Kadere İman Nedir?

Kaza ve kadere iman nedir?

Allâh’ın irâdesi, bütün oluşlarda mevcuttur. O’nun irâde ve kudretinin dâhil olmadığı hiçbir şey gerçekleşemez. Bir toz bile yerinden kalkamaz ve küçük bir sineğin kanadı bile kıpırdayamaz. Dolayısıyla Allah Teâlâ, sonsuz ilim sahibi olduğundan, olmuş ve olacak her şeyi bilir. Olacak bir şeyin Cenâb-ı Hak tarafından ezelde yazılması “kader”, onun gerçekleşmesi ise “kazâ”dır.

Kaderin, beşerî ölçülerle lâyıkıyla anlaşılması mümkün değildir. Bu sebeple de pek çok kereler suistimâl edilmiştir. Onun için bu mevzuda derinleşmek, kişiye hiçbir şey kazandırmaz. Zira:

“Gaybın anahtarları Allâh’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez...”[1] beyân-ı ilâhîsi kader mevzuunda derinliğe müsâade etmez.

Zâten görmeyen bir insana, nasıl renk târif edilemez ise, beşerî idrâkle de böyle keyfiyetlerin sırrına erilemez. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın ledünnî ilim verdiklerinin bir nebze nasîbi olabilir. Kur’ân-ı Kerîm’de beyân buyrulan şu hâdise, bunun en bâriz bir misâlidir:

Cenâb-ı Hak, Mûsâ -aleyhisselâm-’ı, ledünnî ilme sahip olan Hızır -aleyhisselâm-’a gönderir ki bu ilmi ondan tahsîl etsin.[2] Bu ilim, sebeplerin ve bahânelerin ötesinden, yani Levh-i Mahfûz’dan bir pırıltı aksettiren ilimdir. Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Hızır, yolculuğa çıkarlar. Yolculukta Mûsâ -aleyhisselâm-’ı hayret ve dehşete düşüren bâzı hâdiseler yaşanır. Hızır -aleyhisselâm-, bindikleri bir gemiyi delerek ona zarar verir. Sonra rastladıkları bir erkek çocuğu, ortada hiçbir sebep görünmediği hâlde öldürür. Daha sonra da vardıkları bir köyün halkından yiyecek isterler, fakat kendilerine hiçbir şey veren olmaz. Hızır -aleyhisselâm- ise o köyde gördüğü yıkılmak üzere olan bir duvarı, hiçbir ücret almadan tamir eder.

Mûsâ -aleyhisselâm-, kader sırrına ve hâdiselerin istikbâldeki neticelerine vâkıf olmadığı için, bu olup bitenlere bir türlü mânâ veremez ve her defasında Hızır -aleyhisselâm-’a îtiraz eder. Nihâyet Hızır -aleyhisselâm- yolculuğun sonunda hâdiselerin iç yüzünü îzah eder:

Zâhiren, geminin delinmesi, sahiplerine karşı haksızlık ve zulümdür; hakîkatte ise o fakir gemicilerin geçim vâsıtası olan bu geminin gasbına mânî olmaktır. Zira o geminin peşinde, sağlam gördüğü her gemiyi gasp eden bir kral vardı.

Zâhiren, çocuğun öldürülmesi, bir cinâyettir; hakîkatte ise, hem onun hem de sâlih birer kul olan ebeveyninin âhiret hayatlarının korunmasıdır. Zira o çocuk yaşasaydı ileride anne-babasını azgınlık ve nankörlüğe sürükleyecek, hem kendisinin hem de anne-babasının âhiretini mahvedecekti.

Zâhiren, kendilerine iyi davranmayan köylülerin duvarının ücretsiz yapılması, mantığa terstir; hakîkatte ise, iki mazlum yetime âit emânetin muhâfazasıdır. Zira o duvarın altında yetim çocuklara âit bir hazine vardı. Duvar yıkılsa hazine ortaya çıkacak, haksız ellerin malı olacaktı. Cenâb-ı Hak ise o hazineyi, büyüdüklerinde o yetimlerin bulmasını murâd ediyordu.

