Kafirun Suresinin Meali ve Tefsiri
Kafirun suresi ne zaman ve nerede nüzul oldu? Kafirun suresinin nuzul sebebi nedir? Kafirun suresinin konusu nedir? Kafirun suresinin meali ve tefsiri.
Kâfirûn sûresi, Mushaf’taki sıralamada 109. iniş sırasına göre 18. sûredir. Mâûn sûresinden sonra, Fîl sûresinden önce Mekke’de inmiştir. İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ-’ten nakledilen görüşlerden birine, Katâde ve Dahhâk’a göre ise Medîne’de nâzil olmuştur.
KAFİRUN SURESİNİN MEALİ
Altı âyettir. Adını, ilk âyette geçen ve “inkârcılar” mânâsına gelen “Kâfirûn” kelimesinden almıştır.
1. De ki: Ey kâfirler!
2. Ben sizin taptıklarınıza ibadet etmem
3. Sizler de benim ibadet ettiğime tapanlar değilsiniz.
4. Ben sizin taptıklarınıza ibadet edecek değilim.
5. (Evet), sizler de benim ibadet ettiğime tapıyor değilsiniz.
6. Sizin dininiz size, benim dinim banadır.
KAFİRUN SURESİNİN DİĞER ADLARI
1. Mukaşkışa: Uyuz ve çiçek hastalığı gibi hastalıklardan iyileştirmek demek olan “kaşkaşe”den türemiş bir kelime olarak, şirk ve nifâk dertlerinden uzak kılan mânâsınadır.
2. İbâdet sûresi de denilir.
3. Münâbeze (bırakma) sûresi.
4. İhlâs sûresi. Bu yüzden “Kul hüvallâhu ehad” diye başlayan İhlâs sûresi ile birlikte ikisine birden “İhlâseyn: İki ihlâs” sûresi de denilir.
KAFİRUN SURESİNİN NÜZUL ZAMANI VE SEBEBİ
Sûrenin konusundan Mekke’de İslâm dâveti karşısında Kureyş müşriklerinin şiddetli muhalefet fırtınası estirdikleri bir dönemde indiği anlaşılmaktadır.
Nüzul sebebi hakkında birkaç görüş vardır:
Bunlardan ilki, İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’dan rivayet edilmiştir.
1. Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden Velid el-Muğîre, Âs bin Vâil, Esved bin Abdülmuttalib ve Ümeyye bin Halef, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’le karşılaştıklarında:
“-Ey Muhammed! Biz senin taptığına tapalım. Sen de bizim taptığımıza tap. Böylece sen de, biz de bütün işlerimizde ortak olmuş oluruz. Getirdiklerin hayırlı şeyler ise, biz de o hayırda sana ortak olmuş bulunacağız. Ve o hayırdan payımızı alacağız. Eğer bizim inançlarımız senin getirdiğinden daha hayırlıysa, sen de bize ortak olmuş, payını almış olacaksın!..” dediler.
Bunun üzerine Allah Teâlâ, bu sûreyi (Kâfirûn Sûresi’ni) ve:
“De ki: Allah Teâlâ’dan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz, ey câhiller!..” (ez-Zümer, 64) âyet-i kerîmesi nâzil oldu.
