Karun Kıssası
Kârûn kimdir? Kârûn nasıl helak oldu? Kârûn'un imanı ve sonrasında meydana gelen ibretlik hadiseler nelerdir? Kısaca Hz. Musa ve Kârun kıssası...
Hazret-i Mûsâ’nın amcası veya amcasının oğlu idi. Tevrât’ı, Mûsâ -aleyhisselâm-’dan sonra en güzel o okurdu. Çok fakirdi. Hazret-i Mûsâ’nın duâsı berekâtıyla kendisine simyâ, yâni kıymetli maddelerden altın yapma ilmi verildi.
Kârûn, Mûsâ -aleyhisselâm-’a îmân etmeden evvel, Benî İsrâîl’in Firavun’un yanındaki temsilcisi idi. İdâresi altında bulunanlara eziyet ederdi. Îmân ettikten sonra, kendisini ilim, hikmet ve ibâdete verdi.
Ancak mel’ûn şeytan, insan kılığında yanına geldi ve onunla arkadaş oldu. Sonra fırsatını bulduğu birgün, dostâne bir tavırla:
“–Ey Kârûn! Başkalarından gelenlerle geçineceğimize, gidip haftada bir gün çalışalım; altı gün de ibâdet edelim!” dedi.
Bu fikir, Kârûn’a uygun geldi. Şehre indiler ve bir gün çalıştılar. Bu bir günlük çalışmaları mukâbilindeki ücretle de altı gün geçinip ibâdet ettiler.
İlk tâvizini koparmış olan şeytan bu sefer:
“–Ey Kârûn! Bak; kimseye muhtaç olmadık! Gel; bundan sonra haftanın yarısında para kazanalım, yarısında ibâdet edelim! Hem kazandığımız paranın fazlasını Allâh yolunda fakirlere infâk etme imkânımız da olur!” dedi.
Artık tâviz yoluna girmiş bulunan Kârûn’a, bu teklîf daha da câzip göründü ve bunu da kabûl etti.
Şeytan, hîlesini gerçekleştirmeye muvaffak olmuştu. Çalışma müddetini iyice artırdı:
“–Daha fazla çalışıp daha çok para kazanalım! Bu parayla hem ibâdet eder, hem de daha fazla fakiri sevindiririz!” dedi.
Ve yavaş yavaş Kârûn’un kalbine dünyâ meyli ve muhabbeti girdi. Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın duâsıyla kendisine verilen simyâ ilmi ile de çok zengin oldu. Kalbi, dünyevî ihtiraslarla doldu. Bu arada bütün güzel ve nezih hasletlerini de kaybetti. Gurur ve kibre kapıldı. Oysa zenginliği, Hazret-i Mûsâ’nın öğretmiş olduğu ilim sâyesinde idi.
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Kârûn, Mûsâ’nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazîneler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü-kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona şöyle demişti: «–Şımarma! Bil ki Allâh, şımarıkları sevmez!»” (el-Kasas, 76)
Kalbi dünyâ meyli ile dolan Kârûn, artık Mûsâ -aleyhisselâm-’ın nasîhatlerinden sıkıldı; tavsiyelerine tahammül edemez oldu. Hârûn -aleyhisselâm-’a ve O’nun soyundan gelen Levililer’e kurban kesme vazîfesi (hibirlik) verilince de, kalbine yerleşmiş bulunan kötü hasletler, iyice gün yüzüne çıktı. Öfkeye kapıldı; dayanamadı ve Mûsâ -aleyhisselâm-’a gelerek:
“–Ey Mûsâ! Kardeşin Hârûn’a hibirlik (kurban kesme vazîfesi) verdin. Benim ise böyle bir şeyim yok! Hâlbuki ben, Tevrât’ı gâyet iyi okumaktayım. Bunun için ben, Hârûn’dan daha üstünüm! Bu haksızlığa nasıl dayanırım?!” dedi.
Mûsâ -aleyhisselâm- ise cevâben:
“–Hârûn’a bu vazîfe ve makâmı ben değil, Cenâb-ı Hak verdi!” buyurdu.
Fakat Kârûn diretti:
“–Bana bir alâmet göstermedikçe, bunu tasdîk etmem!” dedi.
Mûsâ -aleyhisselâm-, Benî İsrâîl’in reislerini topladı ve:
“–Bastonlarınızı getirin! Hepsini belli bir yere koyalım. Kimin bastonu yeşillenirse, hibirliğe o lâyıktır!” dedi.
Bastonlar getirildi; ibâdet ettikleri mâbede bırakıldı. İçlerinden yalnız Hârûn -aleyhisselâm-’ın asâsı yeşillenip yapraklandı.
Bu açık mûcize netîcesinde Mûsâ -aleyhisselâm-, Kârûn’a döndü:
“–Ey Kârûn! Bunu ben mi yaptım?” dedi.
Kârûn şaşkındı. İşin hakîkatini anladığı hâlde nefsine tâbî oldu:
“–Bu, sihirbazlıktan başka birşey değildir!” dedi. Sonra kızgın bir şekilde oradan ayrıldı.
Allâh -celle celâlühû-, Benî İsrâîl kavminin, elbiselerine mâvi şerit takmasını emretmişti. Kârûn, buna da isyân edip:
“–Bu, ancak efendileri kölelerinden ayırmak içindir!” dedi ve takmadı.
