Kebeleli Samed Baba Kimdir?
Azerbaycan’ın manevi büyüklerinden Kebeleli Samed Baba’nın ardından...
“Vakar ve tevâzû koyun güdende, gurur ve kibir deve güdende bulunur” hadîs-i şerîfini okuyunca irkilmiştim. Bazılarının “uydurma”(!) diye hafife almaya çalıştığı bu hadîsin önemi asırların getirdiği deneme sonunda tecrübî psikolojinin daha yeni keşfettiği bir gerçeğe, yüz yıllar öncesinden işâret etmiş olmasıdır. Koyunlarla hem-hal olanların koyun vasıfları ile donanacağı, develerle berâber olanların da deve özelliklerine bürüneceği realitesine işâret etmesidir. Kişinin mesleği ve yaptığı işle karakteri arasındaki bağa dikkat çekilmesi çok önemlidir. Zamanla insanda mahlûkâta şefkat ve merhamet duygusunu körelteceği gerekçesi ile kasaplık ve avcılık gibi sanatların “Pîr”’siz icrâsı bu sebeple olsa gerektir. Ashâb-ı Kehf ile yatıp kalkan Kıtmîr’in nasıl kemâl kazandığını ve Kur’ân-ı Kerîm’de anıldığını bir düşünün.
Koyun eti yiyen, koyun sütü içen çobana, koyun özelliklerinin bulaşacağını, koyunlar yarı boyumuzda oldukları için onları yönetecek çobanın, boynu bükük ve yanağı yerde bir karakter kazanacağına bakın. Aynı şekilde deve eti yiyen ve deve sütü içen çobana da devenin tüm özelliklerinin sirâyet edeceğini unutmayın. Deve üstünden dünyaya bakan ya da boyu boyumuzdan yüksek olan develeri güdecek adamın “oklava yutmuş” gibi dik başlı olacağı ve başkalarını hor ve hakir görmeye başlayacağını dikkate alın.
Hayatını çobanlık yaparak geçirmiş ve geçinmiş olan Kebeleli Samed Baba; Kebele’nin (Qebele) Emirvan Köyü’nde 1930’da doğdu. Üç Mayıs 2019’da irtihâl-i Dâr-ı Bekâ eyledi. Samed Baba, uzun mavi pardesüsü, kocaman kahverengi papağı ve elinde 99’luk tesbihiyle medresedeki sohbetlere 45 km uzaktan gelirdi. O zamanlar Azerbaycan’da yollar şimdiki gibi değildi. Samed Baba sıcak demez soğuk demez, yaz demez kış demez sohbetlere gelir ve köşesinde sâkince ve sâkitçe otururdu. Herkes gelmese veya gelemese Samed Baba mutlaka gelirdi. O’nun için sohbetlere katılmamanın mazereti olamazdı.
Sohbet ve hizmetlere ayakla veya arabayla değil gönülle nasıl gidildiğini, hizmet aşk ve heyecanını, ehl-i hâl olan dostlarla berâber olmanın ve cemâatla namaz kılmanın hazzını Samed Baba’dan öğrendik. O’nun için sohbet ve hizmetten daha büyük bir ikram düşünülemezdi. Yemek vakti dahi olsa zorla yemekhaneye götürülmediği sürece çorbaya kaşık sallamaz, çöreğe el uzatmazdı. Israrla girdiği yemekhanede suçluymuş gibi oturur, utana sıkıla yemeği yer ve duâ ederek sofradan kalkardı. Yemeğin bile bir râbıtası olduğunu anlatırken, sofrada size sunulan nimetlerde, o nimetleri değil onları var eden Mün’im-i Hakîkî’yi görmenin gerektiğini, o nimetleri ve yemeği, değil beğenmemek, kulluktaki kusûrumuzu düşünerek bir tutam tuza bile lâyık olmadığımızın aczini ve ezikliğini duyarak yemenin lüzûmunu anlatır ve âdeta her sofrada bunu yaşar ve yaşatırdı. Hele Vakıf yemeğine nasıl saygı gösterilir? Vakıf çayı nasıl içilir? Vakıf hizmetlerine nasıl önem verilir? Bu güzel insanlardan öğrenmek gerekir. “Bir insan Hz. Yakûb (a.s.) gibi sevmeli, Hz. Yûsuf gibi sevilmeli.” derdi. 2000’li yılların başında Gabele’nin Emirvan Köy’ünde kızının cenâzesine katıldık. Cenâzede dağlar gibi metin duruyor; “Ben hüznümü ve kederimi sadece Allah’a arzederim.” (Yusuf: 86) dercesine teslîmiyetini koruyordu.
