Kamil İnsan Olmanın İlk Adımı
Eskiden pek çok dergâhın duvarını, mânevî mesaj ve îkazlar ihtivâ eden hüsn-i hat levhaları süslerdi. Bunlardan birinde de “hîç” yazardı. Kâmil insan olma yolundaki ilk adım; kişinin “hiç”liğini idrâk etmesidir. Kendisini hayırlara ulaştıracak, şerlerden koruyacak yegâne güç ve kudretin, Cenâb-ı Hakʼtan olduğunu bilmesidir.
Unutmayalım ki bu dünyaya sıfır sermaye ile geldik. Elimizdeki bütün nîmetler, Cenâb-ı Hakkʼın lûtfudur. Bu lûtuflar karşısında insanın aczini idrâk etmesi ve; “Ben kazandım, ben başardım…” demek yerine “Senʼin lûtfundur, Senʼin ihsânındır yâ Rabbi!” hissiyâtı içinde olması îcâb eder.
TASAVVUF'UN MÜCÂDELESİ HİÇLİK HÂLİNİ İDRAK ETMEKTİR
Tasavvufun mücâdelesi; iç âlemden, varlık, benlik, gurur ve kibri kazıyıp atarak “hiçlik” ve “yokluk” hâlini idrâk ettirmektir. Ârifler Sultânı Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, hâcegândan, yani ilim erbâbı hoca efendilerden idi. Buna rağmen, mânevî intisâbının ilk yıllarında, insanların gelip geçtiği yolları temizlemiş, hastalara, âcizlere, hattâ yaralı hayvanlara hizmet etmiştir. Bu şekilde, büyük bir tevâzû ve hiçliğe bürünmüştür. Nitekim Hâce Hazretleri’nin şu sözü de, onun bu hâlet-i rûhiyesine tercüman olmaktadır:
Âlem buğday ben saman,
Herkes yahşi ben yaman!
(Yani herkes iyi, kötü olan yalnız benim.)
HİÇLİK SIRRINA NASIL ULAŞILIR?
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de (v. 1827), kendisine ilimde “Şemsü ʼş-Şümûs”, yani “Güneşler Güneşi” denildiği bir zamanda, Abdullâh-ı Dehlevî Hazretleriʼnin (v. 1824) dergâhına gitmişti. Fakat Dehlevî Hazretleri onu karşılamaya bile çıkmadı. Üstelik o büyük âlimi dergâhının mihrâbında veya kürsüsünde vazifelendirmedi. Önce enâniyetin bertarâfı ve hiçliğin tahsili için, onu helâ temizliğiyle vazifelendirdi.
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri de (v. 1628) Bursa kadısı iken, Üftâde Hazretleriʼnin dergâhında hiçlik ve yokluğa erebilmek için, benzeri merhalelerden geçti. Süslü kaftanıyla Bursa sokaklarında ciğer sattı. Gurur, kibir ve enâniyeti bertaraf eden bu nevî merhaleler neticesinde, cihan pâdişahlarına istikâmet veren, büyük bir mürşid-i kâmil oldu. Şimdiye kadar sayısız kadı geldi geçti; fakat onlar içinde Hüdâyî Hazretleri, bu husûsiyeti sebebiyle 400 seneden beri gönüllerde yaşamaya devam ediyor.