Bu hâllerin sırları, ancak ledünnî (Hak vergisi) bir ilimle ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple kaderin sırrı, sırf akılla idrâk edilemez. Çünkü kaderi bütünüyle kavramak, beşer idrâkinin üzerinde bir keyfiyettir. Bunun içindir ki Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kadere îmân etmekle iktifâ etmemizi emir buyurmuş ve bu hususta yersiz münâkaşalardan menetmiştir. Kader hakkında tartışan bir gruba rastladıklarında onlara:

“–Siz bununla mı emrolundunuz? Yoksa ben size bunun için mi gönderildim? Sizden öncekiler bu meselede münâzara ettiklerinden (tartıştıklarından) dolayı helâk oldular. Sakın, sakın bu meseleyi münâkaşa etmeyiniz!” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Kader, 1/2133)

Dolayısıyla kader mevzuunda derinleşmekten ziyâde onun hikmetini doğru bir şekilde kavramak, bu hususta en mühim ve kâfî bir ölçüdür. İşin özü şudur:

KADERE İMAN

Allah Teâlâ, insan için takdir buyurduğu fiilleri iki kısımda tecellî ettirmiştir:

1. Ef’âl-i Iztırâriyye (Zarûrî Fiiller)

Bunlar kendi arzu ve isteğimizin dışında gerçekleşir ki, tamamen kader ve kazânın tecellîsinden ibarettir. Bunun aksine hareket etmek aslâ mümkün değildir. Doğmak, ölmek, dirilmek, uyumak, acıkmak, bedenî yapımız, ömür süremiz ve benzeri durumlar hep kaderin bu kısmına dâhildir. Bunlara kader-i mutlak da denir ki, insanoğlu zarûreten tâbî olduğu bu fiillerden mes’ûl değildir.

Kaderin bu kısmına dâhil olan hususlarda kazâ vakti gelince insanların gören gözü görmez, işiten kulağı duymaz olur, kulun tedbiri hükümsüz kalır. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Kazâ gelip çatınca, balıklar kendilerini denizden dışarı atarlar. Havada uçan kuşlar, yerde kendileri için hazırlanan tuzaklara koşmaya başlarlar. Böyle bir kader ve kazâdan ancak yine kader ve kazâya kaçanlar kurtulabilir.”

Zira Allah Teâlâ buyurur:

“...Allâh’ın emri mutlakâ yerine gelecek olan yazılmış bir kaderdir.” (el-Ahzâb, 38)

Ancak kazâ ve kader deyince sadece meydana gelen âfet vesâire anlaşılmamalıdır. Kader, bir mânâda kâinâttaki dengeyi ve o dengenin ilâhî ölçüsünü ifâde eder. Allah Teâlâ buyurur:

“Biz, her şeyi bir kadere/ölçüye göre yarattık.” (el-Kamer, 49)

Onun için kaderin hükmünü tenkit, bir cehâlettir, tâbiri câizse bir hamâkattir. Zira onun hükmü, dâimâ yerli yerincedir. Meselâ içinde yaşadığımız âlemde bir an ve bir milimetre dahî şaşmayan bir denge ile devamlı dönen ve dünyamızı aydınlatan Güneş hakkında kimsenin endişesi yoktur. Herkes inanır ki Güneş, bir an dahî şaşmayan belirli bir nizam içinde her gün doğar ve batar. Bunun gibi -müsbet veya menfî- meydana gelen her hâdisenin de hikmeti bilindiği takdirde bilâ-istisnâ söylenecek yegâne söz dâimâ; “En doğrusu bu!” ifadesinden ibârettir.

En aşırı kâfirler bile kendi bünyelerinde takdîr olunan ilâhî tenâsüp, nizam ve cihazların işleyişine hayran olurlar. İlâhî takdîr programından Cenâb-ı Hakk’ın müsâadesi nisbetinde çözülebilen her sır, tenkit şöyle dursun, kâfir bile olsa akl-ı selîm sahibi her insanı, âdeta ebedî bir hayret ve şaşkınlık vâdisinde dolaştırmaktadır. Bu hususta ileri geri konuşanlar, sadece takdîrin sırrından habersiz olan, akıl ve idrâk mahrumlarıdır. Bunlar, hayır-şer, doğru-yanlış, hak-bâtıl bilmeyen cehâlet kurbanlarıdır.

Diğer taraftan mâlûmdur ki kader ve kazâ, bir meçhûldür. Bu da, hakîkatte fânî bir varlık olan insan için ilâhî bir lûtuftur. Zira bir kimse başına gelecek menfî-müsbet her şeyi bilse, onun için hayat yaşanmaz hâle gelir. Yemeden içmeden, çalışmadan el çeker. Ancak Cenâb-ı Hak, kader ve kazâyı gizlediği içindir ki, insanoğlu ölümle burun burunayken bile hayat ümidi taşır ve hayatî faâliyetlerden kopmaz. Bu da, dünya hayatında yaşamayı mümkün kılan muazzam ve mükemmel bir ilâhî nizamdır.

