Kalb-i Selim Nasıl Olunur?
Kalb-i selîm nedir? Cenâb-ı Hakk’a götürülmeye en lâyık hediye nedir? Kalb-i selîm nasıl olunur? Kalb-i selîm üzere olmak...
İlâhî hikmetler dershânesi olan şu imtihan âleminde, Rabbimiz, biz kullarını hakîkate ulaştıracak birçok vesîle lûtfetmiştir.
Cennetin Elçileri
Birer hidâyet rehberi olan ilâhî kitaplar, peygamberler ve evliyâullah, dâimâ insanlığı hak ve hakîkate sevk ederek Cenâb-ı Hakk’ın “Cennet dâvetine” elçilik yapmaktadırlar. Zira Rabbimiz:
“Allah, kullarını Dâru’s-Selâm’a (saâdet yurdu cennete) dâvet ediyor...” (Yûnus, 25) buyurmaktadır. Tabiî ki her dâvetin bir kabûl şartı, her nîmetin de bir bedeli vardır. Rabbimiz bu bedelin ne olduğunu da şöyle beyan buyurmaktadır:
“O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” (eş-Şuarâ, 88-89)
Kalb-i Selim Nedir?
Kalb-i selîm, mâsivâdan arınmış ve mücellâ bir ayna gibi Hakk’ın cemâlî sıfatlarının tecellîgâhı hâline gelmiş bir kalptir. Hak Teâlâ, kulunun kalbinde cemâlî sıfatlarının tecellîlerini görünce onu sever ve ondan râzı olur.
Rabbimiz’in cennet dâvetine ve ihsân edeceği sonsuz mükâfatlara lâyık olabilmek için mâsivâdan uzaklaşıp kalben Hakk’a yönelmek şarttır. Zira Rabbimiz, bizden ilâhî tecellîgâh olan bir gönül, yani kalb-i selîm istemektedir.
Bir Dostun Hz. Yusuf’a (as.) Sunduğu Hediye
Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde bir kıssa vardır:
Hazret-i Yusuf’a çok uzak diyarlardan, yüreği muhabbetle dolu bir dostu gelip misafir olur. Onlar, çocukluktan beri samimî birer dostturlar. Ahbaplık ve dostluk yastığına beraberce yaslanmışlardır. Hazret-i Yusuf, bir müddet onunla sohbet ettikten sonra nükteli bir tarzda:
“–Söyle bakalım dostum, bize gittiğin yerlerden ne hediye getirdin?” der.
Misafiri, bu istek karşısında çok mahcup olur ve ne diyeceğini bilemez. Ardından, hissiyâtını şu samimî ifâdelerle dile getirir:
“–Sana armağan getirmek için, şu fânî âlemde birçok şeye nazar ettim. Fakat hiçbirini gözüm tutmadı, hiçbirini sana lâyık göremedim. Bir kırıntı büyüklüğündeki altın parçasını bir altın yatağına veya bir damlayı bir denize nasıl armağan olarak götürebilirdim ki? Senin güzelliğine denk olacak hangi tohum vardır ki bu Mısır ülkesinin ambarında bulunmasın? Sana getirilecek hediye ancak senin güzelliğinin bir eşi, bir benzeri olmalıdır. Bu yüzden ben de çâresiz, sana gönül nûru gibi tozsuz, lekesiz, parlak bir ayna getirip sunmayı lâyık gördüm.
Ey Güneş gibi gökyüzünün nûru olan Yusuf! Sana gönül nûrundan bir ayna getirdim ki, ona baktıkça kendi güzelliğini görüp hayran olasın. Onda güzel yüzünü gördükçe, Rabbin sendeki cemâlî tecellîlerini seyredesin ve beni de hatırlayasın.”
Misafir bunları söyledikten sonra koltuğunun altından bir ayna çıkarır ve Hazret-i Yusuf’a takdîm eder.
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Varlığın aynası nedir? Varlığın aynası yokluktur. (Şunu iyi bil ki, sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan!) Ey Hak âşığı! Eğer ahmak değilsen, Hakk’ın huzûruna yokluk götür.