Allah Teâlâ, bu sûretle onları bazen (Zümer Sûresi’nin 64. âyetinde olduğu gibi) “cehâlet”le, bazen de (Kâfirûn Sûresi’nde olduğu gibi) “küfür”le vasıflandırdı. Cehâlet tıpkı bir ağaç, küfür de o ağacın meyvesi gibidir. Bu sûre inip Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bu âyetleri Mekke’nin ileri gelen kâfirlerine okuyunca, onlar bu duruma çok kızdılar ve O’ndan ümitlerini kestiler. (Fahreddin Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XXIII, 498)
2. Diğer bir rivâyete göre, Mekkeliler toplanmış ve Peygamber Efendimizi İslâm’a dâvet vazifesinden alıkoymak için kendisine pek çok tekliflerde bulunmuşlardı. Bu tekliflerden bir kısmı, istediği kadar mal-mülk vermek, istediği kadınla onu evlendirmek, kendi başlarına reis yapmak gibi maddî teklifler; bir kısmı da ona cinlerin musallat olması veya hastalanması gibi bir durum varsa, güç birliği yaparak tedâvisine çalışmak gibi mânevî tekliflerdi. Siyer kitaplarında, Peygamber Efendimiz kendisine vaad edilen bütün bu teklifleri reddetmiş ve îman dâvâsında tâviz vermeyeceğini açıkça ifade etmiştir. Bu hâdiseden sonra, Kâfirûn Sûresi’nin indiği de rivâyet edilmiştir.
3. Mekkeliler, Peygamber Efendimize müracaatla, “bir sene kendi mâbudlarına ibadet etmesini” istemişler, bunun mukabilinde de onlar da “bir sene Rasûlullah’ın dâvet ettiği tek olan Rabb’e” ibadet edeceklerini söylemişlerdi. Bu teklifin akabinde, bu sûre nâzil olmuştur. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, X, 9)
4. Ebû Sâlih’in rivâyetine göre, Mekkeliler, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e şöyle dediler:
“-Eğer ilâhlarımızdan birisine olsun (hürmet ve tâzim maksadıyla) el değdirsen dahî hiç şüphesiz Seni tasdik ederiz.”
Bunun üzerine Cebrâil -aleyhisselâm- bu sûreyi indirdi. Onlar da Peygamber Efendimiz’den taviz koparacakları ümidini kaybettiler ve O’na ve ashâbına eziyet ve işkencelere koyuldular.
Kevser sûresinde, Peygamber Efendimize kin tutan, buğz eden kâfirlerden bahsedilmektedir. Bu sûrede ise, Rasûlullâh’a kâfirlere aldırmaması gerektiği bildirilmekte; inanç ve ibadet hususunda küfür ile îman arasında temelden büyük bir farklılık olduğu ve hiçbir şekilde dinin esaslarından tâviz vermemesi emredilmektedir.
Diğer taraftan Cenâb-ı Hak, Kevser sûresinde, Müslümanlara “namaz kılmalarını” ve “kurban kesmelerini” emreder. Bu sûrede ise, her ne çeşit olursa olsun, ibâdetin sadece ve yalnız Allâh’a yapılması gerektiği ifade buyrulmaktadır. İbadet, ne şimdi, ne de daha sonra Allah dışında bir varlığa yapılabilir.
KAFİRUN SURESİNİN MUHTEVASI
Îmanla küfrün karışması söz konusu olamaz. Îman ve İslâm; tek başına yücedir, ulvîdir, tertemizdir. Onu başka bir din ve ideoloji ile karıştırmak, saflığını, güzelliğini bozmak demektir. Tertemiz suyun az da olsa necasetle karışması daha temiz bir su meydana getirmez. Olsa olsa öncekinden daha kirli bir su elde edilmiş olur. Hidâyet yolu, Allâh’ın indirdiğidir. Ona beşerin müdahalesi, onda kendisine göre değişiklikler yapması, ilâvede bulunup bazı şeyleri eksiltmesi, Allâh’ın indirdiği dinin tahrifidir. İnsanın müdahalesi neticesinde değiştirilen din, artık hidâyete ulaştırmaz. Olsa olsa insanı dalâlete sevk eder ve Allâh’ın gazabını celbeder. Din, öyle kemâle ermiştir ki, ona eklenen her şey, onu noksanlaştırır.
Bu sûre vesîlesiyle, kâfirlerden ve onların tapmış oldukları putlardan, ilahlardan ve her türlü bâtıl îtikad ve ibadetlerinden uzaklaşılmış ve “beraat” ilan edilmiştir. Bu sûrede ifade buyrulan tâlimat ve hakikatler, indiği dönemdeki Mekkeli putperestlerin tekliflerine red olduğu gibi, daha sonraki devirlerde İslâm’ın başka din, görüş ve ideolojilerle “ortaklık” yapmasına da büyük bir reddiyedir.