Hâsılı kalbin safâsı, kadere rızâda gizlenmiştir. Bunun aksi hiçbir hareket, fayda getirmez. Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Sen, Allâh’ın verdiklerine râzı olmadıkça, rahat etmek ve kurtulmak ümidi ile nereye kaçarsan kaç, orada karşına bir âfet çıkar; gelecek olan belâ gelir ve yine sana isâbet eder.

Bilesin ki, bu fânî cihânın hiçbir köşesi tuzaksız değildir. Hakk’ı gönülde bularak ve O’na sığınarak, O’nun mânevî huzûrunda yaşamaktan başka kurtuluş ve rahat yoktur. Bak; bu fânî âlemde en emin yerlerde yaşayanlar da en güçlü zannedilenler de nihâyet ölümün tuzağına düşmüyorlar mı?

Sen fânî tuzaklardan emin olmaya değil, Hakk’a sığınmaya bak! O dilerse senin için zehri şifâ yapar, dilerse suyu zehir hâline getirir!”

2. Ef’âl-i İhtiyâriyye (Tercihe Bağlı Fiiller)

Cenâb-ı Hak, kullarına cüz’î ve izâfî bir irâde lûtfetmiştir. Kul, bu irâdenin kullanılması ile vücûda gelen fiillerden mes’ûldür. Yaptığı şey hayırsa mükâfâta nâil olur, şerse cezâsını çeker. Allah Teâlâ, kulun kendi irâdesini kullanarak yapmak istediği fiili yaratır. Böyle fiillerde Cenâb-ı Hakk’ın yaratma sıfatının yanında bir de yapma (kesb) sıfatı vardır. Bu, kula âittir. Ancak Cenâb-ı Hak, kulun her istediği şeyi yaratmaz.

Diğer taraftan Allah katında zaman mevcut olmadığından Cenâb-ı Hak için olacak bir şeyin bilinmesi ile olmuş bir şeyin bilinmesi arasında fark yoktur. Biz, zamanlı bir âlemde fikir yürüttüğümüzden, Allâh’ın olacak şeyleri bilmesini, O’nun tarafından takdîr ve âdeta icbâr gibi telâkkî etmeye meyilliyizdir. Bu, içinde yaşadığımız zamanlı-mekânlı âlem sebebiyle hiçbir şeyi zamansız düşünemeyişimizden doğan bir zaaf ve acziyettir. Hâlbuki zaman perdesi kalktığında her şey aynı anda müşâhede edilir. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mîrac gecesindeki müşâhedelerini aktarırken bir yandan ezel âlemine vâkıf olarak:

“(O gece) semâya yükseltildim. Öyle bir makâma çıktım ki, orada (kâinatın mukadderâtını yazan) kalemlerin gıcırtılarını duyuyordum.”[3] buyurmuş, diğer yandan da ebed âlemini seyrederek Cennet’e ve Cehennem’e en çok hangi tür insanların girdiğinden bahsetmiştir. (Buhârî, Rikâk 51, Müslim, Zühd 93)

Zaman kaydından çıkarılarak Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e Mîrac gecesi ikrâm edilen bu hakîkat, Cenâb-ı Hak için her zaman vâriddir. Zira O, zaman kaydından münezzehtir.

Dolayısıyla zaman husûsundaki zaaf ve acziyet perdemizi araladığımızda görürüz ki, Allah Teâlâ kullarına mes’ûliyetleri nisbetinde irâde ve kudret; irâde ve kudretleri nisbetinde mes’ûliyet vermiştir. Bu böyle olmasaydı Rahmân ve Rahîm olan Allah, kullarına herhangi bir mes’ûliyet yüklemez ve onları emir ve nehiylerini yapıp yapmama husûsunda hesâba çekmezdi. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine lehine, yapacağı (şer) de aleyhinedir…”

Bunun akabinde Cenâb-ı Hak şu duâyı öğretir:

“…Rabb’imiz! Unutursak veya hatâya düşersek bizi sorumlu tutma! Ey Rabb’imiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme! Ey Rabb’imiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi mağfiret eyle! Bize merhamet eyle! Sen bizim Mevlâ’mızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım eyle!” (el-Bakara, 286)

Cenâb-ı Hakk’ın, kullar için mes’ûliyet ve hesâbı takdir buyurması, bunu îcâb ettirecek bir seviyede onlara irâde, ihtiyâr (tercihte bulunabilme) ve kudret de lûtfettiğini gösterir. Bu hakîkati göremeyenlere Mevlânâ Hazretleri tefekkür âleminden şöyle seslenir:

“Eğri gidersen kalem eğri yazar, doğru gidersen saâdet doğurur.