Mârifet, kesretten vahdete intikâl edebilmek ve Hakk’ın rengine boyanabilmektir. Göklerdeki bulutların, deryâlardaki suların kendi renkleri yoktur. Onları renkten renge koyan, semâdaki Güneş’tir.
Sen de nefsânî arzulardan sıyrıl, yokluğa, yani hiçliğe er! Zira her ilâhî tecellînin kemâli, hiçliğe vâsıl olduktan sonra başlar…
“Kıyâmet Günü İçin Ne Hediye Getirdiniz?”
Cenâb-ı Hakk’ı dost edinmek istersen, şunu iyi bil ki dostların yanına eli (ve gönlü) boş gidilmez. Dostların yanına eli boş gitmek, değirmene buğdaysız gitmeye benzer. Cenâb-ı Hak mahşer gününde kullarına:
«–Kıyâmet günü için ne hediye getirdiniz?» diye soracak ve ardından şöyle buyuracak:
«–Sizi ilk yarattığımızda olduğu gibi, eli boş, azıksız olarak, tek başınıza ve muhtaç bir hâlde geldiniz. Haydi söyleyin, kıyâmet günü için ne hediye getirdiniz? Yoksa sizde dünyadan âhirete dönmek ve Allâh’ın huzûruna çıkmak ümîdi yok mu idi? Kur’ân’ın kıyâmet hakkındaki haberleri, size boş mu görünmüştü?»
Ey ahsen-i takvîm, yani en güzel vasıfta yaratılan insan! O dostun kapısına böyle boş bir gönülle nasıl ayak atıyorsun?
Bu fânî âlemde azıcık olsun uykuyu, yemeyi-içmeyi azalt da Hak ile buluşacağın zaman için bir hediye hazırla!”
Cenâb-ı Hakk’a Götürülmeye En Lâyık Hediye
Kula düşen, ilâhî azamet ve kudretin sonsuzluğu karşısında hiçlik ve acziyetini idrâk edebilmektir. Zira Rabbimiz, her şeyin yaratıcısı ve sahibidir. Dolayısıyla O, her varlıktan müstağnîdir. O’na götürülebilecek hiçbir hediye yoktur ki O’nun sonsuz hazinesinde bulunmasın. O, hüsn-i mutlaktır; bütün güzelliklerin menşeidir. Bu yüzden varlıklar içinde en güzel ve kıymetli şey, Hakk’ın güzelliğine ayna olabilecek kadar saf ve berrak bir “kalp”tir. Cenâb-ı Hakk’a götürülmeye en lâyık hediye, Rabbimiz’in bizden istediği “kalb-i selîm”dir.
Şâir ne güzel söyler:
Sanma ey hâce kim senden zer ü sîm isterler
Yevme lâ yenfeu’da kalb-i selîm isterler
“Ey tâcir! Sanma ki senden altın ve gümüş isterler. Mal ve evlâdın bile fayda vermeyeceği hesap gününde, ancak kalb-i selîm isterler.”
Kalb-i selîm sahibi sâlih kul, gizli-saklı her şeyin açığa çıktığı hesap gününde Cenâb-ı Hakk’ın, O’nun Rasûlü’nün ve bütün âlemlerin huzûrunda mahcup ve rezil olmaktan emîn olur. O günün sıkıntı, çile ve zorluklarından da selâmete erer.
Peygamberimizin Niyazı
Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Rabbine şöyle niyazda bulunurdu:
“Allâh’ım! Sen’den dinde sebât isterim… Doğru söyleyen bir dil ve kalb-i selîm isterim…” (Tirmizî, Deavât, 23/3407)
İşte böylesine kıymetli olan kalbi, fânî ve gelgeç sevdâlara esir etmek kadar fecî bir gaflet düşünülebilir mi? Hakk’ın rızâsına vuslatın yegâne bedeli olan kalbi, mâsivâ ile kirletmekten daha büyük bir felâket olabilir mi? Kalp kirli olduktan sonra da kalıbı yani bedeni ve dış görünüşü temizlemenin bir anlamı kalır mı?
Eski bir İstanbul hamamının kitâbesinde şu mânidar beyit yer alırmış:
Tıynetin nâ-pâk ise, hayr umma sen germâbeden,
Önce tathîr-i kalb et, sonra tathîr-i beden!