PEYGAMBERİMİZİN SABAH SÜNNETİNDE OKUDUĞU SÛRE
İbn-i Kesîr, Kâfirûn Sûresi hakkında:
“Bu sûre, müşriklerin işlediği amellerden uzaklaşma sûresidir. O, amellerde ihlâsı emreder.” demektedir.
İmam Ahmed bin Hanbel’in, Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhümâ-’dan bu hususta naklettiği iki rivâyet vardır.
Bunlar şöyledir:
“Ben Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in arkasında bir ay sürekli namaz kıldım. Sabah namazından önceki iki rekâtta Kâfirun ve İhlâs sûrelerini okuyordu.”
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sabah namazından önceki iki rekâtta ve akşam namazından sonraki iki rekâtta -yirmi küsur veya on küsur defa- Kâfirûn ve İhlâs sûrelerini okudu.” (Ahmed bin Hanbel’den naklen İbn-i Kesîr, Tefsîru İbn-i Kesîr, XV, 8721)
YOLCULUĞU ÇIKARKEN OKUNACAK BEŞ SÛRE
İmam Kurtubî ise, Cübeyr bir Mut’im’in şu rivâyetini zikreder. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“-Ey Cübeyr, sen bir yolculuğa çıktığın vakit, görünüş itibariyle arkadaşlarının en güzeli, azık itibariyle de en çok azığı bulunan bir kişi olmak ister misin?”
Ben, “Evet.” dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
“-O hâlde, «De ki: Ey kâfirler…»den (Kâfirûn Sûresi’nden) başlayarak «De ki: Sığınırım insanların Rabbine…» (Nâs Sûresi) buyruğuna kadar şu beş sûreyi oku ve okumana «Bismillâhirrahmânirrahîm» diye başla.”
(Cübeyr) dedi ki:
“-Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, ben çok malı olmayan birisiydim. Yolculuğa çıktığım vakit onların (yol arkadaşlarımın) görünüş itibariyle en kötüsü, azığı en az olan kimse olurdum. Fakat bunları okumaya başladıktan sonra, yolculuğumdan geri dönünceye kadar görünüşü aralarında en güzel olanı, azığı en çok olanı ben oldum.” (Kurtubî, XIX’dan Suyûtî, ed-Durru’l-Mensûr, VIII, 658)
MÜNAFIKLAR KAFİRUN SÛRESİNİ OKUMAZ
Bu rivâyetlerin dışında Peygamber Efendimiz’den, “Münâfıkların kuşluk namazı kılmadığı ve Kâfirûn sûresi’ni okumadığı”[1], “Kâfirûn Sûresi’nin Kur’ân-ı Kerîm’in dörtte biri olduğu”[2] hadisleri nakledilmiştir.
İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ- da şöyle demiştir:
“Kur’ân-ı Kerîm’de bu sûreden daha çok İblis’i öfkelendiren bir şey yoktur. Çünkü bu sûre, bir tevhiddir ve şirkten bir ibrânâmedir (borçtan kurtulma, temize çıkmadır.)”
