Kanaat ve İstiğnâ ile İlgili Örnekler
Kanaat ve istiğnâ ne demek? Kanaat ve istiğnânın fazileti nedir? Kanaat ve istiğnâ ile ilgili örnekler.
Kanaat, Allâh’ın takdir ettiğine râzı olmak, kifâyet miktarıyla yetinmek, yâni ihtiyaçları asgarî ölçüde karşılayabilecek maddî imkânlarla iktifâ etmek ve başkalarının elindeki şeylere göz dikmemek sûretiyle ihtirâsı bertarâf etmektir.
Dünyâya imtihan için gelen insan, yaratılış maksadını unutarak ve rızık endişesine kapılarak bütün imkânlarını mal kazanmak için sarf etmemelidir. Cenâb-ı Hakk’ın kendisine ihsân ettiği mal ve imkânları âhiret sermayesi yapmaya gayret etmelidir. Çünkü Allah Teâlâ, bütün mahlûkâtın rızkını kendi uhdesine almış, kullarının kanaat ve istiğnâ sâhibi olmalarını arzu buyurmuştur. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Yeryüzündeki her canlının rızkını Allâh üstlenmiştir...” (Hûd, 6)
“Orada hem sizin için hem de rızıkları size âit olmayanlar için (gerekli) geçim vâsıtaları yarattık.” (el-Hicr, 20)
“Nice canlı var ki rızıklarını kendileri taşıyamaz (temin edemez). Ama onları da sizi de rızıklandıran Allah’tır. O her şeyi hakkıyla işitir ve bilir.” (el-Ankebût, 60)
“…Rızkı Allâh katında arayın!..” (el-Ankebût, 17)
“Şüphesiz bu, bizim verdiğimiz rızıktır, onun bitip tükeneceği yoktur.” (Sâd, 54)
Peygamber Efendimiz, kanaatkâr kimseleri şöyle medheder:
“Müslüman olan, kendisine yeteri kadar rızık verilen, Allâh’ın kendisine verdiği nîmete kanaat eden kimse, şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (Müslim, Zekât, 125)
Yine Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“Allâh’ım! Muhammed ehlinin rızkını, ihtiyaç miktarı kıl.” (Müslim, Zekât, 126) diye duâ ederdi.
Kanaatsız kimse zengin bile olsa, fakir ve muhtaçlardan daha fazla huzursuz ve sıkıntı içindedir. Zîrâ o, ne kadar mal kazansa da doymayacak, sürekli daha fazlasını isteyecektir. Kanaat yoksulu insanların bu hâlini, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle tasvîr eder:
“İnsanoğlunun bir vâdi dolusu altını olsa, bir vâdi daha ister. Onun gözünü topraktan başka bir şey doyurmaz. Fakat Allâh, tevbe edenin tevbesini kabûl eder.” (Buhârî, Rikàk, 10; Müslim, Zekât, 116-119)
Demek ki kanaatsizlik günâhından tevbe etmek lâzımdır. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, bu durumdaki kimselere şu tavsiyede bulunmuştur:
“Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana baktığı zaman, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin.” (Buhârî, Rikàk, 30)
Lokmân Hakîm de şu nasihatte bulunur:
“Yavrucuğum! Gönlünü kederlerle ve üzüntülerle meşgul etme! Aç gözlülükten sakın. Takdîre rızâ göster. Allâh tarafından sana verilene kanaat et ki, hayâtın güzelleşsin, gönlün sürurla dolsun ve hayattan zevk alasın.”
Lâkin kanaati yanlış anlayarak İslâm’ın, çalışmayı bırakıp tembel davranmayı ve insanlara muhtaç hâle düşmeyi tavsiye ettiği düşünülmemelidir. Kanaat, kalbî ve ahlâkî bir hâdisedir. Müslüman, helâlinden kazanarak mâlî ibâdetlerini îfâ etmeli ve muhtaçlara infakta bulunmalıdır.
İSTİĞNA NEDİR?