Yani; kötü huylu ve bozuk karakterli bir kimse isen, hamamdan bir hayır bekleme! Temizlik istiyorsan evvelâ kalbini temizle sonra da bedenini…
İyilik Nedir?
Kalb-i selîm, içinde îman nûrunun ışıldadığı, berrak ve billûr bir fânus gibidir. Mü’min, kalbindeki bu nûr ile, doğruyu eğriden, hayrı şerden, hakkı bâtıldan, helâli haramdan ayırt eder. Nitekim rikkat-i kalbiye sahibi, gözü yaşlı ve duygulu bir sahâbî olan Vâbisa bin Ma’bed -radıyallâhu anh-, bu hâlin güzel bir misâlidir. Bu mübârek sahâbî şöyle anlatıyor:
Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna varmıştım. Bana hitâb ederek:
“–İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?” buyurdu. Ben de:
“–Evet, yâ Rasûlâllah!” dedim. O zaman şöyle buyurdu:
“–Kalbine danış! İyilik, sana uygun gelen ve yapılmasını kalbinin tasdik ettiği şeydir. Günah ise içini tırmalayan ve başkaları sana yap diye nice defa fetvâ verse bile içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir.”[1]
Rasûl-i Ekrem Efendimiz, bu güzîde sahâbîsine, iyinin, güzelin, hak ve hayrın ne olduğunu kalbine danışarak öğrenmesini tavsiye buyuruyor. Dolayısıyla, günah ve ihtiraslarla zedelenmemiş temiz bir kalbin, iyiyi kötüden ayırt edebileceğini beyân ediyor. Zira selîm bir kalp, hakîkatin şaşmaz pusulasıdır. Onun sâfiyetine halel getirip hastalanmasına sebebiyet veren şeyler ise, gaflet, nefsânî ihtiraslar ve günahlardır.
Kalp Nasıl Kararır?
Hadîs-i şerîfte Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyor:
“Mü’min, bir günah işlediği zaman kalbinde siyah bir nokta meydana gelir. Eğer o günâhı hemen terk edip tevbe ve istiğfâr ederse kalbi cilâlanır, eski parlaklığına kavuşur. Böyle yapmaz da günah işlemeye devâm ederse, siyah noktalar gittikçe çoğalır ve neticede kalbini büsbütün kaplar. İşte Hak Teâlâ’nın:
«Hayır, doğrusu onların işleyip kazandıkları (kötü) şeyler sebebiyle, kalplerinin üzeri pas tutmuştur.»[2] diye beyân ettiği hâl budur.” (Tirmizî, Tefsîr, 83; İbn-i Mâce, Zühd, 29; Ahmed, II, 297)
“Kalpler Altı Şeyden Dolayı Çürür ve Bozulur”
Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh- nasihatlerinde şöyle buyurur:
“Kalpler altı şeyden dolayı çürür ve bozulur:
- Tevbe ederim ümîdiyle günah işlemek.
- İlim öğrenip mûcibince amel etmemek.
- Hareket ve davranışlarda içten ve samimî (ihlâslı) olmamak.
- Allâh’ın verdiği nîmetlerden faydalanıp şükretmemek.
- Allâh’ın yarattıkları arasında paylaştırdığı rızka râzı olmamak.
- Ölüleri defnedip onlardan ibret almamak.”
Kalp, içinde bulunduğu ortamın tesiri altında kalır. Hayırlara ve güzelliklere muhâtap olursa güzel in’ikâslarla nurlanır. Bunun aksine, kötülük ve çirkinliklere mâruz kalırsa, kötülükler sirâyet edip onu karartır.
Hacer’ül Esved Taşı Neden Karardı?
