâhî iki tane takvim döner. Biri Dünya’nın etrafında döner, Dünya da Güneş’in etrafında döner iki takvim. Saniye şaşmaz.
Tabiî gelir insana. Havanın oksijeni, azotu tabiî gelir. Topraktan çıkan şeyler, her mevsim ayrı, tabiî gelir. İnsan tefekkür edemez, kalp eğer zayıfsa. Fakat bir… Bunlar periyoda bağlıdır, değişmez bunlar.
Cenâb-ı Hak bazı şeyleri periyoda bağlamıyor. Bu, depremler, hastalıklar, musibetler vs… Demek ki bunlar ilâhî ikazlar.
Cenâb-ı Hak tabiat hâdiseleriyle îkaz ediyor. Fay hattı, ne bileyim, insanın olmadığı yerde patlayabilir, bir zararı olmayabilir. İnsanın olduğu yerde patlıyor. Demek ki bu îkaz oluyor. Tsunami öyle hâkezâ. Yüzer metre dalgalar geliyor, perişan ediyor, atıyor.
Dünya’nın içi bir mağma, bir ateş okyanusu. Güneş de bir ateş okyanusu. Cenâb-ı Hak iki ateş okyanusunun içinde insanı rahat rahat yaşatıyor.
اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ (“…Hiç düşünmez misiniz?” [el-En‘âm, 50])
اَفَلَا تَعْقِلُونَ (“…Akletmez misiniz?” [el-Bakara, 44; Âl-i İmrân, 65; el-A‘râf, 169…])
اُولُوا الْاَلْبَابِ (“…(Ancak) akıl sahipleri (düşünüp ibret alırlar).” [Âl-i İmrân, 7])
Demek ki kul, daima tefekkür… Nîmetleri tefekkürle; “Aman yâ Rabbi!” diyecek. İbadetleri ona göre olacak, muâmelâtı ona göre olacak…
OSMAN NURİ TOPBAŞ HOCAEFENDİ DİĞER SOHBETLER
- DÜNYADAYKEN NUH’UN GEMİSİNE BİNMEYE BAK!
- İSLAM AHLAKINDA MUHTACI REDDETMEK YOKTUR
- ÖMÜR, METRAJI BELLİ OLMAYAN BİR MAKARA GİBİDİR
- TATLI SUYUN BAŞI KALABALIK OLUR
- MÜ’MİN, DEDİKODULARLA ÖMÜR TAKVİMİNİ LEKELEMEZ
- YÂ RABBİ! BİZE NAMAZI SEVDİR
- MÜSLÜMANIN DÜĞÜNÜ VE EVLİLİK HAYATI NASIL OLMALI?
- SABIR MI ZOR, ŞÜKÜR MÜ?
- BİR KULUN SÂHİP OLMASI GEREKEN ALTI HUSUSİYET
- PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN (S.A.V) İKİ VASİYETİ
- AŞK İLE YAŞANAN BİR ÎMÂN
YORUMLAR