Kanaat gibi güzel hasletlerden biri de istiğnâdır. İstiğnâ; gözü tok, gönlü zengin olmak, Allâh’ın verdiğine kanaat edip insanlardan bir şey beklememek ve ihtiyâcını başkalarına arz etmemektir.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Cebrâîl bana geldi ve şöyle dedi: «Yâ Muhammed! İstediğin kadar yaşa, (sonunda) mutlakâ öleceksin! İstediğini sev, (sonunda) mutlakâ ayrılacaksın! İstediğin şeyle amel et, (sonunda) onun karşılığını elde edeceksin! İyi bil ki, mü’minin şerefi, geceleri kâim olmasında; izzeti ise, insanlardan müstağnî kalmasındadır!»” (Hâkim, IV, 360-361/7921)
İstiğnâ, ham hüviyetten kurtulup kemâle eren sâlih ve sâdıkların sâhip oldukları kalbî bir vasıftır. Gönül zenginliği ile eldekine kanaat ederek, daha fazlasına ve başkasının elindekine tenezzül etmemektir. Yine istiğnâ:
“Kanaat, bitmez-tükenmez bir hazinedir.” (Deylemî, III, 236/4699) hakîkati muktezâsınca, kalbin Hak Teâlâ ile yakınlık netîcesinde, mânen zenginleşerek huzûra ermesidir. Zîrâ istiğnâ ve kanaatle zenginleşen bir kalp, dünyevî endişe ve korkulardan selâmet bulur. Rûh, sonsuzluğu idrâk eder ve böylece mü’minde fânî hazların câzibesi son bulur. Allah Teâlâ onu, “el-Muğnî” ism-i şerîfi ile kendinden başka her şeyden müstağnî kılar.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:
“Kim ihtiyaç içine düşer de bunu insanlara açarsa, ihtiyacı kapanmaz. Kim de ihtiyacını Allâh’a arz ederse, Allâh’ın, hemen veya ileride o kimseye rızık vermesi umulur.” (Tirmizî, Zühd, 18/2326; Ebû Dâvûd, Zekât, 28/1645)
İstiğnâ, sâdece mal-mülk ve servete karşı değildir. Kulu Rabbinden gâfil kılan bütün varlık ve meşgûliyetlerden de kalben sakınmak îcâb eder.
KANAAT VE İSTİĞNA ÖRNEKLERİ
-
En güzel kanaat örneği
Kanaati en güzel şekilde yaşayan Allah Rasûlü, zaman zaman ashâbından, kimseden bir şey istememek üzere söz almıştır. Sevbân -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Bir defâsında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Kim bana, halktan hiçbir şey istemeyeceğine dâir söz verirse, ben de ona cenneti vaad ederim.» buyurdu. Bunun üzerine:
«–Ben söz veriyorum.» dedim.”
Hadîsi rivâyet eden sahâbî, Sevbân -radıyallâhu anh-’ın bu hâdiseden sonra hayâtı boyunca hiç kimseden bir şey istemediğini ifâde eder. (Ebû Dâvûd, Zekât, 27/1643)
Hadîs-i şerîfte, kullardan müstağnî kalabilmenin fazîleti ifâde edilmektedir. Mârûf-i Kerhî Hazretleri de, İslâm’ın özü ve rûhu olan tasavvufun kanaat ve istiğnâ husûsundaki büyük hassâsiyetine işâret ederek şöyle buyurmuştur:
“Tasavvuf, hakîkatleri almak ve insanların elinde olanlardan ümit kesmektir.”
-
Peygamberimizin kanaat ve istiğnâsı
Avf bin Mâlik -radıyallâhu anh-’ın anlattığı şu hâdise, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in kanaat ve istiğnâyı ashâbına ne ölçüde tâlim ettiğini göstermesi bakımından oldukça dikkat çekicidir:
“Biz, yedi-sekiz kişilik bir grup hâlinde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında oturuyorduk. Bize:
«–Allâh’ın Rasûlü’ne bey’at etmeyecek misiniz?» buyurdu. Oysa biz, yeni bey’at etmiştik. Bu sebeple:
«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Biz Sana zâten bey’at etmiştik!» dedik. Sonra tekrar:
«–Allâh’ın Rasûlü’ne bey’at etmeyecek misiniz?» buyurdu. Biz yine:
«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Biz Sana bey’at etmiştik!» dedik. Efendimiz tekrar:
«–Allâh’ın elçisine bey’at etmeyecek misiniz?» buyurdu. Bu defa bey’at için ellerimizi uzatarak:
«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Biz Sana daha önce bey’at etmiştik. Peki şimdi ne üzere bey’at edeceğiz?» dedik. Peygamber Efendimiz:
«–Allâh’a kulluk edip O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak, beş vakit namazı kılmak, itaat etmek ve -sesini alçaltarak- kimseden bir şey istememek üzere bey’at edeceksiniz!» buyurdu. Yemin ederim ki bu gruptan bâzılarını görürdüm; (at üzerindeyken) kamçısı yere düşerdi de, kimseden onu bile kendisine vermesini istemezdi.” (Müslim, Zekât, 108)
Allah Rasûlü’nün, sözünü üç defâ tekrarlaması ve konuşma esnâsında sesini alçaltması, tebliğ edeceği husûsun ehemmiyetine binâendi.