Bir hırsız polis tarafından yakalanınca ona dedi ki: «Efendim, yaptığım iş Allâh’ın hüküm ve takdîridir.» Bunun üzerine polis şu cevabı verdi: «A efendi, benim yaptığım da Allâh’ın hüküm ve takdîridir. Hem kabahati işle hem de kadere havâle eyle; bu akıllının işi değildir.»

Sözün hulâsası şudur ki: Şeytan, insana şerri; rûh da hayrı gösterir. İhtiyâr (tercih etme) istîdâdı olmasa, ne diye uğraşırlardı ki!...

Ey cebrî! «Kul irâdesinde hür değil!» derken gûyâ Hak’tan aczi gidermek gâyesindesin, fakat görmüyorsun ki O’nun kulu mes’ûl tutmasındaki sırrı inkâr ederek -hâşâ- Allâh’a, bilgisiz ve ne yaptığını bilmeyen beşere âit bir sıfat izâfe etmektesin! O Hallâk-ı âlem, vermediği bir husûsiyetin tezâhürünü isteyip kullarına zulüm eyler mi? Sen aklını başına devşir de Cenâb-ı Hakk’ın niçin kullarına; «Şunu yap veya yapma!» diye emir verdiğinin hikmetini kavra! O’nun bu emir ve nehyi bile, verdiği irâdenin bir nişânesidir.

Hem dön de kendi âlemine bir bak; Allah’tan başkasında irâde yoksa neden malını çalan hırsıza öfkeleniyorsun. Neden birilerini düşman biliyor ve onlara gece-gündüz diş biliyorsun? Nasıl oluyor da irâdesi olmayanların sırtına günah ve suç mührünü vuruyorsun? Demek ki irâde var! Yoksa hapishanelere ne lüzum vardı!”

Burada ifâde edilmesi gereken bir husus daha vardır:

Kula lûtfedilen irâde ve ihtiyâra, ehemmiyetinden fazla değer vermek ve aklı her şeyin üzerine çıkarmak da doğru değildir. Nitekim ilimden ziyâde irfan arttıkça, beşerî irâde ve ihtiyârın küllî irâde karşısında ne kadar küçük olduğu kolaylıkla kavranır. Nihâyet küçük bir kırıntı hükmünde bir nasîb olan irâde-i cüz’iyye, “fenâ fillâh”a eren kullarda yok denilecek kadar azalır. Hele Allâh’ın, kullarının “gören gözü, tutan eli” olması[4] tarzında gerçekleşen fenâ fillâh yolunda ilerleyenler için cüz’î irâde, âdeta Güneş ışığı altında cılız bir mum ışığının yok olması gibidir.

HAYIR VE ŞER ALLAH’TANDIR

Şerrin de Allah’tan olması meselesine gelince, hiçbir şer O’nun murâdı ile değildir. Ancak Cenâb-ı Hak, -râzı olmasa da- imtihan îcâbı olarak, şerrin de vukû bulmasına izin vermiştir. İrâde ve istek kuldan, yaratmak Allah’tandır. Üstelik şerrin zuhûruna Cenâb-ı Hakk’ın “izin vermek” gibi -tâbiri câizse- bir vize koyması, O’nun kullarına olan engin merhametinin ayrı bir tezâhürüdür. Zira bu vize, her şerre izin vermemekte ve farkında olsak da olmasak da bizi maddî-mânevî nice felâket uçurumlarından muhâfaza etmektedir. Yoksa insanoğlu, nefis ve şeytanın iğvâsıyla işlediği cürüm ve gafletlere kim bilir daha nicelerini ekleyecektir. Çünkü o, bilerek ve bilmeyerek, hayra olduğu kadar şerre de tâlip olur. Bu gerçeği Hak Teâlâ şöyle beyan buyurur:

“İnsan hayrı istediği kadar şerri de ister. İnsan pek acelecidir!” (el-İsrâ, 11)

“Eğer Allah insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi şerri de acele verseydi, elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu...” (Yûnus, 11)

İnsanoğlu ne denli kendini murâkabe ederse bu âyet-i kerîmelerin hakîkatine o derecede vâkıf olur. Meselâ bir yalancı, muhâtabını inandırmak için «İki gözüm kör olsun ki, doğru söylüyorum.» derken umûmiyetle gözleri kör olmamakta ve kendisine verilen imtihan mühleti yine normal şartlarında devam etmektedir. Yine pek çok kimse; «Şöyle yaparsam ellerim kırılsın; şunu yapmazsam Allah belâmı versin; bunu işlediğim takdirde ölümümü gör!” gibi, o an için samimî bir niyetle, gâyet ciddî sözler sarf ederler. Ancak an gelir bu dediklerine muhâlif durumda kalırlar. Böyle olmasına rağmen ne elleri kırılır, ne belâya uğrarlar, ne de ölürler. İnsan hayatında buna benzer nice misâller vardır. İşte Cenâb-ı Hak, böyle durumlarda merhametinden dolayı bu şer taleplerini yerine getirmemektedir.

