Kasas Suresi 38. Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri

Kasas Suresi 38. ayeti ne anlatıyor? Kasas Suresi 38. ayetinin meali, Arapçası, anlamı ve tefsiri...

Kasas Suresi 38. Ayetinin Arapçası:

وَقَالَ فِرْعَوْنُ يَٓا اَيُّهَا الْمَلَاُ مَا عَلِمْتُ لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْر۪يۚ فَاَوْقِدْ ل۪ي يَا هَامَانُ عَلَى الطّ۪ينِ فَاجْعَلْ ل۪ي صَرْحًا لَعَلّ۪ٓي اَطَّلِعُ اِلٰٓى اِلٰهِ مُوسٰىۙ وَاِنّ۪ي لَاَظُنُّهُ مِنَ الْكَاذِب۪ينَ

Kasas Suresi 38. Ayetinin Meali (Anlamı):

Bunun üzerine Firavun: “Ey ileri gelenler!” dedi, “Şimdiye kadar sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyordum! Ey Hâmân! Haydi benim için tuğla ocaklarını tutuştur, balçığı pişir, fazlaca tuğla imal ettirip öyle yüksek bir kule yap ki, belki çıkıp oradan Mûsâ’nın ilâhını görürüm! Gerçi ben onun kesinlikle yalancılardan biri olduğuna inanıyorum, ama neyse!”

Kasas Suresi 38. Ayetinin Tefsiri:

Firavun Mısır’da ilâhlık iddia ediyor; “Şimdiye kadar sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyordum” (Kasas 28/38), “Sizin en büyük Rabbiniz benim” (Nâziât 79/24) diyordu. Fakat o, iddia ettiği ulûhiyet ve rubûbiyetin, yalnız Allah Teâlâ için geçerli olan gökleri ve yeri yaratma, onları idare etme, öldürme diriltme, her şeyi tasarrufu altında tutma mânasında olmadığını biliyordu. Çünkü böyle bir şey ancak bir deli tarafından ortaya atılabilirdi. Yine bu sözüyle o, kendisinden başka ilâhların olmadığını da kastetmiyordu. Zira Kur’ân-ı Kerîm bizzat Firavun’un birçok tanrıya taptığını haber vermektedir: “Firavun kavminin önde gelen yetkilileri: «Sihirbazları öldüreceksin de Mûsâ ve kavmini, yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar, seni ve tanrılarını terk etsinler diye mi kendi hallerine bırakacaksın?» dediler.” (A‘râf  7/127) Dolayısıyla o, kendisi hakkında “ilâh” ve “rab” kelimelerini, “kendisini bağlayan bir üst merci kabul etmeksizin tartışmasız yüce iktidar sahibi” anlamında kullanıyordu. Şunu demek istiyordu: “Bu Mısır ülkesinin sahibi benim. Tüm emir ve yasakları koyma yetkisi yalnızca bana aittir. Benden başka hiç kimse emir vermeye yetkili değildir. Mûsâ da kim oluyor? Âlemlerin Rabbi’nin temsilcisi sıfatıyla karşıma çıkıp da, kendisi hükümdar, ben tâbî imişim gibi bana emirler tebliğ eden bu adam da kim?” Nitekim bir defasında tebaasına dönerek: “Ey kavmim! Mısır’ın mülkü ve hâkimiyeti, sonra ayaklarımın altından akan şu ırmaklar bana ait değil mi? Fakat birileri sizi bana karşı kışkırtıp hâkimiyeti ele geçirmek istiyor. Bunu hâla göremiyor musunuz? Yoksa ben, şu aşağılık, neredeyse merâmını bile doğru dürüst anlatamayan adamdan daha üstün değil miyim?” (Zuhruf 43/51-52) diye sorması da bundandı. Yine onun Mûsâ’ya tekrar tekrar:

“Sen bize, atalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan bizi döndüresin de, bu ülkede üstünlük ve hâkimiyet yalnızca ikinizin olsun diye mi geldin?” (Yûnus 10/78)

“Mûsâ! Yaptığın büyü ile bizi yurdumuzdan çıkarmak için mi geldin?” (Taha 20/57) şeklinde sorular sorması ve halkına:

“Mûsâ’nın sizin dininizi değiştireceğinden veya ülkede fesat çıkaracağından korkuyorum” (Mümin 40/26) hitabında bulunması da hep aynı korkudan kaynaklanmaktaydı.

Mesele bu açıdan ele alındığında, apaçık hale gelecektir ki, peygamberler tarafından getirilen ilâhî kanundan bağımsız olarak siyasî ve hukûkî hâkimiyet iddiasında bulunan şahıs ve sistemlerin durumu da Firavun’un durumundan hiç de farklı değildir. Bu sistemler kanun koyucu, emir ve yasakları belirleyici olarak ister bir yöneticiyi isterse millet iradesini görsünler, ülkenin, Allah’ın koyup peygamberlerin tebliğ ettiği kanunlar ile değil de kendi kanunlarıyla yönetilmesini benimsedikleri müddetçe, Firavun’un durumuyla onlarınki arasında hiçbir fark yoktur.

Firavun’un veziri Hâmân’a tuğladan yüksek bir kule yaptırıp oradan Mûsâ’nın ilâhını arama teşebbüsü ise, kâfirliğin zirvesi olup halka karşı ilim ve fenni kullanarak bir oyun ve tuzak yapmaktan başka bir şey değildi. Güya oradan gökyüzünü araştıracak, Mûsâ’nın ilâhının kim olduğunu öğrenecek, eğer onu bulursa onun da hakkından gelecekti. Zaten o, Mûsâ’nın yalancı biri olduğunu, getirdiği mesajın da onun Allah adına uydurduğu şeyler olduğunu düşünüyordu. Onu ve tâbilerini böyle bir duyguya sevk eden âmil, haksız yere büyüklenmeleri, bunun temelinde de yatan gerçek ise âhirete imanlarının olmayışı idi. Onlar, bir gün Allah’ın huzuruna çıkıp yaptıklarının hesabını vereceklerini düşünmedikleri için böyle davranıyorlardı. Bu yüzden:

Kasas Suresi tefsiri için tıklayınız...

Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

Kasas Suresi 38. ayetinin meal karşılaştırması ve diğer ayetler için tıklayınız...

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.