Kendi Milletine Dînine Örf ve Âdetine Yabancılaşanlar

HAYATIMIZ

Şanlı Osmanlı devirlerinde; fethedilen yerlere, Anadolu’dan İslâm’ı en güzel şekilde yaşayan temiz aileler yerleştirilirdi. O beldelerdeki gayr-i müslimler, müslüman ailelere hayran olarak, onların tesiriyle müslüman olurlardı. Böyle bir düzen ve toplumdan kendi milletine, dinine, örf ve adetine yabancılaşan hatta düşman olan bir nesil nasıl meydana getirildi? Süreç nasıl işlendi ve neler yapıldı?

Şanlı Osmanlı devirlerinde; fethedilen yerlere, Anadolu’dan İslâm’ı en güzel şekilde yaşayan temiz aileler yerleştirilirdi. O beldelerdeki gayr-i müslimler, müslüman ailelere hayran olarak, onların tesiriyle müslüman olurlardı.

Lâkin zaman içinde; müslümanların dünyaya meyli, rehâvete kapılarak düşmanına karşı cihad hazırlığında zaafa düşmesi, bazı müslümanları aşağılık kompleksine itti.

BATI HAYRANLIĞI VE TAKLİTÇİLİĞİNİN SEBEBİ

Çare olarak, maalesef müslümanların önüne yine o zehir kondu: Batı hayranlığı ve taklitçiliği…

Zannedildi ki;

Avrupalı gibi giyinince, onların sanayide, askeriyede ve iktisatta elde ettiği güce biz de sahip olacağız!

  1. Mahmud devrinde; ıslahat adı altında, Avrupa’dan pantolon âdeti getirildi. Ulemâdan; bol olmak ve arkasında sütresi olmak şartıyla fetvâ alındığı hâlde, bu şartlara riâyet edilmedi. Memurları; güreşçilerin giydiği kıspet gibi dar pantolonlar içinde gören halk, bu taklit ve yabancılaşmanın iyiye gitmediğini görerek, bunları başlatan II. Mahmud hakkında; «Gâvur padişah!» diye bağırdı.

Halkın bu protestolarından II. Mahmud’un çok müteessir olduğu ve bir bakıma türlü lâkırdılar ile kandırılması yüzünden yaptıklarından pişmanlık duyduğu rivâyet edilir.

Hattâ geçirdiği ağır verem dolayısıyla; kardeşi Esma Sultan’ın Çamlıca’daki köşküne taşındığı son günlerinde, Cuma selâmlığına çıkmaması gerektiğini söyleyen doktorlarına itiraz ederek;

“–Beni bir camiye götürün! Son nefesimi bir camide vereyim.” demiştir. Hattâ padişahın sıhhati camiye gidemez vaziyette olduğu için, köşkün bahçesine mihrap ve minber konularak, oranın bir cami hâline getirildiği bilinmektedir.

Maalesef, Tanzîmat devrinde, Avrupa’yı taklit hastalığı, Osmanlı idareci sınıfını tamamen sardı. Oğullarını hattâ kızlarını Paris gibi batı şehirlerine tahsile yolladılar. Bu tahsil neticesinde o gidenlerin birçoğu, apoletleri ve kıyafetleri Osmanlı olsa da, iç dünyaları âdetâ Fransız hâline gelmiş bir şekilde memlekete döndüler.

Kendi öz kültürlerinden nefret eden; medenîleşmeyi, Avrupa’yı ve batıyı şahsiyetsiz bir şekilde taklit etmek zanneden bir güruh peydâ oldu.

İstanbul’da, dindar evlere bile piyano konulur oldu. Evde piyano çalmayı bilen birinin olmaması bile mühim değildi. O Avrupâî çalgının bir evde bulunması asrîlik (çağdaşlık, modernlik) alâmeti addedilirdi.

ALAFRANGA ELBİSE VİRÜSÜ YAYILDI

Ahmed Cevdet Paşa, o yıllarda İstanbul’da yaşanan menfî değişimi şöyle anlatır:

“Bir aralık Mehmed Ali Paşa hanedanından pek çok paşalar, beyler ve hanımlar Mısır’dan savuşup İstanbul’a döküldüler ve külliyetli akçeler getirip bol bol harcayarak İstanbul’un sefihlerine kötü örnek oldular. Sefâhat vadisinde yeni çığırlar açtılar. Hele Mısırlı hanımlar alafranga (Avrupâî) elbiselere ve ziynetlere rağbet edip, İstanbul hanımları ve bilhassa saraylılar dahî onları taklit ettiler. Yine Mısırlılar, pahalı köşkler ve yalılar aldılar. Artan fiyatlarla yalancı bir zenginlik oluştu. Hâlbuki ticarette ithalât ve ihracat dengesi bozuldu. Devamlı, Avrupa’ya yığınla para gider oldu. Mes’uller işin sonunu düşünmediler.

Husûsen yaz günlerinde; Boğaziçi ve sâir seyr ü temâşâ mahalleri, safâ ehliyle lebâleb olur, hatıra keder ve zihne bulanıklık getirecek düşüncelerden herkes uzak dururdu.” (Cevdet Paşa, Tezâkir 1-12, s. 20, 1953. Metin sadeleştirilmiştir.)

Koca imparatorluk çökerken; pâyitahtta Avrupâî âdetlere, elbiselere, tiyatrolara, lüks ve debdebeye sarf edilen paralar ve hebâ edilen ömürler!..