Rivâyete göre Cennet’ten gelen ve İbrahim -aleyhisselâm- tarafından tavâfın başlangıcına alâmet olsun diye Kâbe’nin bir köşesine yerleştirilen meşhur “Hacer-i Esved” de, insanların günahlarının ve kasvet-i kalbinin menfî in’ikâsları neticesinde kararmıştır.[3] Mâlum olduğu üzere Hacer-i Esved, “siyah taş” mânâsına gelir. Hâlbuki bu taş, Cennet’ten çıktığı zaman sütten ve kardan daha ak idi. Fakat zamanla kendisine dokunan insanların günahları sebebiyle kararmıştır. Nitekim bu siyahlığın sadece Hacer-i Esved’in görünen kısmında bulunduğu, Kâbe duvarına gömülü kısmının ise hâlâ beyaz olduğuna dâir pek çok rivâyet vardır.[4]
Düşünmek gerekir ki insanların günahları, bir taşa bile bu derece tesir edip onu siyahlaştırabiliyorsa, tıpkı su gibi, bulunduğu ortamın şekline ve rengine bürünen kalbi ne kadar tesir altında bırakır?! O hâlde kalbin sâfiyet ve berraklığını muhâfaza için günah ve mâsiyetlerin menfî telkinlerinden son derece sakınmak îcâb eder.
Kalp, günah lekeleri tarafından iyice istîlâ edildiğinde gaflet ve kasvet karanlıklarına gömülür. Ayna üzerinde oluşan kirlerin ve lekelerin, zamanla görüntünün netliğini bozması gibi, günah kirleri de kalp gözünü köreltir; güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü ayırt etme vazifesinde kişiyi acze düşürür. Bir zaman gelir ki, kalbe hayat veren îman nûru da söner. Böyle bir sîne, artık içinde cenâze bulunan bir kabir çukurundan farksızdır. Mehmed Âkif’in dediği gibi:
Îmandır o cevher ki ilâhî ne büyüktür!
Îmansız olan paslı yürek sînede yüktür!..
Kalbin mânen ölümü neticesinde kişi, hayır ve şerri birbirinden tefrîk eden en mühim istîdâdını kaybetmiş olur. Artık rûha zehir saçan en büyük günahlar bile, ağırlığı hissedilmeden işlenebilir hâle gelir. Ömer bin Abdülazîz -rahmetullâhi aleyh-’in şu sözleri, bu hakîkati ne güzel ortaya koymaktadır:
“Haramlar bir ateştir. Ona ancak (kalbi) ölüler uzanır. Eğer el uzatanlar diri olsalardı, o ateşin acısını duyarlardı.”
İnsanoğlu, maddî ve fânî kayıplar karşısında gösterdiği teyakkuz ve endişeyi, gafleti sebebiyle mânevî ve ebedî kayıplar için gösterememektedir. En fecî gaflet, kişinin ölü bir kalbe sahip olmasına rağmen bunun ıztırâbını duymamasıdır.
Vehb bin Münebbih -rahmetullâhi aleyh-’in şu sözü çok mânidardır:
“İnsanlar ne kadar da tuhaf! Bedeni ölenlere ağlıyorlar da gönlü ölenlere ağlamıyorlar. Oysa asıl felâket, gönlün ölmesidir!”
İnsanlara Hayret Ediyorum
Namazı büyük bir vecd hâlinde îfâ etmeye gayret eden Fadl bin Abbâs -radıyallâhu anh- da şöyle der:
“Doğrusu şu insanlara hayret ediyorum; bir çocuğum öldüğünde binlercesi gelip başsağlığı diliyor da, meselâ bir vakit cemaatle namazı kaçırdığım için kimse gelip bana tâziyede bulunmuyor, teessürlerini bildirmiyor. Yeminle söylüyorum, bir vakit cemaatte bulunmamam, benim için, yetişmiş, âlim ve sâlih bir çocuğumun ölümünden çok daha büyük bir musîbettir.”
İşte bu hakîkati en zirve seviyede idrâk hâlinde olan Hak dostları, dünyevî ve fânî kayıplardan ziyâde, dâimâ uhrevî ve ebedî hayatı ilgilendiren mânevî kayıplara karşı teyakkuz hâlinde olmayı telkin etmişlerdir.
Hak dostlarının gönüllerinden taşıp fem-i muhsinlerinden dökülen öğütler, -nasîbi olanlar için- kalp aynası üzerinde biriken kiri-pası silip ona aslî berraklık ve nûrâniyetini tekrar kazandıran feyizli nefeslerdir. Velîlerin bu rûhâniyet ve rahmet nefhasından ancak kahr-ı ilâhî ile mühürlenmiş nasipsiz kalpler mahrum kalırlar. Zira böyle bir felâkete dûçâr olanlara -değil evliyâullâh- peygamberler bile nasihat etseler kâr etmez. Kalpleri günah kirleriyle tamamen kararıp mânevî idrâk melekeleri dumûra uğramış olduğundan, artık hakîkati kavrayamazlar.
