Kalbî Beraberlik: Râbıta

Tasavvuf

Peygamber (sav.) Efendimiz ile ashabı arasındaki manevi bağa (rabıtaya) örnekler...

Râbıta, muhabbeti dâimâ canlı tutmaktan ibârettir. Esâsen kâinatta râbıtasız hiçbir insan yoktur. Herkes birileriyle mutlakâ kalben irtibat hâlindedir.

KALBÎ BERABERLİK: RÂBITA…

Bir anne-babanın evlâdına, evlâdın anne-babasına, eşlerin birbirlerine, bir gencin sevip kendisine örnek aldığı bir şahsa da, böyle bir kalbî bağı vardır. Yani dünyevî ve fânî şeylerde bile, böylesine tabiî bir muhabbet bağı mevcutken, mâneviyatta bu bağın olmaması düşünülemez.

Tasavvufî mânâdaki râbıtanın en güzel misâli, ashâb-ı kirâm ile Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- arasındaki muhabbet bağıdır.

Ashâb-ı kirâmın Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼle olan kalbî irtibatları sâyesinde ruhlarında meydana gelen in‘ikâs ve insibağ, Efendimizʼin hâllerinin kendilerine transfer olmasıyla neticelendi. Bundan dolayıdır ki sahâbe-i kirâm, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e samimiyetle;

“Canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyebilmekten, büyük bir haz ve lezzet aldılar. Allah ve Rasûlü’nün yolunda her şeylerini fedâ etmeyi, canlarına minnet bildiler.

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfinin muhtevâsına girerek Efendimizʼin gıyâbında da Oʼnunla hâl beraberliği, fiil beraberliği, hissiyat ve fikriyat beraberliği içinde oldular. Bu kalbî beraberlik bereketiyle Cenâb-ı Hakkʼın müstesnâ lûtuflarına mazhar oldular.

Nitekim müşrikler tarafından tuzağa düşürülüp esir edilen Hubeyb -radıyallâhu anh-ʼın, Mekkeʼde şehîd edilmeden önce, bir tek arzusu vardı: O da Rasûlullah Efendimizʼe hürmet ve muhabbet dolu bir selâm gönderebilmek… Fakat kiminle gönderebilirdi ki?! Çâresiz, gözlerini semâya kaldırdı ve:

“–Allâh’ım! Burada selâmımı Rasûlʼüne ulaştıracak hiç kimse yok. O’na selâmımı Sen ulaştır!” diye ilticâ etti.

O sırada Medîne’de ashâbıyla beraber olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; “Onun üzerine de selâm olsun!” mânâsında; “Ve aleyhisselâm!” buyurdu. Bunu duyan ashâb hayretle:

“–Yâ Rasûlâllah! Kimin selâmına karşılık verdiniz?” diye sorunca:

“–Kardeşiniz Hubeyb’in selâmına. İşte Cibrîl, Hubeyb’in selâmını getirdi!” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Cihâd 170, Meğâzî 10, 28; Vâkıdî, I, 354-363)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekkeli müşriklerle yapılan Hudeybiye Antlaşması öncesinde de Hazret-i Osman’ı, elçi olarak Mekke’ye göndermişti. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, niyetlerinin umre yapıp dönmek olduğunu anlattıysa da müşrikler izin vermediler. Ayrıca onu göz hapsine alarak:

“–İstiyorsan bir tek sen Kâbe’yi tavâf edebilirsin!..” dediler.

Kendisini Allah ve Rasûlü’ne adamış olan o mübârek sahâbî ise, muhteşem bir sadâkat dersi vererek şöyle dedi:

“–Hazret-i Peygamber Kâbe’yi tavâf etmedikçe ben de edemem! Ben Beytullâh’ı ancak O’nun arkasında ziyaret ederim. Allah Rasûlü’nün kabûl edilmediği bir yerde ben de yokum...” (Ahmed, IV, 324)

Öte yandan, Hudeybiye’de bekleyen mü’minlere Hazret-i Osman’ın şehîd edildiği şâyiası ulaşınca, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, onun bu sadâkatine daha muhteşem bir sadâkatle karşılık vererek, gerekirse müşriklerle harbetmek üzere ashâbından bey’at aldı. Sonra, bir elini diğer elinin üzerine koyup:

“Allâh’ım, bu bey’at da Osman içindir. Şüphesiz o, Sen’in ve Rasûl’ünün hizmetindedir.”[1] buyurarak ona olan îtimâdını izhâr etti.

İşte ashâbın, Allah Rasûlüʼnün gıyâbında da sahip olduğu kalbî beraberlik duygusu böyleydi. Âdeta farklı bedenlerde, aynı yürekle yaşıyorlardı.

Râbıta mevzuunda sahâbe içindeki en zirve misâl ise, şüphesiz ki Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-ʼın Peygamber Efendimizʼle olan kalbî irtibâtıdır.

Hazret-i Sıddîk, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe öyle derin bir muhabbetle bağlıydı ki, Oʼnun bir tebessümüne dünyaları vermeye râzı hâle gelmişti. Oʼnun yolunda her şeyini fedâ etme arzusu içindeydi. Hattâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir defasında bu cömert arkadaşını taltif ederek;

“Ebû Bekir’in malından istifâde ettiğim kadar, başka hiç kimsenin malından faydalanmadım...” buyurmuştu.

