Kâri ve Sufi Kimdir?
İman için söz de lâzımdır öz de; ruh da gereklidir, şekil de… Mühim olan, bunların birine takılıp diğerine bîgâne kalmamak. Peki kari nedir, ne anlama gelir? Sufi kimdir, kime denir? Gerçek tasavvuf ehli nasıl olunur?
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:
“(Dînin zâhirinde takılıp kalan gâfil) kārîlerle (okuyucularla) alâkayı kes, (dînin hakîkatine ermiş gerçek) sûfîlerle beraber ol!
«Kārî» kimdir, «sûfî» kimdir; bu sözden maksat nedir, denilecek olursa:
«Kārî» (okuyucu), sadece «isim»le meşgul olan; «sûfî» ise «müsemmâ» ile (ismin sahibiyle) meşgul olandır...”
Yani “okuyucu” dâimâ işin zarfında, kabuğunda ve sathında kalan; “sûfî” ise mazrûfa, öze ve hakîkate intikal edebilendir.
Dînin yalnızca zâhirî kısmına takılıp bâtın yönünü ihmâl edenler, onun özünü kavrayamaz, maksadını anlayamaz, ana gâyesini gözden kaçırmış olurlar. Bu şekilde, dîni sırf gâfil bir “okuyucu” gözlüğüyle seyredenler, onun beden ve kalp âhengi içinde yaşanmasıyla elde edilebilen “hâl ve ruh” cihetinden mahrum kalırlar.
GERÇEK TASAVVUF EHLİ
Bu yüzden gerçek tasavvuf ehli, ilâhî hakîkatleri sadece şeklen, zâhiren, aklen ve bedenen değil; mânen, kalben ve rûhen de kavrayıp hayatlarında fiilen tatbik etme gayreti içinde olurlar. Kalp ve beden âhengiyle ibadet eder, bu âhenkle Kurʼân okur, okuduklarını da bu âhenk içinde hâl ve davranışlarına müessir kılarlar. Her âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf, onların rûhunda ulvî bir derinlik meydana getirir.
Esâsen tasavvuf da dînin derûnî ciheti, özü ve kalbî derinliğidir. Bu yönüyle âdeta sütün içindeki laktoz gibidir. O çıkarıldığında, geriye kuru bir kāideler manzûmesi kalır. Dolayısıyla mutasavvıfların en çok üzerinde durdukları husus, ilâhî hükümleri kavrayıp yaşamaktaki asıl gâyeyi hiçbir zaman unutmamaktır.
DÖRT KİTABIN MANASI
Yûnus Emre Hazretleri bu hakîkate ne güzel işâret eder:
Dört kitabın mânâsı,
Bellidir bir elifte.
Sen elifi bilmezsin,
Bu nice okumaktır?
Yigirmi dokuz hece,
Okusan uçtan uca
Sen elif dersin hoca,
Mânâsı ne demektir?..
BÜTÜN BİLGİLERİN GAYESİ
Bütün bilgilerin aslî ve nihâî gâyesi, “mârifetullah” yani Allâhʼı doğru bir sûrette bilmek ve Oʼnu kalben tanımaktır. Zâhirî bilgilerin de bu yolda bir basamak olduğu gerçeğini göz ardı etmeden, dîni madde ve mânâ bütünlüğü, zâhir ve bâtın dengesi içinde kavramak, kâmil bir müʼmin olmak için zarûrîdir. Kulluk hayatında akıl ve kalp müşterekliği, his ve fikir beraberliği, ruh ve beden âhengi elzemdir.
Bu cümleden olmak üzere, meselâ bedenen namazda olup da, Hakkʼın huzûruna durmanın ruh mîrâcını yaşayacağı yerde, kalben ve zihnen nefsânî düşüncelerle, dünyevî hesaplarla, mâlâyânî fikirlerle meşgul olanlar, büyük bir gaflet içindedirler. Rabbimiz de, namazı böyle kılanlar hakkında; “Yazıklar olsun!” buyurmaktadır.[1] Allâhʼın biz kullarından beklediği tam ve noksansız bir namaz; “Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir; onlar ki, namazlarında huşû içindedirler.”[2] âyetlerinde bildirildiği üzere, “haşyet”le kılınan namazdır.
GERÇEK MÜMİN
Yeri gelmişken şunu da ifâde etmek gerekir ki, namazı gâfilâne kılan müʼminler hakkında bile bu kadar dehşetli bir îkâz-ı ilâhî vârid oluyor. O hâlde namazdan tamamen uzak durmanın, gerçek bir müʼmin için ne ağır bir cürüm olduğunu düşünmek îcâb eder.