-
İnsanlardan hiçbir şey istemedi
Hazret-i Ebûbekir’in elinden yuları düştüğünde hemen devesini durdurur ve kendisi alırdı. Çevresindekiler:
“–Bize emretseydin, sana alıverirdik!” dediler.
Ebûbekir -radıyallâhu anh- ise şöyle cevap verdi:
“–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bana, insanlardan hiçbir şey istemememi emir buyurdu.” (Ahmed, I, 11)
-
Benim için bütün dünyâya bedel
Amr bin Tağlib -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ganimet malları -ya da esirler- getirilmişti. O, bunları kimine verip kimine vermemek sûretiyle dağıtmıştı. Fakat mal vermediği kişilerin ileri geri söylendikleri kendisine ulaşınca, Allâh’a hamd ü senâ ettikten sonra şöyle buyurdu:
“Allâh’a yemin ederim ki, ben kimilerine veriyor, kimilerine vermiyorum. Aslında mal vermediğim kimseler, verdiklerimden bence daha sevgilidir. Ben bâzı kimselerin kalbinde sabırsızlık ve tamahkârlık gördüğüm için veririm. Bâzı kimseleri de, Allâh’ın kalplerinde yarattığı kanaat ve hayırla baş başa bırakırım. Amr bin Tağlib de bunlardan biridir.”
Amr bin Tağlib der ki:
“Vallâhi Hazret-i Peygamber’in hakkımda söylediği bu söz, benim için bütün dünyâya bedeldir.” (Buhârî, Cum’a 29, Humus 19, Tevhîd 49)
-
Gâzilik bahşişini istemedi
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, arada sırada bana gâzilik bahşişi verirdi. Ben de kendisine:
«–Bunu benden daha fakir birine verseniz.» derdim. Allah Rasûlü de cevâben:
«–Sen bunu al! Göz dikmediğin ve istekli olmadığın hâlde sana gelen böylesi malı al. Kendine mâl et, istersen onunla tasaddukta bulun. Fakat böyle olmayan bir malın da peşine düşme!» tavsiyesinde bulunurdu.” (Buhârî, Zekât, 51)
-
Rızka en çok kanaat eden kul
Efendimiz’i ziyârete gelen Benî Tücîb heyeti, yurtlarına dönmek istediklerinde, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunlara, diğerlerine verilenden daha fazla ihsanda bulundu ve:
“–Sizden, hediye verilmeyen kimse kaldı mı?” diye sordu.
“–Evet, yaşça en küçüğümüz olan bir genci, binitlerimize bakmak üzere geride bırakmıştık.” dediler. Allah Rasûlü:
“–Onu da gönderiniz!” buyurdu. Onlar binitlerinin yanına dönünce, gence:
“–Rasûlullâh Efendimiz’in yanına git de hediyeni al! Biz aldık ve kendisine vedâ ettik.” dediler. Genç, Peygamber Efendimiz’in yanına gelince:
“–Yâ Rasûlâllah! Ben, Ebzâoğulları’ndan bir kimseyim. Biraz önce yanınıza gelen, dileklerini yerine getirdiğiniz cemaattenim. Benim talebimi de yerine getirir misiniz?” dedi. Habîb-i Ekrem Efendimiz:
“–Senin arzun nedir?” diye sordu. Genç:
“–Yâ Rasûlâllah! Benim dileğim, arkadaşlarımınki gibi değildir… Ben, Allâh’a beni mağfiretine mazhar kılması, rahmetiyle muâmele etmesi ve bir de kalbime zenginlik vermesi için duâ etmenizi istiyorum!” dedi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:
“Ey Allâh’ım! Onu affet ve rahmetinle muâmele eyle! Kalbine de zenginlik ver!” diye duâ ettikten sonra, ona da ötekiler gibi ihsanda bulunulmasını emir buyurdu.