Bütün varlığını Allah Rasûlü’ne fedâ eden o sadâkat timsâli sahâbî ise, bu sözden bile bir nevî ayrı görülme mânâsı sezerek nemli gözlerle;

“–Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlâllah?!” dedi. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11)

Böylece kendisini bütün varlığıyla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e adadığını ve O’na cân u gönülden râm olduğunu ifâde etti. Çünkü onun gönlü, artık Allah Rasûlü’nün kalp âlemini yansıtan berrak bir ayna hâline gelmişti. Bu sayede nebevî esrârın en yakın mahremi olmuştu. Fahr-i Kâinât Efendimiz’e âit her şey, onun kalbinde çok derin bir mânâ kazanmıştı. Öyle ki Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Allâh’ın âyetlerini, Rasûlullah Efendimiz’in hadîs-i şerîflerini ve hâdiselerin hikmetini idrâk etme hususunda, ashâbın en önde geleni oldu. Hiç kimsenin kavrayamadığı nice nebevî nükteleri, üstün bir firâset ve basîretle sezdi. Nitekim Vedâ Haccı’nda:

“…Bugün size dîninizi ikmâl ettim; üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve sizin için dîn olarak İslâm’ı seçtim...” (el-Mâide, 3) âyeti nâzil olmuştu. Herkes, dînin tamamlanmış olmasına sevindi. Fakat Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- bundan, Allah Teâlâ’nın pek yakında Sevgili Rasûlü’nü ebedî âleme dâvet buyuracağı hakîkatini sezdi. Gönlüne düşen ayrılık ateşinin ıztırâbıyla hüzne gark oldu.

Onun bu ince kavrayışını gösteren misallerden bir diğeri de şudur:

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- son günlerinde, hastalığının ağırlığı sebebiyle mescide çıkamamıştı. Cemaate namaz kıldırması için de Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ı imam tâyin etmişti. Fakat bir ara kendisini iyi hissederek mescide çıktı. Ashâb-ı kirâma bâzı nasihatlerde bulunduktan sonra şöyle buyurdu:

“−Şânı yüce olan Allah, bir kulunu, dünya ile kendi katındaki nîmetler arasında serbest bıraktı. O kul da Allah katındakini tercih etti!..”

Bu sözler üzerine Hazret-i Ebû Bekir’in hassas ve rakik kalbi mahzunlaştı, ardından da sıcak gözyaşları dökmeye başladı. Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kendilerine bir nevî vedâ hitâbında bulunduğunu hissetmişti. Ayrılıktan inleyen bir ney gibi feryâda başladı. Hıçkıra hıçkıra:

“–Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Sana babalarımızı, analarımızı, canlarımızı, mallarımızı ve evlâtlarımızı fedâ ederiz!..” dedi. (Ahmed, III, 91)

Cemaat içinde O’ndan başka hiç kimse, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in derin hissiyâtını ve dünyaya vedâ hâlinde olduğunu kavrayamamıştı. Hattâ ashâb, Hazret-i Ebû Bekir’in ağlamasına bir mânâ verememiş, büyük bir hayretle birbirlerine:

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Rabbine kavuşmayı tercih eden sâlih kişiden bahsederken şu ihtiyarın ağlaması, doğrusu şaşılacak şey!” dediler. (Buhârî, Salât, 80)

Çünkü dünya veya Allah katındakileri tercih hususunda serbest bırakılan sâlih kulun, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğunu, akıllarına bile getirmemişler ve Hazret-i Ebû Bekir’in sezdiği gerçeği sezememişlerdi.

Bu esnâda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hem Hazret-i Ebû Bekir’in mahzun gönlünü tesellî, hem de ashâbına onun değerini beyan etmek için, sözlerine şöyle devam etti:

“Bize iyiliği dokunan herkese bunun karşılığını aynıyla veya fazlasıyla ödemişizdir. Ancak Ebû Bekir müstesnâ!.. Onun o kadar iyiliği olmuştur ki, karşılığını kıyâmet günü Allah verecektir.

Sohbetiyle olsun, malıyla olsun bana en fazla ikramda bulunan, Ebû Bekir’dir. Eğer ben, Rabbimden başkasını dost edinecek olsaydım, mutlakâ Ebû Bekir’i dost edinirdim. Fakat İslâm kardeşliği daha üstündür.”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dâr-ı bekāya irtihâlinden birkaç gün evvel de:

“Mescide açılan bütün (husûsî) kapılar kapansın, sadece Ebû Bekir’in kapısı açık kalsın![2] Zira ben, Ebû Bekir’in kapısının üzerinde nur görüyorum...”[3] buyurdular.

Böylece bütün kapılar kapatıldı, sadece Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın kapısı açık kaldı. İşârî mânâda bu demektir ki, Allah Rasûlü’ne mânevî yakınlık kapısı, O’na, Hazret-i Sıddîk misâli tam bir sadâkat, teslîmiyet, itaat, fedakârlık, dostluk ve muhabbetle açılabilir.

Velhâsıl gönüldeki muhabbeti taze tutmak demek olan râbıta; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ulaşan mürşid-i kâmiller silsilesiyle kalbî irtibâtı kuvvetlendirerek bu beraberlikten mânen istifâde etmeye çalışmaktır.

Dipnotlar:

[1] Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 7. [2] Buhârî, Ashâbu’n-Nebî 3, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Salât 80; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe 2; Tirmizî, Menâkıb 15. [3] İbn-i Sa‘d, II, 227; Ali el-Müttakî, Kenz, XII, 523/35686; İbn-i Asâkir, Târîhu Dımaşk, XXX, 250.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Müslümanın Kendisiyle İmtihanında Tasavvuf, Erkam Yayınları