KÂFİRÛN SÛRESİNİN TEFSİRİ
1. De ki: “Ey kâfirler!”
Kul (De ki): Bu emrin muhatabı, öncelikle Allâh’ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sonra da bütün mü’minlerdir. Fahreddin Râzî, bu sûreye “Kul: De ki!” emriyle başlanmasının hikmetleri üzerine kırk üç incelik zikreder. Bunlardan birkaç tanesi şöyledir:
a) Peygamber Efendimiz, bütün işlerinde rıfk ve mülâyemetle (yumuşaklıkla) emrolunmuştu. Hattâ onun insanlara karşı şefkat ve merhameti birçok âyet-i kerîmede vurgulanmıştır. (Bkz: Âl-i İmrân, 159; el-Enbiyâ, 107; en-Nahl, 125)
Durum böyle olduğu hâlde, Mekkeli inançsızlara “Ey kâfirler!” diye hitap etmesi, onların “Bu kabalık sana uygun düşer mi?” şeklindeki serzenişlerine sebep olmuştu. Peygamber Efendimiz de onlara cevâben:
b) “-Ben böyle söylemekle emrolundum. Bunu kendiliğimden söylemiş değilim!” demiş ve bu yüzden cümlelerine “Kul: De ki!” emriyle başladığını belirtmiştir.
“De ki!” emri, Peygamber Efendimizin Allah Teâlâ ile insanlar arasında bir vasıta ve elçi olduğunu göstermektedir. Bu hem Peygamber Efendimizin makamını yücelten bir hitaptır, hem de insanlara O’na hürmet göstermeleri yönünde bir îkaz ve emirdir.
c) Kâfirler, Sana çeşitli sebeplerle kötü sözler söyleyip Seni incitmektedirler. Bu sebeple, Sen de onlara aldırma, onların tekliflerine yanaşma ve: “Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam!” de!..
Yâ eyyuhe’l-Kâfirûn: “Yâ” hitâbı, uzaktakilere seslenirken kullanılır. Bu hitâbın ardından “eyyü” edatı kullanılmıştır ki, bu da yakınlığı ifade etmektedir. Uzaklığı bildiren “yâ” ölüm gibi, yakınlığı bildiren “eyyu” ise, hayat gibidir. İkisinin arası durum ise, uyku hâlidir. Uykudaki insan da “Hâ” ile, “tenbih (uyandırma, ikaz etme, dikkat çekme) edatı” ile uyandırılmak istenmiştir. Önce uzaklık, sonra da yakınlık edatlarının zikredilmesi, Cenâb-ı Hakk’ın “Kusur senden, muvaffakiyet benden!” demek istediğini gösterir. (Fahreddin er-Râzî, XXIII, 497-498)
Âyet-i kerîmede, “Ey müşrikler!” şeklinde, Allâh’a ortak koşan Mekkelilere hitap edilmeyip “Ey kâfirler!” denilmesi, âyetin şümûlünü (içine aldığı kimseleri) genişletmiştir. Böylece Yahudi, Hıristiyan ve diğer dinlere inanan herkes bu hitabın içine girmiştir.
Bu genişlik, hem zamanda, hem de mekândadır. Şöyle ki, âyetin ilk muhatabı, Peygamber Efendimizle aynı zamanda ve aynı coğrafyada yaşayan kimseler olmakla beraber, aslında dünya üzerinde bulunan ve kıyamete kadar yaşayacak bütün kâfirlerdir.
“Kâfir” kelimesi, “gerçeği örtüp inkâr eden” herkese sıfat olarak kullanılır. Sırf lügat mânâsıyla, çiftçiler de kâfirdir, tohumu toprağa gömüp onu gizledikleri için…
Kur’ân diliyle kâfirler, kendi fıtratlarında var olan “tevhid emârelerini” görmezden gelmişler; Allâh’ın bu kâinâtın her zerresine koyduğu “âyetleri” görmek istememişler ve Peygamber Efendimizin nübüvvetine işaret eden bütün “mûcizeleri” inkâr etmişlerdir. Bu yüzden küfür, îmandan daha zordur. İnsanın kendi fıtratını inkâr etmesi, gözüyle gördüğü bütün delilleri başka şekilde anlamaya kendisini zorlaması demektir. Gözgöre göre ve inatla gerçekleştiği için küfür, “bilmemek, anlamamak, inanmamak”tan ziyade ; “bilerek, anlayarak, doğruluğunu görerek bu gerçekleri örtmeyi seçmek” demektir. Bu ise, insanın kendi varlığıyla ve Yaratıcısıyla inatlaşması demektir.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi bu âyet-i kerîmede, “Kâfirler” şeklindeki hitap geneldir. Tek tek, isim isim fertlere değil!.. Başka bir ifadeyle, zâtlarına değil, sıfatlarınadır. Kim, küfrü, inkârı, isyânı bırakıp îman ve Allâh’a itaati seçerse, bu hitabın muhatabı olmaktan kurtulmuş demektir. Her ne kadar bu âyet-i kerîmenin iniş sebebi olarak Peygamber Efendimizle “inanç pazarlığına oturan” Velid bin Muğîre, Ebû Cehil, Âs bin Vâil gibi çeşitli Mekkeli müşriklerin isimleri anılmışsa da, bu durum, âyetin hitabının ve hükmünün genel oluşuna mâni değildir.