Şüphesiz ki bütün tasavvufî usûl ve metodlarda olduğu gibi, nefsi terbiye hususundaki bu usûller de nebevî terbiyeye veya onun ashâb-ı kirâmdaki akislerine dayanmaktaydı. Şu hâdise, bunun ne güzel bir misâlidir:
HAZRET-İ ÖMER'İN ELBİSESİNDE 17 TÂNE YAMA VARDI
Ashâb-ı kirâmdan Zeyd bin Sâbit -radıyallahu anh- şöyle anlatır:
“Halîfe Hazret-i Ömer’in üzerinde bir elbise gördüm; on yedi tâne yaması vardı. Ağlayarak evime döndüm. Bir müddet sonra tekrar yola çıktım. Yine Hazret-i Ömer’le karşılaştım. Omzuna bir su kırbası koymuş, insanların arasından yürüyüp gidiyordu. Ona hayretle:
«‒Ey Mü’minlerin Emîri!» dedim. Bana:
«‒Sus, konuşma, bunun sebebini daha sonra sana söyleyeceğim!» buyurdu. Onunla birlikte yürüdüm. Yaşlı bir kadının evine girip suyu onun kaplarına boşalttı. Sonra birlikte Hazret-i Ömer’in evine döndük. Ona niçin böyle yaptığını sordum. Şöyle buyurdu:
«‒Sen gittikten sonra yanıma Rum ve Fars elçileri geldi. Bana; “‒Allah sana hayırlar, iyilikler versin ey Ömer! Bütün insanlar senin ilmin, fazîletin ve adâletin hususunda ittifak ettiler!” dediler. Onlar yanımdan çıkınca bana, kendimi beğenme duyguları geldi. Ben de hemen kalkıp nefsime o gördüğün şeyleri yaptım.»” (Muhibbu’t- Taberî, er-Riyâdu’n-Nadra, II, 380)
TASAVVUFTA HER ŞEY "HİÇLİK"TEN SONRA BAŞLAR
İşte tasavvufta da her şey, nefse haddini bildirerek “hiçlik” hâlini idrâk ettikten sonra başlar. Bu hassâsiyeti kazanan gönüllerden, müstesnâ faziletler zuhûr eder.
Bu hususta yine Hazret-i Ömer -radıyallahu anh-ʼın şu hâli, ne kadar ibretli bir misaldir:
İyâs bin Seleme -radıyallahu anh-, babasından şöyle nakleder:
“Hazret-i Ömer -radıyallahu anh- çarşıya uğradı. Elinde bir asâ vardı. Asâyı bana doğru sallayarak; «‒Ortada durma, müslümanların yolunu kapatma!» dedi. Asâ elbisemin ucuna dokundu. Bir sonraki sene tekrar karşılaşınca bana:
«‒Seleme, hacca gidecek misin?» diye sordu. Ben de:
«‒Evet.» deyince elimden tutup beni evine götürdü. Bana 600 dirhem verdi ve:
«‒Bunları hac yolunda kullanırsın. Şunu bil ki bunlar, sana salladığım asâya karşılıktır!» dedi. Ben:
«‒Ey Mü’minlerin Emîri, bahsettiğin asâ meselesini hatırlayamadım?» dedim. O da:
«‒Ben ise hiç unutamadım!» dedi. (Taberî, Târîh, IV, 224)
ALLAH DOSTLARINI ZİRVELEŞTİREN SIR
Ebûʼl-Hasan Harakānî Hazretleri buyurur:
“Yüce mertebelere ulaşan Hak dostları, ihlâsla yaptıkları amelleri yanında, nefislerini de tezkiye ettikleri için yükseliyorlar.”[1]
“Nasıl ki namaz ve oruç farzdır, îfâsı mecburîdir, aynı şekilde gönülden, kibri, hasedi ve hırsı bertarâf etmek de zarurîdir.”[2]
Hakîkaten bütün Allah dostlarını zirveleştiren sır; bu tevâzû, hiçlik ve yokluk hâlidir. Bunun içindir ki ârif zâtlar; “Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan!” buyurmuşlardır. Nefsin en zor terk edebildiği kötü huy ise; gurur, kibir ve enâniyettir.
KALBİNDE ZERRE KİBİR BULUNAN CENNETE GİREMEZ
İlk mutasavvıflardan Ebû Hâşim es-Sûfî:
“Kalpte yer etmiş bir kibri kazımak, dağları iğne ile kazmaktan daha zordur.” buyurmuştur. Fakat bu başarılmadıkça da, mânen tekâmül edebilmek ve dînin hedeflediği “kâmil insan” hâline gelebilmek mümkün değildir.
Nitekim bir hadîs-i şerîfte; “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennetʼe giremez.” buyrulmuştur. (Müslim, Îmân, 147)
Dipnot: 1) Attâr, Tezkire, s. 622. 2) Attâr, Tezkire, s. 629.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Müslümanın Kendisiyle İmtihanında Tasavvuf, Erkam Yayınları
YORUMLAR