Benî Tücîb heyeti yurtlarına döndüler. Bunlardan bir cemaat, hac mevsiminde Minâ’da Peygamber Efendimiz’le buluştu.
“–Biz Ebzâoğulları’yız.” dediler. Bir vefâ âbidesi olan Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Geçen sene sizinle birlikte bana gelen genç ne yapıyor?” diye sordu.
“–Yâ Rasûlâllah! Yüce Allâh’ın verdiği rızka ondan daha kanaatkârını görmedik. İnsanlar dünyâyı aralarında bölüşecek olsalar, o genç ona hiç iltifat etmez.” dediler. Bu sözleri sevinçle dinleyen Efendimiz, Allâh’a hamd etti ve o genç için hayır temennîlerinde bulundu.
Bu genç, davranışlarıyla kavmi arasında bir fazîlet timsâli oldu. Dünyâya değer vermeyen ve Allâh’ın kendisine verdiği rızka en çok kanaat eden bir kul olarak hayâtını devâm ettirdi. Peygamber Efendimiz’in vefâtı üzerine Yemen halkının İslâm’dan döndükleri sırada, onlara Allâh’ı ve İslâm’ı hatırlatmaktan geri durmadı. Onun sâyesinde kavminden bir tek kişi bile irtidâd etmedi, yâni İslâm’dan dönmedi. Daha sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh- o genci araştırdı, hâlini sordu ve o bölgedeki vâlisine bir mektup yazarak, ona hayırla muâmele etmesini tavsiye etti. (İbn-i Kayyım, III, 650-652; İbn-i Sa’d, I, 323)
-
Malın ve mülkün sana mübârek olsun
Mekke’den Medîne’ye hicret eden Muhâcirlerle Ensâr arasında gerçekleştirilen kardeşlik akdi, târihin bir benzerine daha şâhid olmadığı eşsiz bir tablo idi. Öyle ki Ensâr-ı Kirâm, âdeta mal beyânında bulunarak, bütün varlıklarını ortaya koyup Muhâcir kardeşleriyle eşit olarak bölüşmeyi göze alabilmişlerdi. Buna mukâbil gönülleri birer kanaat hazinesi hâline gelen o Muhâcirler de istiğnâ göstererek:
“–Malın ve mülkün sana mübârek olsun kardeşim, sen bana çarşının yolunu göster, yeter!” diyebilme olgunluğunu göstermişlerdi. (Buhârî, Büyû, 1)
-
Bir mü’min kardeşini meslek sâhibi yapmanın fazîleti
Bir gün Peygamber Efendimiz’in yanına, Medîneli Müslümanlardan fakir bir adam geldi ve yiyecek bir şeyler istedi.
Allah Rasûlü ona:
“–Senin evinde hiç eşyâ yok mu?” diye sordu.
Adam:
“–Var.” dedi. “Bir kısmıyla örtündüğümüz, bir kısmını yere serdiğimiz bir çul, bir de su kabımız var.”
Rasûl-i Ekrem:
“–Onları bana getir!” buyurdu. Adam çul ile su kabını getirdi. Peygamber Efendimiz onları eline aldı ve etrafındakilere:
“–Bunları kim satın almak ister?” diye sordu.
Sahâbîlerden biri, onlara bir dirhem vereceğini söyledi. Hazret-i Peygamber:
“–Artıran yok mu?” diye birkaç defa seslendi ve iki dirhem veren sahâbîye onları sattı. Parayı fakir sahâbîye uzatarak:
“–Bunun bir dirhemiyle âilene yiyecek al. Kalan parayla da bir balta satın alıp bana getir!” buyurdu.
Adamın getirdiği baltaya, Efendimiz kendi elleriyle bir sap taktı ve ona şunları söyledi:
“–Haydi şimdi git; bununla odun kes ve sat! On beş gün çalış; ondan sonra yanıma gel!”
Fakir adam on beş gün sonra Efendimiz’in yanına geldi. On dirhem kazanmış, bu parayla kendine ve âilesine elbise ve yiyecek almıştı.