Ama bâzen de kişinin bu tür yanlış istekleri yerine gelivermektedir. Bu durumda o kişi, dilinin ve akılsızlığının cezâsını çekmektedir. Dolayısıyla bu tür yanlış ifâdeleri kullanmamaya dikkat etmeliyiz. Ağzımızdan çıkacak her kelimeyi dikkatle seçmeliyiz.

Diğer taraftan Cenâb-ı Hak, yapılan hayırlardan râzı olurken, şerre rızâsı yoktur. Sadece imtihan îcâbı izin verir ve yaratır.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez...” (en-Nisâ, 40)

“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah birçoğunu da affeder.” (eş-Şûrâ, 30)

Dolayısıyla ârif gönüller, Cenâb-ı Hakk’ın bu rahmet ve merhametini idrâk ederek kaderin müsbet-menfî her tecellîsi karşısında:

“Hoştur bana Sen’den gelen,

Ya gonca gül yahut diken,

Ya hil’at ü yahut kefen,

Kahrın da hoş lûtfun da hoş!” derler.

Zâten Hak Teâlâ da kullarına bu rızâ hâlini emretmektedir:

(Ey Rasûlüm!) De ki: Allâh’ın bizim için yazdığından başkası bize aslâ erişmez. O bizim Mevlâ’mızdır. O hâlde mü’minler yalnız Allâh’a tevekkül etsinler.” (et-Tevbe, 51)

“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O’ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun keremini geri çevirecek de yoktur. O, hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Ve O, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Yûnus, 107)

Ancak bu durum hiçbir zaman gereken tedbirleri almaya mânî değildir. Kader meçhul olduğu için insan, her şeyin en iyisine ulaşabilmek için elinden geleni yapmalıdır.

KISACA KADERE İMAN

Bu temel esasları derinleştirdiğimizde, karşımıza îzâha muhtaç pek çok mesele çıkar ki, bunlar ilm-i kelâm münâkaşalarına sermâye olmaktan ileriye gitmez. İşin özü kısaca şudur:

Kul, bir irâde sahibidir. Bu irâde veya kudret, ona Cenâb-ı Hak tarafından bahşedilmiştir. Allah Teâlâ’nın her oluşta irâdesi bulunmakla birlikte, rızâsı sadece hayırdadır. Bir hocanın gâyesi, talebesinin bilgi ile mücehhez olup sınıf geçmesidir. Talebe çalışmaz ise hocanın yapacağı bir şey yoktur. Yine bir doktorun vazifesi de, hastasını şifâya kavuşturmaktır. Hasta, verilen reçeteyi tatbik etmez ise, artık gelişen menfî neticeden sadece hastanın kendisi mes’ûldür. Doktora herhangi bir cürüm isnâd edilemez.

Bu itibarla, irâdemiz dâhilinde olduğu için mes’ûl bulunduğumuz hususlarda kaderi bahane ederek kendimizi mâzur sayamayız.

İbâdetsiz veya kötü yola düşen bir kimsenin; “Ne yapayım, kaderim böyle imiş!” demesi, ancak gaflet muktezâsıdır. Namaz kılmak ve diğer ibadetlerini yapmak isteyen kişiye Cenâb-ı Hak sebeplerini ihsân eder.

İşlediğimiz günahlar husûsunda kendimizi mâzur görmemiz ise, “kadere bühtân” etmek demektir ki, ancak akılsızlık ve edepsizlik tezâhürüdür.

Dipnotlar:

[1] el-En’âm, 59.

[2] Bkz. el-Kehf, 60-82; Buhârî, Tefsîr, 18/2-4.

[3] Buhârî, Salât, 1.

[4] Bkz. Buhârî, Rikâk, 38.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hak Din İslam, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

KAZÂ VE KADERE İMAN NEDİR?

Kazâ ve Kadere İman Nedir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • Allah razı olsun.Çok güzel bir yazı yazmışsınız.Özellikle öyle durumlara cevap var ki insanın aklındaki soruların tümünü gideriyor.

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.