Kalpler Ancak Allah'ı Anmakla Huzur Bulur
Mü’minin gönlü de kâmil bir îman muhabbetiyle dolduğunda, Rabb'inin ismi onda dâimî bir zikir hâline gelir. Zikir, onun için âdeta bir âb-ı hayat/can suyu olur. Nasıl ki bir balık, sudan ayrı yaşayamazsa, o da zikirsiz huzur bulamaz.
İnsan, muhabbet duyduğu varlığa râm olur. Onu her an gönlünün en mûtenâ yerinde taşır. Düşüncesi, hayâli, fikri ve zikri onunladır. Zâhiren ayrı olmak bile onun için fazla bir şey ifâde etmez. Zira rûhen dâimâ onunla beraber yaşar. Nitekim bu hakîkati beyan sadedinde; “Yanımdaki Yemen’de, Yemen’deki yanımda…” buyrulmuştur.
Meselâ çocuğuna aşırı muhabbet duyan bir kişi, her fırsatta çocuğundan bahsederek kendisini tatmin eder. Mesleğine çok düşkün biri de işiyle alâkalı mevzûları konuşmaktan haz duyar. Sevdiği şeyleri andıkça, onlara olan muhabbet ve düşkünlüğü daha da artar.
Nasıl ki balık susuz yaşayamazsa, bir müʼmin de zikirsiz huzur bulamaz. Zira: “…Kalpler ancak Allâhʼı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28)
Mü’minin gönlü de kâmil bir îman muhabbetiyle dolduğunda, Rabb'inin ismi onda dâimî bir zikir hâline gelir. Zikir, onun için âdeta bir âb-ı hayat/can suyu olur. Nasıl ki bir balık, sudan ayrı yaşayamazsa, o da zikirsiz huzur bulamaz. Onun nazarında zikir; yemek, içmek ve teneffüs etmek kadar vazgeçilmez bir ihtiyaçtır.
Nitekim Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhi ve sellem-:
“Allâh’ı zikreden kimseyle zikretmeyenin misâli, diri ile ölü gibidir.” buyurmuştur. (Buhârî, Deavât, 66)
RABB'İMİZİN İSMİ, GÖNLÜMÜZÜN VİRDİ
Dolayısıyla kalbî hayâtını îman muhabbetiyle diri tutan bir mü’min, bunun en tabiî bir tezâhürü olarak Rabb'inin ismini, gönlünün virdi edinir. Hak Teâlâ’nın azamet-i ilâhiyyesinden, sonsuz kudretinden, idrak ötesi mükemmellikteki hükümranlığından, ilâhî tanzim ve takdîrindeki hikmetlerinden söz etmek, onun rûhunda târifsiz bir zevk ve lezzet husûle getirir. Bu yüzden her hâlükârda Hakk’ı hatırlar, O’nun yâdıyla kalbini ve dilini mânen tatlandırır. Zira âyet-i kerîmede buyrulur:
“…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı anmakla huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28)
Zikrin feyz ve rûhâniyeti, tıpkı güneşten gelen ışık huzmelerini üzerinde toplayan bir mercek gibi altında bulunan çer-çöp hükmündeki bütün nefsânî arzuları yakıp kül eder.
Öyle ki bu durum ilerledikçe, mü’minin nazarında Hakk’ın zikrinden daha lezzetli bir şey kalmaz. Bu lezzet rûhunu sardıkça, kulun Hakk’a yakınlığı artar; Hakk’a yakınlığı arttıkça da zikre olan iştiyâkı çoğalır.
Ebû Said el-Harrâz Hazretleri, Hak dostlarının hâllerinden bahsettiği bir sohbetinde şöyle buyurmuştur:
“Cenâb-ı Hak, kullarından birinin başına velâyet tâcını giydireceği zaman, ona önce zikir kapısını açar. Kalbine zikretme tadını verir. Kul bu tadı aldıktan sonra ona, Zât’ına yakınlık kapısını açar. Onu ünsiyet, yakınlık ve ülfet makâmına oturtur. Bundan sonra tevhîd kürsüsüne çıkarır. İşte asıl olacaklar, bundan sonra olmaya başlar.”
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlakından, Erkam Yayınları.