Artık Kârûn’un, Mûsâ -aleyhisselâm-’a hıncı iyice artmıştı. Nefsindeki hased ateşi, içini yakıp eritmekteydi. Etrafındakileri kendisine çekmek için ziyâfetler vermeye ve kendisinin üstünlüğünü belirtici sohbetler yapmaya başladı.
Birgün Mûsâ -aleyhisselâm-, Allâh’ın emri mûcibince onun zekâtını hesâb edip, vermesini taleb edince, Kârûn:
“–Şimdi de malıma mı göz diktin? Bu serveti ben kazandım!” dedi.
Kârûn’a hitâben şöyle buyruldu:
“Allâh’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyâdan da nasîbini unutma! Allâh sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsanda bulun! Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama! Şüphesiz ki Allâh, müfsitleri sevmez!” (el-Kasas, 77)
“Kârûn ise:
«–O (servet), bana ancak kendimdeki bilgi sâyesinde verildi.» dedi.
Bilmiyor muydu ki, Allâh, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helâk etmişti! Günahkârlardan günahları sorulmaz (Allâh onların hepsini bilir).
Derken, Kârûn, ihtişâmı içinde kavminin karşısına çıktı. Dünyâ hayâtını arzulayanlar:
«–Keşke Kârûn’a verilenin bir benzeri bize de verilseydi; doğrusu o çok şanslı!» dediler.
Kendisine ilim verilmiş olanlar ise:
«–Yazıklar olsun size! Îmân edip sâlih amel işleyenler için Allâh’ın mükâfâtı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.» dediler.” (el-Kasas, 78-80)
ÇİRKİN İFTİRA
Birgün Kârûn, Benî İsrâîl kavmini topladı. Mûsâ -aleyhisselâm-’ı da oraya çağırdı ve:
“–Şimdi ey Mûsâ! Allâh’ın şu emirlerini bize bildir: Hırsızlık yapanın durumu ne olur, zinâ edenin durumu ne olur ve bunları sen yaparsan senin durumun ne olur?!” dedi.
Hazret-i Mûsâ:
“–Hırsızlık yapanın eli kesilir, zinâ eden de recmedilir!” dedi.
Kârûn tekrar:
“–Ya bunları sen yaparsan?!” diye sordu.
Mûsâ -aleyhisselâm- da:
“–Aynıdır!” dedi.
Bunun üzerine daha önceden sefil bir plân hazırlamış olan Kârûn, kalabalığın arasından bir kadına seslendi:
“–Ey kadın, gel! Gel de Mûsâ ile yaptığın çirkin fiili ve iffetsizliği anlat!” dedi.
Bu müthiş iftirâ karşısında Mûsâ -aleyhisselâm- çok hiddetlendi ve gazaplandı.
O sırada kadın da, yanlarına kadar gelmişti. Birşeyler söylemek istedi, fakat dili tutuldu; söyleyemedi.
Hazret-i Mûsâ öfkeyle sordu:
“–Ey kadın! Denizi yarıp yol yapan ve Tevrât’ı indiren Allâh’ın hakkı için doğruyu söyle: Ben seni tanıyor muyum? Benim seninle bir alâkam var mı?”
Kadın büyük bir pişmanlık içinde:
“–Yâ Mûsâ! Kârûn bana bolca para verdi ve Sana bu iftirâyı atmam için beni kandırdı!” dedi. Ve son derece büyük bir üzüntüyle tevbe etti.
Mûsâ -aleyhisselâm- secdeye kapandı:
“–Yâ Rabbî! Onların cezâsını ver!” diye duâ etti.
Bu bedduâdan sonra yer yarıldı. Rezil plânı ters tepen Kârûn ve ona tâbî olanlar, hazîneleriyle birlikte yerin dibine geçti.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Nihâyet Biz, onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allâh’a karşı kendisine yardım edecek avanesi olmadığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi.” (el-Kasas, 81)
Kârûn’u, dünyâya meyli ve başkasına hased etmesi helâk etti. Nitekim âyet-i kerîmede hased edenlerin şerrinden Allâh’a sığınmamız gerektiği, bir duâ hâlinde şöyle bildirilmektedir:
“De ki: «Ben, yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfleyen büyücülerin şerrinden ve hased ettiği zaman hasetçinin şerrinden, ağaran sabahın Rabbine sığınırım!»” (el-Felak, 1-5)
Zîrâ hased edenlerin âkıbeti, hüsrandan başka bir şey değildir.
Nitekim halk, Kârûn ve avanesinin helâkini görünce ona ettikleri gıptaya pişman oldular:
“Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler:
«–Demek ki Allâh, rızkı, kullarından dilediğine bol veriyor, dilediğine de az! Şâyet Allâh bize lutufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay! Demek ki, inkârcılar iflâh olmazmış!» demeye başladılar.
İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve fesâdı arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) âkıbet, takvâ sâhiplerinindir.” (el-Kasas, 82-83)
Kârûn kıssasında ümmete ibret olarak, kibirlinin, hased ehlinin ve âhireti unutup dünyâya dalanların fecî âkıbeti sergilenmektedir.
Kaynak: www.osmannuritopbas.com
YORUMLAR