“Hüzün ve keder kula nasıl söylenir? Ne kadar ayıp! Biz hâşa Allah’ı kullarına mı şikâyet edelim?” diyerek müthiş bir rızâ örneği göstermişti. Samed Baba’nın namaza hazırlanması, kıbleye yönelmesi düğün ve mi’râc hazırlığı gibiydi. Özenle sardığı bir paketten tesbih ve takkesini büyük bir edeple çıkarır ve bunu bana “Osman Nuri Topbaş Efendim verdi.” derdi. Osman Efendim derken sanki Üsküdar’a gider ve oradan dönemezdi ya da dönmek istemezdi. “Belkîs’ın tahtadan tahtı göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zamanda uzaklardan gelir de insan, gönlünün olduğu yerlere bir anda gidemez mi?” derdi. Üstâdımız, Nurlu Medîne’den Ravza-ı Mutahhara halılarından yapılmış bir seccâdeyi bendenizle kendisine hediye olarak göndermişti. Gabele’de kıldığımız Cuma namazından sonra hediyesini takdîm edince büyük bir saygı ve edeple, ağlayarak seccâdeyi öptü, kokladı ve gözyaşlarıyla; “İrfan Efendi! Ömrüm çobanlıkla, koyunlarım ve kuzularımla geçti. Hiç birisine bir çıtnık bile vurmadım. Takdîre bakın ki, o koyunların yününden yapılmış seccâdeyi Rabb’im bana hediye olarak gönderdi. Kanaatime göre çoban koyunların arkasından giderek onları takip eden ve güden değil, onları peşinden yürüten ve yönlendiren kişi olmalı” dedi. “Her biriniz çobansınız! Her çoban güttüğü sürüden sorumludur” hadisinde ifâde edilen çobanlığa dikkat çeker ve her birimizin nefsimizi ve isteklerini yönetmemiz gerektiğini sık sık söylerdi.
“Enbiyâ yurdu bu toprak, şühedâ burcu bu yer!
Bir yıkık türbesinin üstüne Mevlâ titrer.”
Beytinde Mehmet Akif’in ifâde ettiği hakikati gözyaşları ile anlatırken; “Bolşevik ihtilâlinden sonra kilise, havra ve câmi gibi kutsal ne kadar mekan varsa hepsi yerle bir edilirken, İmam Şâmil’in halife ve komutanlarından Hacı Murat’ın türbesini de tar u mâr ettiler. Onlar ayrılıp gidince koyunlarımı hemen türbenin etrâfına saldım. Yıkılan türbeyi yeniden toparladım. Bu durum üç dört defa tekrar etti. Her defasında tahkîkât yapmalarına rağmen işin nasıl kotarıldığını bir türlü anlayamadılar. Çünkü koyunlarm beni saklıyordu. Beni ve Türbeyi koruyan koyunlarımla yaptığım hizmetin mükâfâtı olarak, onların yününden dokunmuş Hz. Peygamber’in Mescid-i Nebevîsi’nde secde edilen seccadeyi Osman Efendimin eliyle bana gönderdi.” diyerek, yüzüne ve gözüne sürerek aldı.
Ziyâretine gittiğimizde kendisi için hazırlattığı kabir taşını göstermişti. Üzerine doğum tarihini ve adını yazdırmış, vefat târihini boş bırakmıştı. Sanki kabir taşını değil, kendini kabre hazırlayan bir râbıta anlayışını gösteriyordu.
Tanıdıkça sevdiğim, sevdikce daha yakından tanıdığım Samed Baba, Her hali ile bize Allah’ı hatırlatan bir Allah dostu idi. Alim değildi ama ârifti. Ahmet Âmiş Efendi’nin ifâdesiyle; “Âlim doğruları bilen, ârifse yanlışları sezendir” dediği irfan sırrını yakalamıştı. Sonra Üstâdımızın himmetiyle en çok arzuladığı Ramazan Umresi’nde onbeş gün Nurlu Medîne’de berâberliğimiz oldu. Oldukça müstağnî idi. Kimseden bir şey almaz, kimseye derdini açmazdı. Bir bendenizi, bir de Üstâdımız’ı hiç kırmazdı.
Biz onu çok sevdiği bir Cuma günü Bekâ Âlemine uğurladık. Cenâzesi yaşadığı şehrin yeşillikleri arasındakı huzur dolu mezarlığa defnedildi. İşte o gün hem biz, hem de kuzuları öksüz kaldı.
Rûhu için bir Fâtiha, üç İhlâs!..
Kaynak: İrfan Gündüz, Altınoluk Dergisi, Sayı: 402