Kararmış Kalplerin Alametleri
Ebû Türâb en-Nahşebî -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyuruyor:
“Kararmış bir kalbin üç alâmeti vardır:
- Kişinin günahlardan ürperti duymaması.
- İtaat ve ibadetlerin gönle lezzet vermemesi.
- Nasihatlerin tesir etmemesi.”
Gönül dünyamızın bu duruma düşmemesi için, Rabbimiz’in lûtfettiği hidâyet rehberleri olan ilâhî kitapları, peygamberleri ve peygamber vârisi Hak dostlarının kalpleri ihyâ eden feyizli irşadlarını baş tâcı etmemiz îcâb eder.
Hazret-i Mevlânâ -rahmetullâhi aleyh- buyurur:
“Sâlih ve sâdıklardan uzakta kalıp dünyaya bağlanan ve nefsine râm olan kişi, âleme sultan da olsa, hakîkatte ölüdür.”
Ebû Ümâme -radıyallâhu anh-’ın rivâyetine göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Lokman Hakîm, oğluna dedi ki: «Âlimlerin (ve âriflerin) meclislerinde bulun! Hikmet ehlinin sözlerini dinle! Çünkü Allah Teâlâ, ölü toprağı yağdırdığı bol yağmurla dirilttiği gibi, ölü kalbi de hikmet nûruyla diriltir.»” (Heysemî, I, 125)
Kalbin Manevi Tedavisi
Kalbin mânevî sıhhatini muhâfaza etmek veya hasta bir kalbi iyileştirmek için yapılması gereken faaliyeti, kalbi yaratan Mevlâ’mız şöyle bildirmiştir:
“…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Vücut mülkünün sultânı mevkiinde olan kalp, zikrullâh ile ihyâ olup hakkı bâtıldan ayırt edebilecek bir nûra kavuştuğunda, emri altındaki bütün uzuvlara isâbetli emirler verir. Neticede Hakk’ın râzı olduğu bir kulluk kıvâmına erişilir.
Zikrullâhın hayâtî ehemmiyetini en iyi şekilde müdrik olan mürşid-i kâmiller, gönüllerin her fırsatta, hattâ dâimî olarak Allâh’ın zikriyle meşgul olması gerektiğini telkin ederler. Yahyâ bin Muâz -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurur:
“Allâh’ın zikriyle gönüllerinizi yenileyiniz, çünkü gönüller çabuk gaflete düşerler.”
Hakîkaten, kalben Hakk’a vuslatın en kestirme yolu olan aşkullâh ve muhabbetullâha erişebilmek için evvelâ gönlün mâsivâdan arınıp Allâh’ın zikriyle mücellâ hâle getirilmesi îcâb eder ki o gönül, hakîkatin ve sırların aynası olabilsin.
Allah’ın Sevenlerine Vaadi
Fudayl bin Iyâz -rahmetullâhi aleyh- buyurur ki:
“Allah Teâlâ geceleyin tecellî buyurduğunda şöyle seslenirmiş:
«Gündüzleri Ben’i sevdiklerini iddiâ edenler nerede? Her âşık, sevgilisi ile başbaşa kalmayı sevmez mi? İşte Ben, şu anda huzur makâmında Ben’imle konuşan, müşâhede makâmında Bana hitâb eden dostlarıma nigehbânım (nazar etmekteyim). Yarın Cennet’imde onların gözlerini aydınlatacağım.»”
Rivâyete göre Allah Teâlâ, Dâvud -aleyhisselâm-’a şöyle vahyetmiştir:
“Ey Dâvud! Gece karanlığı bastırdığında uyuyup Ben’i anmayan, Ben’i sevme dâvâsında yalancıdır.”
İhlâs, samimiyet, aşk ve vecd içinde bir kulluk hayatı yaşayabilmek için gecelerin feyzinden istifâde edebilmek şarttır.