Bu âyetlerin Mekke devrinde indiği göz önünde bulundurulursa, Kur’ân-ı Kerîm, Mekke’nin baskı ve zorbalık döneminde ileri gelen müşriklere âdeta meydan okumakta, onların ne yaparlarsa yapsınlar, bu yeni dine ve onun peygamberine zarar veremeyeceklerini îlan etmektedir. Gerçekten bu küçültme ve tahkir şeklindeki hitap, onların gözünü döndürmüş ve Peygamber Efendimiz ile Müslümanlara ellerinden geleni yapmaya çalışmışlardır. Fakat Allah Teâlâ, hem Peygamber Efendimizi ve hem de Müslümanları, kâfirlerin türlü hile, tuzak ve zorbalıklarından muhafaza etmiş ve selâmete kavuşturmuştur.
Peygamber Efendimizin, İslâm Dini’nin tamamlanıp kemâle erdirilmesi yolunda, insanlardan gelecek her türlü kötülüğe karşı korunacağı Allah Teâlâ tarafından beyân buyrulmuş (Bkz: el-Mâide, 67) ve bu da tarihî bir hakikat olarak gerçekleşmiştir. Bu durum da Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in peygamberlik alâmetlerinden birisidir.
Daha önce de ifade edildiği gibi müşrikler, Peygamber Efendimize gelerek:
“-Bir müddet biz Senin ilâhına ibadet edelim, bir müddet de Sen bizim putlarımıza ibadet et.” teklifinde bulunmuşlar ve hem bu sûre, hem de Zümer Sûresi’nin 64. âyeti kerîmesi, bu vesileyle nâzil olmuştu. Aşağıdaki âyet-i kerîmeden itibaren inancın pazarlık konusu olamayacağı; îman ile küfür arasında taviz ve benzerlik bulunamayacağı ifade buyrulmuştur.
Bu durum, siyah ile beyaz gibidir. Beyaza biraz siyahlık katıldığında, beyaz tamamen kararmaz, ancak artık saf beyaz olmaktan da çıkmıştır. Tevhid, bilhassa inanç ve ibadet hususunda lekelenme ve pazarlık kabul etmez.
2. âyet: Ben sizin taptıklarınıza ibadet etmem.
Bu ifade, kâfirlerin geçmişte ibâdet ettikleri ve hâli hazırda ibadet etmekte oldukları bütün mâbudları (ilâhları, tanrıları) içine alır. O devirde Arapların, Cenâbı Hakk’ı bildikleri ve O’na da ibadet ettikleri söylenebilir. Hâlbuki Allah, ilahlardan birisi değildir. O, hakiki ve yegâne mâbuddur. O’na şirk koşulduğu andan itibaren O’nun ulûhiyetine gereği gibi inanılmamış olur. Çünkü O, her türlü eksik ve noksan sıfatlardan münezzeh, her türlü kemal sıfatlarıyla muttasıf ve ortağı, benzeri, misli vb. olmaktan berîdir.