Peygamber Efendimiz buna çok sevindi ve şunları söyledi:
“–Dilenciliğin, kıyâmet günü yüzünde bir leke gibi görünmesindense, böylesi senin için daha hayırlıdır...” (Ebû Dâvûd, Zekât, 26/1641; İbn-i Mâce, Ticârât, 25)
Müslüman, bir mü’min kardeşini meslek sâhibi yapmanın fazîletini idrâk etmelidir. Fakir müslümanlar da insanlara karşı müstağnî olup Allah Rasûlü’nün gösterdiği istikâmette bir gayretin içinde bulunmalıdırlar.
-
Açlık yüzünden karnına taş bağlayan insanlar
Ebû Saîd -radıyallâhu anh-, mâruz kaldığı açlık yüzünden karnına taş bağlayan sahâbîlerdendi. Vâlidesi ona:
“–Kalk, Rasûl-i Ekrem’e git, O’ndan bir şeyler iste. Falan adam Rasûl-i Ekrem’e gitmiş, O da onun imdâdına yetişmiş. Filân da gitmiş, o da nîmete nâil olmuş. Haydi sen de git, belki bir hayırla dönersin.” dedi.
Ebû Saîd -radıyallâhu anh- ise vâlidesine cevâben:
“–Hele dur bakalım, bir şeyler arayalım, bulamazsak öyle gidelim.” dedi. Fakat bütün aramaları ve gayretleri boşa çıktı. Bunun üzerine çâresiz, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gitmeye karar verdi. Allah Rasûlü’nün huzûruna girdiğinde, onu hutbe îrâd ederken buldu ve hutbeyi dinlemeye koyuldu. Allah Rasûlü hutbesinde şunları söylüyordu:
“İstiğnâ gösteren ve iffetini muhâfaza eden insanları, Cenâb-ı Hak bütün âlemden müstağnî kılar...”
Ebû Saîd -radıyallâhu anh-, bu sözü işittikten sonra, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den bir şey istemeye cesâret edemedi ve eli boş bir vaziyette evine döndü. Kendisi bundan sonraki hâlini şu şekilde anlatıyor:
“Rasûl-i Ekrem’den bir şey isteyemeden evime döndüğüm hâlde, Cenâb-ı Hak bize rızkımızı gönderdi, işimiz o kadar yoluna girdi ki, Ensâr içinde bizden daha zengin bir kimse yoktu.” (Bkz. Ahmed, III, 44)
İşte Razzâk olan, yâni rızkı ihsân ve taksîm eden Rabbimiz’i yakından tanıyabilmenin ehemmiyeti… O’na îtimâdımız, tevekkül ve teslîmiyetimiz ne kadar kuvvetli ise gönlümüz o kadar zengin ve huzur doludur.
-
Kanaatte kararlılık
Hakîm bin Hizâm -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e giderek bana ganimet mallarından bir miktar vermesini istedim, yüz deve verdi. Bir daha istedim, yine yüz deve verdi. Tekrar istedim, yüz deve daha verdi. Sonra:
“–Ey Hakîm! Gerçekten şu mal, çekici ve tatlıdır. Kim onu hırs göstermeksizin alırsa, o malda kendisine bereket verilir. Kim de ona göz dikerek hırs ile alırsa, o malın bereketi kalmaz. Böylesi, yiyip yiyip de bir türlü doymayan kimse gibidir. Veren el, alan elden daha hayırlıdır.” buyurdu.
Bunun üzerine ben:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Sen’i hak dîn ile gönderen Allâh’a yemin ederim ki, hayatta kaldığım müddetçe Sen’den başka kimseden bir şey kabûl etmeyeceğim.” dedim.
Hakîm -radıyallâhu anh-, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in verdiği ilk yüz deveyi aldı, gerisini bıraktı. Gün geldi, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ganimet malından hisse vermek için Hakîm’i çağırdı. Fakat Hakîm, onu almaktan kaçındı. Daha sonra Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- kendisini, bir şeyler vermek için dâvet etti. Hakîm -radıyallâhu anh- yine kabûl etmedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Ey Müslümanlar! Sizi Hakîm’e şâhit tutuyorum. Ben kendisine, şu ganimetten Allâh’ın ona ayırdığı hissesini veriyorum, fakat o almak istemiyor.” dedi. Netîce itibâriyle Hakîm, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından sonra, ölünceye kadar kimseden bir şey kabûl etmedi. (Buhârî, Vesâyâ, 9; Vâkıdî, III, 945)
Kanaatte kararlılık, kullardan müstağnî kalabilme ve Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’a muhabbetin müstesnâ bir misâli…
-
Zenginlik mi yoksa fakirlik mi üstündür?