Diğer taraftan, dînin sadece ruh ve mânâsına ehemmiyet verip zâhirini ihmâl edenler de, aynı hatânın bir benzerine sürüklenmiş olurlar. Zira bedensiz bir namaz kılınamaz, oruç tutulamaz. Zâhirî bir metâ olan mal-mülk infâk edilmeden mâlî ibadetler edâ edilemez. En mücerred bir hakîkat olan “îman” bile, önce kalp ile tasdîki gerekli kılarsa da, hemen ardından, kalbin tasdîk ettiği o hakîkatin dil ile ikrâr edilerek dışa yansıtılması, ifâde edilmesi ve davranışlar sûretinde zâhire çıkarılması îcâb eder.
Âyet-i kerîmede bu hakîkate şöyle işâret edilmektedir:
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «îmân ettik» demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?” (el-Ankebût, 2)
Demek ki îman bile ancak bâtın ve zâhir beraberliği neticesinde tam olarak gerçekleşir. Nitekim fiilî kıstasımız olan sahâbe nesli, inandıklarını yalnızca sözleriyle değil, fedâkârâne davranışlarıyla da sergilemişlerdir.
Bu itibarla, söz de lâzımdır öz de; ruh da gereklidir, şekil de… Mühim olan, bunların birine takılıp diğerine bîgâne kalmamak…
İMAM-I AZAM’IN EDEP TALİMİ
Nitekim bu hakîkate ışık tutan şu hâdise ne kadar mânidardır:
Bir gün, Hak dostlarından İbrahim bin Edhem’in yolu İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’ne uğramıştı. Ebû Hanîfe’nin etrafındaki talebeler, İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne, küçümseyen, garipseyen gözlerle baktılar. İmâm-ı Âzam Hazretleri onların bu hâlini sezdi ve İbrahim bin Edhem’e büyük bir hürmetle:
“–Buyurun efendimiz, meclisimize şeref veriniz!” diye seslendi.
İbrahim bin Edhem, mahcup bir edâ ile selâm verip oradan ayrıldı.
Talebeler, dünya çapında zirve bir hukukçu olan Ebû Hanîfe’nin, bir dervişe gösterdiği ihtiram ve iltifata şaşırdılar.
İbrahim bin Edhem Hazretleri oradan ayrıldıktan sonra talebeler İmâm-ı Âzam’a:
“–Bu zât, sizlerle kıyas edildiğinde efendilik ve büyüklük sıfatına ne bakımdan lâyıktır? Sizin gibi bir zât ona nasıl «efendimiz» der?” diye sordular.
İlmini irfân ile mezcetmiş olan o büyük İmâm, kendisinin yüksek tevâzuunu da ifâde eden şu muhteşem cevâbı verdi:
“–O, dâimî bir sûrette Allah Teâlâ ile meşgul, biz ise işin kıyl u kāliyle...” (Hücvîrî, Keşfüʼl-Mahcûb, s. 126)
Şüphesiz ki bu hüküm, dîni, ruh ve şekil bütünlüğüyle kavrayamamış ve Mârifetullahʼtan yeterince nasiplenmemiş pek çok kimse için geçerlidir. Fakat İmâm-ı Âzam Hazretleriʼnin talebeleri için bir edep tâlimi, kendisi hakkında da ancak bir tevâzû ifadesidir.
Zira o büyük İmam, her ne kadar İslâmʼın zâhirî ahkâmına dâir fetvâlar ve dersler verse de, şahsî hayatında büyük bir ihlâs ve takvâ duygusuyla yaşardı. Rivâyete göre İslâm dünyasında, iki rekâtta bir hatimle namaz kılmalarıyla bilinen dört kişiden biriydi. Dâimâ muhabbet ve mârifet ufkunda, murâkabe ve ihsan kıvâmında bir İslâm şahsiyeti sergilerdi. Böylece dînin ancak zâhir ve bâtın bütünlüğü içinde tam mânâsıyla idrâk edilebileceğini, bizzat yaşayışıyla tebliğ ederdi. Bütün kıymetine rağmen kendi ilmî mesâîsine “kıyl u kāl” demesi de, o meşgûliyetin “takvâ” karşısındaki durumunu îzah içindi.
Dipnotlar:
[1] Bkz. el-Mâûn, 4-5.
[2] el-Müʼminûn, 1-2.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şah-ı Nakşibend (rahmetullahi aleyh) Erkam Yayınları
YORUMLAR