O’na denk, O’na eş veya O’na benzer bir ilâhlık iddiasında bulunulduğu andan itibaren “tevhid” iptal olmuş olur. Bu yüzden şirk, küfürle eşdeğer kabul edilmiştir. “Mevcut ilâhlardan bir ilâh olması” fikriyle “Allâh’ı inkâr etmek” düşüncesi arasında pek fark yoktur. Çünkü Allah, sadece ve sadece O, hakiki mâbud ve yegâne Rabbü’l-Âlemîn’dir.
Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim, ibadetin sadece Allâh’a yapılması gerektiği üzerinde durur. İbadette şirk, inançtaki şirk gibidir. İbadetin riyâ (gösteriş) gibi çürüklerden kurtularak saf ve ihlâsla, sırf Allah rızâsı gözetilerek yapılması emredilmiştir. Nitekim Beyyine Sûresi’nde şöyle buyrulur:
“Hâlbuki onlara ancak, dîni yalnız Allâh’a has kılarak ve hanîfler olarak O’na kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu...” (el-Beyyine, 5)
3. âyet: Sizler de benim ibâdet ettiğime tapanlar değilsiniz.
Arapça “Mâ” edatı, cansız ve akılsız eşya için kullanılır. Burada da “Benim ibadet ettiğim canlı ve akıllı varlık” mânâsında “men” edatı yerine, “mâ”nın kullanılmış olmasını, müfessirler dört şekilde izah etmişlerdir.
a) Burada “mâ” edatı, bir varlık değil sıfat kastedilmiştir. Bu sebeple, cümlenin mânâsı, Peygamber Efendimizin diliyle; “Ben bâtıl olana, siz de hak olana tapmazsınız!”
b) Her iki “mâ” edatı da masdariyyedir. “Ben sizin ibadet ettiğiniz gibi (şirkle karışık bir şekilde) ibadet etmem; siz de benim ibadet ettiğim (tevhid esası üzere) ibadet etmezsiniz.
c) Buradaki “mâ” edatları, canlıcansız farkı gözetilmeyen “ellezî” mânâsındadır.
d) Peygamber Efendimiz ilk önce “Ben sizin taptıklarınıza tapmam!” deyince, tenasip (sözdeki uyum) gereği, ikinci cümle de aynı minvalde zikredilmiştir. Burada sadece lafzî bir benzerlik tatbik edilmiştir.
Her ne kadar burada hepsi ihtimal dâhilinde ise de, “men” edatı kullanılmış olsaydı; müşrikler, “Biz de Senin söylediğin Allâh’a ibadet ediyoruz zaten!” diyebilirlerdi. Ancak şirkten arınmış bir şekilde, hâlis bir tevhid inancıyla ibadet etmek; müşriklerin bilmediği/uygulamadığı bir ibadet şeklidir. İşte âyet-i kerîme, ibadetin saf “tevhid” ile yapılmış şeklinin Allah tarafından emredildiğine işaret edilmektedir. Yoksa şirk kalıntıları ile Allâh’a ibadet ediyor görünmek, insanı mü’min ve muvahhid yapmaz.
4. âyet: Ben sizin taptıklarınıza ibadet edecek değilim.
İkinci âyet-i kerîmede vurgu, müşriklerin hâlihazırda ibadet ettiklerine, Peygamberimizin ve mü’minlerin ibadet etmeyeceği şeklindeydi. Burada ise, dikkat çekilen husus, müşriklerin eskiden beri tapageldikleri şeylere, Peygamberimizin hiçbir vakit itibar etmediği, tapmadığı ve kesinlikle bundan sonra da tapmayacağı şeklindedir. Burada farklı bir zaman aralığına ilâveten hem tekrar, hem de ism-i fâil kalıbıyla gelmesi sebebiyle mânâ iyice perçinlenmiş; geçmiş, hâl ve gelecek zamanın bütününde îman ve küfrün, birbirinden tamamen ayrı bir dünya ifade ettiği dile getirilmiştir.