Zühd ve takvâsıyla meşhur olan Ahmed bin Hanbel’e:
“–Zenginlik mi yoksa fakirlik mi üstündür?” diye sorulmuştu. Şöyle cevap verdi:
“–Pazara müdâvim ol (ticâret yap), halktan istiğnâ et. İnsanlara karşı müstağnî davranmak kadar büyük bir fazîlet bilmiyorum.”
-
Fakirliği bedel ödemeden mi sana verdiler?
İbrâhim bin Edhem, fakirlikten yakınan birini gördü ve ona:
“–Fakirliği bedel ödemeden mi sana verdiler ki, ondan yakınıyorsun?” dedi.
Adam şaşkınlıkla:
“–A efendi! Fakirliği de mi bedel ödeyerek alırlar?” diye sordu.
İbrâhim bin Edhem Hazretleri şöyle dedi:
“–Evet! Ben fakirliğin değerini görünce, onu satın almak için büyük bir memnûniyet ve rızâ ile Belh ülkesini verdim...”
Burada kastedilen husus, nefsin ihtirâsını kırıp kanaat zengini olabilmektir. Fukarâ-i sâbirîn ile ağniyâ-i şâkirîn, ilâhî rızâda beraberdirler. Lâyıkıyla sabredilen bir fakirliğin mânevî kıymetine paha biçilemez...
-
Servetin nedir?
Ebû Hâzim Hazretleri’ne:
“–Servetin nedir?” diye sorduklarında:
“–İki şeydir; biri Allah Teâlâ’dan râzı olmak, diğeri de insanlardan müstağnî kalmak.” demiştir.
“–Öyleyse fakirsin.” denilince de:
“–Yerler, gökler ve bunların arasındaki şeyler, Allah Teâlâ’nın mülkü iken ve ben de O’nun muhlis bir kulu iken nasıl fakir olurum!” cevâbını vermiştir.
Hakîkatte fakirlik, kalbin Hak’tan gâfil olmasıdır. Bir kalp, Cenâb-ı Hak ile beraberlik nîmetine sâhipse, dünyânın en zengini demektir. O’ndan uzak ise, en mahrûmudur.
-
Kanaat ve istiğnânın fazîleti
Kanaat ve istiğnânın fazîletini aksettiren şu kıssa ne kadar ibretlidir:
Bir iftar vakti, bir fırının kapısına, sîmâsı her gözün göremeyeceği bir asâlet taşıyan, güngörmüş bir zât gelmişti. Kalabalık dağıldıktan sonra fırıncıya:
“–Evlâdım, bugün nafakamı çıkaramadım. Ecel gelmezse yarın ödemek üzere bana bir çeyrek ekmek verir misiniz?” dedi.
Sesi titremiş, çehresi kızarmıştı. Fırıncı:
“–Ne demek baba; sana çeyrek değil bütün ekmek vereyim. Helâl olsun, paraya lüzum yok.” dediyse de, o garip şahıs:
“–Hayır yavrum, dörtte biri kâfî... Belki üç yoksul daha gelir. Hem ancak dörtte biri kadar yüzümü kızartabiliyorum. Fazlasına tahammül edemem. Dörtte birini almak için de şartım, yarın borcumu takdim etmektir.” dedi.
Fırıncı şaşkın bir şekilde çeyrek ekmeği verdi. Ekmeği öperek alan adamcağız, yavaş ve sessiz adımlarla oradan ayrıldı. İleride, köşe başında önüne bir köpek çıktı. Yalvaran gözleriyle açlığını anlatırcasına ihtiyara bakıyordu. Nur yüzlü mübârek; “Demek yarısı seninmiş!” diyerek, çeyrek ekmeğin yarısını köpeğe verdi. Ardından câmiye doğru yürüdü. Elinde kalan bir lokma ekmek ve birkaç yudum su ile iftar etti. Bu nîmetleri ihsân eden Allâh’a şükretti.