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın, vefâtı sırasında Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a verdiği nasihatlerden biri şöyledir:
“…Ey Ömer! İyi belle! Allah Teâlâ’nın gece yapılmasını istediği birtakım vazifeler vardır, bunların gündüz yapılması muvâfık olmaz! Gündüz yapılması gereken işler de vardır ki, bunlar da gece yapılırsa sıhhatli olmaz…”
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın, Mısır’a vâli tâyin ettiği Mâlik bin Hâris’e yazdığı emirnâmede geçen şu cümleler ne kadar mânidârdır:
“Her ne kadar temiz bir niyetle ve insanların faydası için yaptığın bütün çalışmalar Allah rızâsı içinse de, sen yine de vakitlerinin en hayırlısını Allah ile kendi arandaki işler için ayır! Sırf Allah rızâsı için edâ edeceğin ibadetlerin en mühimi de Allâh’ın zâtına mahsus olan farzlardır. Gecende ve gündüzünde, bedenindeki Allâh’a âit kulluk hissesini ayır ve seni Yüce Rabbine yaklaştıran bu ibadetleri her ne pahasına olursa olsun eksiksiz yerine getir!..”
Geceleri sabahlara kadar ibadetle meşgul olan Bişr-i Hâfî Hazretleri’ne:
“–Geceleyin belli bir süre istirahat edemez misin?” dediklerinde o Hak âşığı büyük velî, şu hikmetli mukâbelede bulunur:
“–Hak Teâlâ, geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışladığı hâlde Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geceleri ayakları şişip mübârek ayaklarından kan damlayıncaya kadar namaz kılmışken; Hak Teâlâ’nın bir tek günâhımı dahî bağışladığını bilmeyen ben, nasıl uyuyabilirim?”
Gönüller sultânı Hazret-i Mevlânâ da şöyle buyurur:
“Ey Hak âşığı! Geceleri az uyuyanlardan, seher vakitleri günahlarının bağışlanmasını isteyenlerden ol!
Bâri ana rahmindeki çocuk gibi azıcık kımılda da, sana nûrânî duygular lûtfedilsin. Ana rahmine benzeyen, şu sıkıntılı, kasvetli, kederlerle dolu dünyadan dışarı çıkarsan, yeryüzünden daha geniş, daha ferah bir âleme çıkmış olursun.
Hoşa gitmez bir renkte olan gecede nice güzellikler vardır. Âb-ı hayat, karanlıkla dost olmuş, onun içine gizlenmiştir.
Sen bana kendi mânevî güçsüzlüğünle bakma; gece, sana gecedir, ama aynı gece, bana kuşluk vaktidir.
Gecenin hakîkatini görebilen, uykuyu istemez, uykudan kaçar. Birçok nurlu gönüller, sayısız tertemiz canlar, geceyi ihyâ ederler; uyumaz, kulluk ederler. Allâh’a yalvarıp yakarırlar.
Gece, gayb dilberinin, mânâ güzelinin duvağıdır.
Gündüz nasıl olur da geceye eş olabilir? Senin nazarında gece, simsiyah bir tenceredir. Çünkü sen gece helvasından tatmadın, gecenin hakîkatini, ne olduğunu anlamadın…”
Hazret-i Mevlânâ, gecelerde yaşadığı aşk ve vecdi Dîvân-ı Kebîr’inde de şöyle dile getirir:
Sâkî! Kadehi, aşk-ı ilâhî ile doldur!
Mestâneye ekmek sözü etmekten uzak dur!
Sun kevseri, kansın suya hep teşne gönüller,
Deryâda yüzen canlı, sudan başka ne ister?!
Doldur o şerâbdan, yine doldur, yine bir sun!
Dursun gece ey dost, onu durdur, ne olursun!
Vur uykumu zincirlere vur, geçmesin anlar.
Varmaz gecenin farkına, varmaz uyuyanlar![5]
Geceler ve bilhassa seher vakitleri, Hakk’a yakınlaşmanın müstesnâ fırsatlarıdır. Bu vakitleri büyük bir nîmet bilmek gerekir. Bu nîmetten mahrûmiyetin başlıca sebebi ise günahların kalbî hassâsiyeti köreltip insanı gaflete sürüklemesidir.
Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh- buyuruyor ki:
“Kişinin gece ibadetine kalkmamasının tek sebebi, işlediği bir günahtır. O hâlde her akşam nefsinizi sorgulayıp kendinizi denetleyiniz. Gece ibadetine kalkmak için Rabbinize tevbe ediniz. Gece ibadetine kalkmak, ancak günahları altında ezilen kişiye ağır gelir.”
Gece İbadetine Nasıl Kalkabilirim?
Gecelerin mânevî feyzinden lâyıkıyla istifâde için gündüzleri mâsiyetten sakınmak ve seher vaktinin feyzini bütün güne taşımak îcâb eder. Nitekim, adamın biri İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne:
“–Gece ibadetine kalkamıyorum, bana bir çâre öğret.” deyince İbrahim bin Edhem Hazretleri, ona şu cevâbı verir:
“–Gündüzleyin Allâh’a isyân etme; geceleri O seni huzûrunda durdurur, geceleyin O’nun huzûrunda bulunmak, pek yüce bir şereftir. Günahkârlar bu şerefi hak edemezler!”
Gece ve gündüzlerin ibadetlerle ihyâ edilmesinin yanısıra, bu ibadetlerin kalbî bir rikkat ve hassâsiyet ile îfâ edilmesi de son derece mühimdir. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh- buyurur:
“Tefekkür ile kılınan iki rekât namaz, Rabbinden gaflete düşmüş bir gönülle bütün bir geceyi ibadetle geçirmekten daha hayırlıdır.”
Bir Saat Tefekkür
Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- da şöyle buyuruyor:
“Bir saat tefekkür; kırk gece nâfile ibadetten üstündür.”[6]
Görüldüğü üzere, ibadetler ancak mânevî teyakkuz, huşû ve tefekkür ile îfâ edildiğinde kıymet kazanır. Ashâb-ı kirâmın ve onları güzelce tâkib eden sâlih mü’minlerin en mühim hasleti de bu kalbî kıvâma sahip olmalarıdır. Nitekim Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-, dostlarına şöyle derdi:
“Siz, ashâbdan daha çok namaz kılıyor ve cihâd ediyorsunuz. Ama onlar dünyaya karşı sizden daha zâhid, âhirete karşı sizden daha rağbetli idi.”
Kur’ân Okuyanların Yüzündeki Değişim
Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh- buyuruyor ki:
“Seleften biri, geceleyin Kur’ân okuduğunda sabahleyin kendisini görenler sararıp solmasına, hâlsizliğine, bitkinliğine bakarak gecesini ibadetle geçirdiğini onun yüzünden anlarlardı.
Oysa bugün herhangi biri geceleyin Kur’ân’ı baştan sonuna değin okuyor ama sabahleyin kalktığında, sırtına hırkasını çekip uyumuş gibi yüzünde hiçbir değişiklik görülmüyor.”
İşte Hakk’ın sevgili kullarını mümtaz kılan husûsiyet, ibadetleri kalbî bir rikkat ve hassâsiyet ile îfâ etmeleridir. İbadetleri Hak katında makbûl kılan da ihlâs ve takvâdır. Yani Allâh’ın emir ve nehiylerine karşı büyük bir samîmiyet, hürmet ve hassâsiyet ile boyun bükerek rızâ-yı ilâhî istikâmetinde dosdoğru yürümektir.
Dipnotlar:
[1] Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, İstanbul 1992, IV, 227-228. [2] el-Mutaffifîn, 14. [3] Bkz. Tirmizî, Hac, 49/877; Ahmed, I, 307. [4] Bkz. Said Bektaş, Fadlu’l-Haceri’l-Esved ve Makâmi İbrâhîm, Beyrut 1420, s. 36-38; Dr. Muhammed İlyas Abdülğanî, Târîhu Mekkete’l-Mükerrameti Kadîmen ve Hadîsen, el-Medînetü’l-Münevvere 2001, s. 43. [5] Dîvân-ı Kebîr’den nazmen dilimize çeviren: Emin Işık. (Marmara Ü. İlâhiyat Fak. Emekli Öğretim Üyesi). [6] Bkz. Deylemî, el-Firdevs bi-Me’sûri’l-Hitâb, Beyrut 1986, II, 70-71, no: 2397, 2400.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Saadet Damlaları, Erkam Yayınları
YORUMLAR