Kelimat-ı Kudsiyye'nin 8 Esası
Nakşibendiyye tarîkatinde seyr u sülûkün temel kâideleri olarak kabûl edilen esaslar şunlardır...
Abdülhalık Gucdüvânî Hazretleri’nin ortaya koyduğu sekiz esas, Nakşibendiyye tarîkatinde seyr u sülûkün temel kâideleri olarak kabûl edilmiştir. Kelimât-ı kudsiyye diye isimlendirilen bu kâideler şunlardır...
SEYR U SÜLUKUN TEMEL KAİDELERİ
1- Hûş der dem: Alınan her nefeste zikir hâlinde olup mânen uyanık bulunmak, gafletten sakınmak.
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Bu yol, nefes üzerine binâ edilmiştir. Bu sebeple, alıp verirken nefesini çok iyi muhâfaza etmelisin! Hattâ iki nefes arasını bile muhâfaza etmelisin!”[1]
2- Nazar ber kadem: Yürürken gaflete sebep olacak herhangi bir şeyi görmemek için önüne (ayak ucuna) bakmak. Zira kalbi en çok perdeleyen şey, gözden gönle akseden lüzumsuz ve menfî sûretlerdir.
Ayrıca ayak ucuna bakarak yürümekte; gözü haramdan korumak, edep, hayâ, tevâzû ve Sünnet’e bağlılık fazîletleri vardır.
3- Sefer der vatan: Her adımda Hakk’a yürümek. Nefsânî sıfatlardan sıyrılıp rûhâniyeti inkişâf ettirerek mânevî zirvelere ulaştıracak olan iç âlemdeki yolculuğa yönelmek. Zâhiren de mürşid-i kâmili ziyaret edip terbiyesine girmek için seyahat etmek.
4- Halvet der encümen: Zâhirde halk ile, kalben Hak ile beraber olmak.
Melik Hüseyin, Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’ne:
“–Halvet der encümen nasıl olur?” diye sormuştu. Nakşibend Hazretleri:
“–Bu, zâhirde halk ile ülfet eden, bâtında ise devamlı Hak Teâlâ Hazretleri ile meşgul olan; halk ile ülfeti, kendisini Hak Teâlâ’nın zikir ve tefekküründen geri koymayan kişiye nasîb olur.” buyurdular.
Melik tekrar:
“–Böyle bir şey mümkün müdür?” diye sorunca Nakşibend Hazretleri şu âyet-i kerîme ile cevap verdiler:
“Öyle erler vardır ki, onları ne ticaret ne de alışveriş Allâh’ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamaz...” (en-Nûr, 37)[2]
5- Yâd kerd: Dilin zikriyle beraber kalbin de zâkir hâle gelmesi ve “nefy ü isbât” zikri yapmak. Nefy ü isbât ise kelime-i tevhîdin hakîkatinde derinleşme gayretidir. Kulu Rabbinden gâfil bırakan bütün hevâ ve hevesleri, daha “Lâ ilâhe” derken kalpten nefyedip, Allah’tan gayrı bütün maksudları kalpten silip atmaktır. Daha sonra da kalbin bu arınmış zemininde “İllâllâh” hakîkatini sâbitleyip, gönlün yalnızca Allâh’a mahsus kılınmasına gayret etmektir.
6- Bâz geşt: Kelime-i tevhîd zikrinin ardından;
“اِلٰهِى أَنْتَ مَقْصُود۪ى وَرِضَاكَ مَطْلُوب۪ى: Allâh’ım! Maksadım Sen’sin, gâyem Sen’in rızânı kazanmaktır.” cümlesini söylemek.
7- Nigâh dâşt: Kalbi lüzumsuz düşüncelerden korumak, nefy ü isbâtın mânâsını kalpte muhâfaza etmek.
8- Yâd dâşt: Zikrin temin ettiği mânevî uyanıklığı devam ettirmek ve kendini dâimâ Hakk’ın huzûrunda bilmek.
Bu sekiz kâideye ilâve olarak, eskiden beri bilinmekte olan üç esas daha vardır:
1- Vukuf-i zamânî: Vakte hâkim olmak, onu iyi değerlendirmek, sık sık nefsini hesâba çekerek her ânını mânevî uyanıklık içinde geçirmeye gayret etmek.
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
“Vukuf-i zamânî, sâlikin her zaman kendi hâllerine vâkıf olmasıdır. Eğer amelleri şükretmeyi gerektiriyorsa şükretmeli, tevbeyi gerektiriyorsa tevbe etmelidir. Yani bast hâlinde şükretmeli, kabz hâlinde ise tevbe ve istiğfâr ile meşgul olmalıdır.”[3]
2- Vukuf-i adedî: Zikirde sayıya riâyet etmek. Daha çok hafî zikirde, nefy ü isbât zikrinde sayının tek olmasına dikkat etmek. Bu dikkat, gönlü dağınıklıktan muhâfaza eder. Beyan edilen ölçü ve sayılara riâyet etmekte, daha pek çok sır ve hikmet vardır. Bunları ancak kendilerine hikmet verilenler, kalben idrâk edebilirler. Zikirlerdeki sayı, anahtardaki dişler gibidir. Anahtarın dişleri bir fazla veya eksik olduğunda nasıl kilit açılmazsa, zikirde de sayıya riâyet edilmezse, tesir azalır. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de belli sayılarda zikirler tavsiye buyurmuşlardır.
3- Vukuf-i kalbî: Zikirde kalbe yönelmek ya da kalbin Allâh’a yönelmesidir. Bu, “ihsân” duygusunun dâimî bir şuur hâline gelmesi demektir. Sâlik her fırsatta kalbini kontrol etmeli, onun ne hâlde olduğuna bakmalıdır. Zira zikirde asıl matlûb, kalbin zikredilenden haberdâr olmasıdır. Zikir, ağızdan kalbe inmeyen lâfızların tekrarından ibâret değildir. Bu sebeple zikir esnâsında bütün dikkati zikredilene teksîf etmeye çalışmak gerekir. Zira âyet-i kerîmede buyrulur:
“Rabbinin ismini zikret ve (mâsivâdan kesilerek) bütün varlığınla O’na yönel.” (el-Müzzemmil, 8)[4]
Dipnotlar:
[1] Hânî, Hadâik, s. 360. [2] Salâhaddîn bin Mübârek el-Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 67. [3] Salâhaddîn bin Mübârek el-Buhârî, a.g.e, s. 95. [4] Reşahât, s. 62-77; Nizâmeddîn Hâmûş, Risâle, Süleymaniye Ktp., Âşir Efendi, nr. 443, vr. 153b-154a; Tâceddîn bin Zekeriyyâ, Risâle fî Tarîkı’s-Sâdeti’n-Nakşbendiyye, Süleymaniye Ktp, Reşid Efendi, nr. 474, vr. 51a-52b; Hânî, Hadâik, s. 355-369.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları