Kâinattaki İlâhî Sır ve Hikmetleri Nasıl Anlarız?

Sorularla İslam

Kâinat kitabında sergilenen ilâhî sır ve hikmetleri kâmil mânâda okuyabilmek için, hangi hususta derinleşmek lâzımdır?

Kâinat, sonsuz ilâhî güzelliklerin menbaından taşan tecellîler sergisidir. İnsan denilen muammâ da ilâhî neşve ve güzelliklerin kâmil bir tecellîsidir. Gören gözler, duyan kalpler, yeryüzünde ilâhî azamet ve kudret akışlarından başka bir şey duymaz ve görmezler. İnsanı, bu yüksek kalbî kıvâma ulaştıracak olan en büyük vâsıta ise, tefekkürdür.

HER İNSANDA TEFEKKÜR KÂBİLİYETİ VAR MIDIR?

Zira Hakk’ın azametini tefekkür, hakîkate ulaşmanın yegâne vâsıtası, tâbiri câizse şah damarıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, bütün mahlûkâta kendi ihtiyâcına göre bir tefekkür kâbiliyeti ihsân etmiştir. İnsanların ve cinlerin dışındaki mahlûkâtın tefekkür kâbiliyetleri, basit bir şekilde hayatlarını sürdürmeye kâfî gelen “sevk-i tabiî”ler hâlindedir. Yavrusuna muhabbetle besleyip büyütmek ve kendisini tehlikelerden muhâfaza etmek gibi.

İnsana ise tefekkür, azamet-i ilâhiyyeyi ve kâinattaki ilâhî kudret tecellîlerini düşünerek vuslata, yani mârifetullâha ulaşabilmek ve bu irfan ufku içerisinde sâlih ameller işlemek için lutfedilmiştir. Bu sebeple insanın tefekkür deryâsında derinleşmesi zarûrîdir. İnsanın kâinâta ibret nazarıyla bakması ise tefekkürde derinleşmek için atılacak ilk adımdır.

İnsanoğluna hidâyet haritası olarak lûtfedilen Kur’ân-ı Kerîm de, ilk âyetinden son âyetine kadar bizlere tefekkür tâlîmi yaptırmaktadır. Zira, Kur’ân-ı Kerîm’de Allâh’ın nîmetleri sayıldıktan sonra, insanlara defalarca; “Ey bakış, görüş (idrak) sahipleri!..”( Âl-i İmrân, 13; en-Nûr, 44; el-Haşr, 2...) diye hitâb edilmiş olması, yine pek çok âyet-i kerîmede; “Hiç düşünmez misiniz? Akletmezler mi? İdrâk etmezler mi?”( el-Bakara, 219, 266; en-Nisâ, 82, el-Enâm, 50; Yâsin, 68; Muhammed, 24…) buyrulması, insanoğlunun kâinâtı boş ve kavrayışsız bir nazarla değil; hikmeti idrâk edecek bir basîretle müşâhede etmesi gerektiğinin bir ifâdesidir.

ŞAFAK VAKTİ ETRAFINA BİR BAK

İnsan, şafak vakti başını kaldırıp, doğan güneşe doğru ibret nazarıyla şöyle bir bakmalı ve ufukta çizilen rengârenk ve çeşit çeşit tabloları görmeye çalışmalıdır. Bir ressamın, her an sürekli bir değişim içinde olan bu kâinâtın bir ânını resmettiği tablosu karşısında hayran kalan bizler, kâinâtın ilâhî sanatkârının her an ayrı ayrı çizdiği şâheser tablolar karşısında nasıl bîgâne ve duyarsız kalabiliriz?

Yine bir lâleye, bir menekşeye bakın! Bu renkleri acaba kara toprağın neresinden bulup da çıkarırlar? Ya o kırmızı karanfil?..

Güneşin ışığında oynaşan çiçeklerin mavisi, pembesi, onların gönül açan tebessümleri ve rûhu okşayan güzel kokuları… Ve saymakla bitmeyecek diğer güzellikler… Duygu derinliğine sahip bir kalp için, her yer harikalar sergisi…

Bir çiçeğin tebessümüne, arı ve kelebeğin raksına, pervanenin yanışına, bülbülün feryâdına, bir de dönüp kendimize bakalım!

Bunun gibi kâinâtı dolduran sayısız güzellikler, güzeller güzeli Rabbimizin cemâlinin hüsnünden sızan bir akis pırıltısından ibaret değil midir?

Öyle ki bazen bir ağacın, bazen bir ceylânın, bazen bir kuşun ve bazen şu kara toprağın bize hâl lisânıyla söylediklerini sayfalar dolusu kitaplar anlatamaz. Kâinâtın hâl lisânına âşinâ olan gönüller ise, bambaşka bir güzelliğe nâil olurlar.

GECE BİZE NEYİ ANIMSATIYOR? 

