Kalbe Erişen Bilgi İrfana Dönüşür
Sadece bilgi veren değil, insanların gönül dünyasına muhabbet ve samimiyet tohumları eken, ilgi uyandıran, ufuk açan; fıtrata, akl-ı selîme ve îmâna çağıran, usûl ve erkân öğreten önderler olması dini sohbet veren kişilerin özelliği olmalı. Zira kalbe erişmeyen bilgi, irfâna dönüşmez.
İlmin zâhirî kısmında takılıp kalmak doğru değildir. Onu kalben de hazmedip irfâna dönüştürmek îcâb eder. Cenâb-ı Hak, kulundan nefs-i mutmainne, kalb-i selîm ve kalb-i münîb istemektedir.[1] Bunun için de gönülleri ilâhî hakikatlerle tezyîn edecek ilim ve irfâna ihtiyaç vardır.
Zira ilim ve irfân olmadan, hayatın imtihan tecellîlerini doğru anlamak ve onlara gereken karşılıkları verebilmek mümkün olmaz. Nefsânî yaldızlarla süslü tuzaklardan korunabilmek için nefsi terbiye edecek hikmet ve hakîkatlere ihtiyaç vardır. Zira terbiye edilmemiş nefsin özünde dâimâ süfliyâta meyil vardır. Bu yönüyle nefs, aç bir kediye benzer. Bir kedinin önüne kebap koysanız, hemen onu iştahla yemeye başlar. Fakat karşıdan bir fare geçiverdiğinde, önündeki o leziz kebapları bir kenara bırakıp huyu gereği hemen farenin peşine düşer.
İLAHİ ÖLÇÜLERDEKİ TERBİYE
İşte Allah ve Rasûlü’nün saâdet ve huzur verici tâlimatlarının dışına çıkarak nefsânî arzuların peşinde perişan olanların misâli de buna benzer. Böyleleri helâl varken harâma meyleder, nikâh varken zinâya koşar, helâl kazanç varken ihtirâsa kapılıp fâize bulaşırlar… Hâsılı şer’î hudutların dışına çıkarak nefsin oyuncağı hâline gelirler.
Mîrâc esnâsında Cebrâîl ile Rasûlullah azap içinde bir grup insan görmüşlerdi. Önlerinde, güzelce pişmiş leziz et yemekleri ile çiğ ve kokuşmuş leşler vardı. Fakat onlar, o güzelim yemekleri bırakıp pis ve kokuşmuş leşleri yiyorlardı. Allah Rasûlü, bunların kim olduğunu sorduğunda Cebrâîl şu cevabı verdi:
“–Onlar ümmetinden helâl hanımını bırakıp da harâm olan kadına giden erkeklerle, kocasını bırakıp haram olan erkeklere giden kadınlardır.” (Heysemî, I, 67, 68)
İşte insan, ilâhî ölçülerle terbiye edilmediği takdirde, nefs kedisi, rastladığı bir fareye gönlünü kaptırıverir ve onun peşinde helâk olup gider. Firavun ve Nemrud’un hayatlarına bakıldığında hep küçücük bir fare hükmündeki hevesler uğruna nice zulüm ve katliamlar yaptıkları görülecektir.
Bu yüzden insanlara hakkı ve hayrı anlatacak bir sohbetçide de evvelâ bu gibi nefsânî tuzaklara karşı dirâyetle karşı koyabilecek ilmî ve irfânî alt yapı şarttır.
GÜZEL AHLAK VE MANEVİ OLGUNLUK
Öte yandan, sohbetlerde rûhun gıdası eksik verilirse, tedâvi olacağı yerde kişinin mânevî hastalıkları daha da artabilir. Bu sebeple rahmetli pederim Mûsâ Efendi, sohbet vekâleti verilecek kişide dirâyet, güzel ahlâk ve mânevî olgunluk şartı arardı. Birisinin zâhirî bilgisi fazla diye hemen ona sohbet vazifesi verilmesini doğru bulmazdı. Zira sohbette asıl istifâde, satırdan ziyâde sadırdandır. Yani gönülden gönüle bir alışverişin neticesidir. Gönüller sohbette okunan ya da ifâde edilenlerden ziyâde, oraya inen ilâhî rahmet, feyz ve sekînetten beslenirler. Mûsâ Efendi Hazretleri, bu inceliğe dikkat edilmediği takdirde, sohbetin feyz ve rûhâniyetinin kalmayacağına işâret ederlerdi.
O hâlde sohbet eden kişi, keyfiyetli bir hizmet sunabilmek için, kendi gelişimini hiçbir zaman ihmâl etmemelidir. Maddî ve mânevî hâlini ikmâl etmeye gayret göstermelidir. Sürekli bir olgunlaşma gayreti, onun fârik vasfı olmalıdır. Kendisinde bilgi ve mâneviyat, âhenkli ve dengeli bir bütün teşkil etmelidir. Herhangi bir hâdise ile karşılaştığında hemen Peygamber Efendimiz’i tahayyül etmeli, her hâlükârda O’nun hâli ile hâllenmenin gayreti içinde olmalıdır. Aksi takdirde sohbetçi, kendisine emânet edilen insanların zamanını israf etmiş olur.
Bu sebeple, bir sohbetçinin ilgi alanı asla branşı veya zâhirî bilgisiyle sınırlı kalmamalıdır. Onun ilgi alanı, Kur’ân-ı Kerîm, hadîs-i şerîfler, Hak dostları ve muazzam bir kitap gibi önümüzde açılmış bulunan kâinatta sergilenen ilâhî hikmet tecellîleri olmalıdır.
[1] Bkz. el-Fecr, 27; eş-Şuarâ, 89; Kāf, 33.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Sohbet ve Adabı, Erkam Yayınları