Ertesi gün bir dükkâncı:
“–Baba, şu karşıki çeşmeden kırbalarımızı doldur, sonra da yeni gelen şu eşyâları içeri taşı!” dedi ve bunun karşılığında ona bir lira verdi.
Garip adamcağız, hemen fırına koştu ve dörtte bir ekmeğin ücreti olan 25 kuruşu takdim etti. Fırıncı ne kadar almak istemediyse de o nur yüzlü zâtın ısrarlı ricâsı karşısında daha fazla direnemedi; gözleri dolu dolu bir hâlde ücreti kabûl etmek zorunda kaldı.
İşte kanaat ve istiğnâ âbidesi bir insan… Aynı zamanda bütün yoksulluğuna rağmen infâkı ve Allâh’ın mahlûkâtına şefkati elden bırakmayacak kadar cömert bir kul…
-
Asâlet ne mal iledir ne de yokluk ile
İstanbul’da bulunan Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfı’mızda şâhid olduğumuz kanaat ve istiğnâya dâir nice misallerden iki tânesi şöyledir:
Vakfımız, bir anne ve oğluna yardım ediyordu. Oğlu felçliydi, üniversiteyi bitirmişti. Bir gün bu anne geldi, vakfa teşekkür etti ve:
“–Bundan sonra yardım almayacağım, benden daha muhtaç olanlara verirsiniz. Çünkü oğlum vefât etti. Son aldığım parayla da çocuğumun cenâzesini kaldırdım. Artık benim bir tek kuru başım kaldı. Onu da nasıl olsa idâre ederim. Bana vereceğiniz parayı, bizim eski durumumuzda olan muhtaç bir âileye verirsiniz.” dedi.
Yine, beyi vefât etmiş, yetimleri ile kalmış, Hollandalı bir âileye de yardım ediliyordu. O da bir gün vakfımıza mektup yazdı:
“–Artık beyimin borçlarını ödedim. Onu kul hakkından kurtardım. Kendi emeğimle geçinecek durumdayım.” diyerek teşekkür ediyordu.
İşte, asâlet ne mal iledir ne de yokluk ile; asıl asâlet, kalpteki cevher iledir.
-
Müstağni davranmayın
Kul, insanlara karşı büyük bir istiğnâ içinde olmakla birlikte, Allah Teâlâ’dan gelen nîmetler husûsunda hiçbir zaman müstağnî davranmamalıdır. Bunu, şu hadîs-i şerîf ne güzel îzâh eder:
“Eyyûb -aleyhisselâm- elbisesini çıkarmış yıkanırken, üzerine bir yığın altın çekirge düştü. Hemen onları avuç avuç elbisesine doldurmaya başladı. Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle nidâ etti:
«–Ey Eyyûb! Ben seni bu gördüğün (dünyâlıktan) müstağnî kılmadım mı?» Hazret-i Eyyûb:
«–İzzetine yemin olsun ki, evet yâ Rabbi! Fakat Sen’den gelen berekete karşı benim müstağnîliğim yoktur.» diye mukâbele etti.” (Buhârî, Gusl, 20)
-
Allah’ım müstağni bırakarak beni fakirleştirme!
Hasan-ı Basrî -kuddise sirruh- Allah Teâlâ’ya şöyle niyâz ederdi:
“Allâh’ım! Beni Zât’ına muhtaç kılmak sûretiyle zenginleştir, Sen’den müstağnî bırakarak beni fakirleştirme!”[1]
ASIL ZENGİNLİK GÖNÜL ZENGİNLİĞİDİR
Velhâsıl, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, asıl zenginliğin, mal çokluğu ile değil, gönül tokluğu ile olduğunu belirtmiştir.[2] Buna göre herkes, kanaat ve istiğnâsı kadar zengindir. Kanaat ise hadîs-i şerîfte bildirildiği gibi, bitmez-tükenmez bir hazinedir.[3] Gerçek mü’minler de, bu zenginlik nîmetine sâhip olup infakta bulunan kimselerdir.
Dipnotlar:
[1] Bâkıllânî, Αcâzü’l-Kur’ân, Beyrut 1998, s. 107. [2] Ahmed, II, 389. [3] Beyhakî, Kitâbü’z-Zühd, Beyrut 1996, II, 88.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 1, Erkam Yayınları