Meselâ şafak sökerken, ışıklarıyla eşyayı aydınlatan güneş, başlayan yeni günün selâmını getirerek, bizlere âdeta; “–Uyan!” demekte ve şöyle bir muhâsebe ve tefekkür iklimine sokmaktadır:

–Bak, sana bu sabah da hayat defterinden yepyeni ve tertemiz bir sayfa hediye edildi. Kıyâmette önüne konacak bu sayfayı nasıl dolduracaksın? «Oku kitabını, bugün sana hesap sorucu olarak nefsin kâfîdir!» (elİsrâ, 14) denileceği o dehşetli gün için, bugün ne hazırlamayı düşünüyorsun?

Akşam olup, gökyüzü önce kızıla, sonra dalga dalga siyaha boyandığında ise, gece hâl lisânıyla insana:

–Bir günün daha geçti. Ölüme bir adım daha yaklaştın. Artık âh u figân etmek boşuna. Ne kadar gayret edersen et, geçen bir saniyeyi bile geri getiremezsin. Şimdi sen de ölümün kardeşi olan uykunun kollarına kendini teslim edeceksin. Ne yapmalıydın, ne yaptın? Yaptıklarını ve yapmadıklarını önüne koy ve düşün!.. Belki bir daha sabahın ışıklarını göremeyeceksin!..” demektedir.

TEFEKKÜRDE DERİNLEŞMEK İÇİN NE YAPMALIYIZ?

İşte insanın, kâinat kitabında sergilenen ilâhî sır ve hikmetleri kâmil mânâda okuyabilmesi için, kalbine seviye kazandırması bu vesîleyle tefekkür ummânında derinleşmesi lâzımdır. Nitekim tefekkürde derinleşildiği ölçüde, Ziyâ Paşa’nın dediği gibi, bu âlem kişiye bir ibret ve hikmetler meşheri olur:

Bin ders-i maârif okunur her varakında,

Yâ Rab ne güzel mekteb olur mekteb-i âlem.

Bu kâinât kitabının her bir yaprağında mârifet ilminin binlerce dersi okunur. Yâ Rabbî! Şu kâinât mektebi, tefekkür deryasına dalarak ibretler almak için ne güzel bir mekteptir.

TEFEKKÜRE YÖNELEN RUHLAR MUTLAKA ALLAH'I BULURLAR

Kâinâta bu şekilde tefekkür ve tahassüsle yönelen ruhlar, neticede hakîkî ve mutlak varlık olarak Allâh’ı bulurlar.

Bu sebeple, hârikalar diyârı olan bu âlemde tefekkürden uzak kalarak ilâhî hakîkatleri kavrayamayan bir kalbin vay hâline!

Güllerin, ağaçların, kurdun-kuşun hâl lisânından gâfil kalmak; denizlerde, dağlarda, semâvatta sergilenen nice kudret nakışlarının beyânından anlamamak, ancak kalp gözünün körlüğündendir.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şu beyânı, Cenâb-ı Hakk’ın tefekküre vermiş olduğu değeri göstermesi bakımından ne kadar mânidardır:

Rabb'im bana susma hâlimin tefekkür olmasını emretti, (ben de size tavsiye ederim.)”(İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, XVI, 252,

hadis no: 5838.)

İNSAN DÜNYADA KULLUĞU DIŞINDA BİR HİÇTEN İBARETTİR

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Hirâ’daki uzlet ve inzivâsından ve daha sonraki dönemlerde de muntazam olarak îfâ ettiği îtikâflarından anlıyoruz ki bir Müslüman ne kadar ibâdet ederse etsin, zaman zaman uzlete çekilerek nefis muhâsebesi yapmalı ve kâinattaki ilâhî kudret akışlarını tefekkür ederek kemâle ermeye çalışmalıdır. İnsanlara rehber olacak kimseler ise bu tefekkür, tahassüs ve muhâsebeye daha çok muhtaçtırlar.

Velhâsıl tefekkürde derinleşen gönüller idrâk eder ki ilâhî saltanat karşısında bu dünya, fezâda yüzen trilyonlarca tozdan sadece bir tanesidir. Dağlar, ovalar, okyanuslar ve insan da bu tozun içerisindedir. İşte bu acziyetiyle insan, kulluğu dışında sadece bir “hiç”ten ibârettir!

Kişiye düşen, bu hiçlik içerisinde tefekkürle yoğrulmak;

Nefsini tanıyan, Rabb'ini tanır!” hakîkatinde derinleşmek ve Cenâb-ı Hakk’a olan kulluğa devam ederek âhirette “Ne güzel bir kul” pâyesine lâyık olabilmektir. Hak âşığı Yûnus Emre ne güzel söyler:

İlim, ilim bilmektir,

İlim, kendin bilmektir.

Rabb'imiz, cümlemize rahmet ve mağfiretiyle muâmele buyursun. İlâhî azamet, sanat ve kudret akışlarını, âdeta bir müze gibi sergilediği şu kâinâtın sır ve hikmet deryalarından sonsuzluk incileri dermeye hepimizi muvaffak kılsın...

Âmîn…

KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, 40 Soru 40 Cevap, Erkam Yayınları, 2011, İstanbul