5. âyet: Siz de benim ibâdet ettiğime tapıyor değilsiniz.
Siz de benim ibadet ettiğim şekilde, tevhid ve ihlâs ile Allâh’a kulluk etmediniz, etmiyorsunuz ve etmeyeceksiniz.
Bu âyetler hakkında, “Birbirinin tekrarı yoktur; hepsi farklı hususlara temas etmektedir.” diyenler bulunduğu gibi, “Burada te’kid gibi ek mânâlar kazandıran bir tekrar vardır!” diyen müfessirler de çıkmıştır.
6. âyet: Sizin dininiz size, benim dinim banadır.
Küfür ve şirkle kirlenmiş olan dininiz size âittir. Tertemiz ve Allah tarafından indirildiği üzere kalan saf ve hakiki din (İslâm) ise bana âittir.
Burada Peygamber Efendimizin müşrikleri, bozuk ve bâtıl dinleriyle baş başa bırakması, onların doğru yolda olduklarını, Peygamberimizin de onların hâlinden râzı olduğunu göstermez. Bilakis O, hayatının her ânında, müşriklerin, şirk ve küfürden temizlenmesi, Hak Din ile müşerref olması için gayret göstermiş, her türlü imkân ve fırsatı bu gayeyle değerlendirmeye çalışmıştır.
Bu âyetlerde Peygamber Efendimize, böyle söylenmesinin hikmeti:
Müşriklere, “İstediğinizi yapın; sonunda amelinizin karşılığını göreceksiniz!” şeklinde bir tehdittir.
“Ben sizi doğruluğa ve hak dine çağırmak üzere gönderilmiş bir peygamberim. Dâvetime icabet etmiyorsanız, en azından beni küfür, isyan ve şirke çağırmak gibi büyük bir gaflet ve dalâlete düşmeyin!..” denmektedir.
Buradaki din, “hesap” mânâsında ele alınırsa, “Herkes yaptığının karşılığını görecektir. Sizin hesabınız size, benim hesabım da bana âittir.” demektir.
Din, “duâ” mânâsında düşünülürse, “Sizin duânız, boşa gidecektir. Çünkü duâ ettiğiniz tanrılarınız (ilâhlarınız) hiçbir hakikati bulunmayan, sizin ve atalarınızın yakıştırdığı isimlerden ibarettir. Fayda ve zarar vermeye kadir değillerdir. Allâh’a şirk koşularak yapılan duâlar da, tıpkı sahte ilâhlara yapılan duâlar gibi geçersiz ve mânâsızdır. Ancak Allâh’a ihlâsla yapılmış duâlar böyle değildir. Hem dünyada, hem de âhirette karşılığı vardır. Allah, kendisine kimin, hangi niyetle duâ ettiğini, kendisinden neler istediğini çok iyi bilir ve mükâfâtını ihsan eder.”
Dini, “örf, âdet” olarak anladığımızda ise, mânâ şöyle olur: Sizin “atalarımızın dini” diye övündüğünüz bu câhiliye inanç ve âdetleri, temeli mantıksızlık üzere kurulmuş, içi boş gereksiz, insanı küçük düşüren, kuru bir tapınmadan ibarettir. Oysa Allâh’ın ilk peygamberden itibaren bildirdiği “tevhid dini”, insanın ruhuna, fıtratına, hayatın gerçeklerine uygun ve herkesin mâhiyetini idrâk edebileceği fazilet ve hakikatlere mebnîdir. Bu halde benim, sağlam ve Allah tarafından indirilmiş dini bırakarak, eğreti örf ve âdetlerinize bağlanmam düşünülemez.
Dipnotlar:
[1] Deylemî, Firdevs, IV, 203. [2] Âlûsî, XV, 2/319; Hâtıb el-Bağdâdî, Muvahhidu’l-Evhâm, I, 538.
Kaynak: Zehra Eriş, Şebnem Dergisi, Sayı: 131, 132
YORUMLAR