BATILILAŞMACI ISLAHAT VE TANZİMLERİN TAHRİBATI

Bu batılılaşmacı ıslahat ve tanzimler, güyâ Osmanlı’nın çöküşünü durdurmak için yapılıyordu. Bilâkis; bu şahsiyetsiz, taklitçi ve müsrif tavır, Osmanlı’nın batışını hızlandırdı.

Gerçek maksadın fen ve teknik mânâda ilerlemek olmadığına ise şu hâdise ibretâmiz bir misaldir:

Cyrus Hamlin, Osmanlı Devleti’nde faaliyet yapmaya gelmiş Amerikalı bir protestan misyoneriydi. Faaliyetlerine izin alabilmek için Osmanlı sarayına şirin gözükmeye çalışıyordu. Bu minvalde, arkadaşı Samuel Morse’un îcâd ettiği telgrafı; Hamlin, Osmanlı’dan patent alabilmek umuduyla Sultan Abdülmecid’e takdim etti. Beylerbeyi Sarayı’nda yapılan tecrübelere Sultan alâka göstermiş ve memnun olmuştu. İstanbul ile Edirne arasında telgraf hattının kurulması bile kararlaştırılmıştı.

Fakat devrin batıcı bürokrasisi, memleketin uzak vilâyetlerinde meydana gelen hâdiseleri süratle merkeze haber verecek bir makinenin varlığını istemediler. Cihazın kablosunu keserek projeyi akamete uğrattılar, Osmanlı’da telgrafın kullanılmasının bir müddet gecikmesine sebebiyet verdiler. (Bkz: Cyrus Hamlin, Among the Turks, 146-153)

İslâm’a, pâ-bend-i terakkî (ilerlemeye ayak bağı) olduğu iftirasını atanların, asıl kendilerinin ilmî ve fennî inkişâfımıza düşman olduklarına bu hâdise şâhittir.

Misyoner Hamlin; Osmanlı’da mektepler açmak, böylece eğitim yoluyla nesilleri batı hayranı ve protestan Amerikan emellerine hizmetkâr bir zihniyette yetiştirmek istiyordu. O tarihlerde Osmanlı mülkünde çok sayıda gayr-i müslim unsur mevcuttu. Hedefinin sadece onlar olduğunu söyleyerek, gerçek gayesini gizliyordu.

Protestan Misyonerlere Arsa Satan, Kıyâmete Kadar Çan Sesi Dinlesin!

İstanbul’da mektebini kurmak için aradığı arsayı Rumeli Hisarı’nda buldu. Maalesef; Paris sefâreti esnasında yaşadığı sefâhat yüzünden borca düşen Ahmet Vefik Paşa, büyük bir ihânet sergileyerek Hisarüstü’ndeki arsasını Hamlin’e sattı.

Yıllar sonra Ahmet Vefik Paşa öldüğünde, Eyüp Sultan’da hazırlattığı hazîreye defnedileceği zannediliyordu. Vefâtını haber veren gazetelerde bile böyle yazılmıştı. Fakat misyonerlere sattığı arsanın yanı başındaki Kayalar Mezarlığı’na defnedildi.

Halk arasında yayılan rivâyete göre;

  1. Abdülhamid Han, Ahmet Vefik Paşa’nın Eyüp Sultan Mezarlığı’na defnedilmesine izin vermemiş;

“–Protestan misyonerlere arsa satan, kıyâmete kadar çan sesi dinlesin!” diyerek, kurulmasına sebebiyet verdiği misyoner mektebinin dibine gömülmesine karar vermişti.

Hamlin; protestan bir hıristiyan hissiyâtıyla kaleme aldığı hâtırâtında, mektebini, Fatih Sultan Mehmed Hân’ın Rumeli Hisarı’yla kıyaslamakta ve mektebinin o surların yıkıldığını göreceğini iddia edecek derecede küstahlaşmaktadır.

Neticede; Hamlin misyoner mektebini açtı, hattâ Anadolu içlerine kadar bu mekteplerin birçok benzerleri açıldı.

Bu yabancı mektepler; Bulgarlar ve Ermeniler gibi gayr-i müslim unsurları tahrik ve organize ederek iç karışıklıklar çıkarırken, zamanla gafil müslümanların evlâtlarını da zehirlemeye başladılar. Başta bu mekteplere müslüman çocukların girmesi yasaktı. Fakat hevâ, heves ve özentilerle gafil aileler, evlâtlarını bu mekteplere vermekte yarışır oldular.

Bu zihniyetle yetişen kimseler; kendi milletine, dînine, örf ve âdetine yabancı oldu.

BUGÜN NE DEĞİŞTİ?

Zamanımızda da, eğitim hâlâ evlâtlarımızın yabancı hayranlığına, gayr-i müslimlere benzemelerine, gönül ve zihin dünyası bakımından başkalaşmalarına yol açmaktadır.

Çünkü;

Gaflet ehli, bugün maddî imkânları ferahlatacak bir eğitime, iyi bir tahsil diyor. Gafil anneler ve babalar; evlâtlarını, yüksek kazançlı, forslu bir mesleğe ulaştırabilecek bir tahsil görmesi için, varını yoğunu ortaya koyuyor. Bu arada dînî eğitimi, mâneviyâtı ve ahlâkı ihmâl ediyor.

Böyle olunca dünkü yabancı misyoner okulları gibi, bugün de mâneviyattan uzak, fikrî ve ahlâkî olarak tehlikeli birtakım ortamlara evlâtlarını kendi elleriyle teslim ediyorlar.

Dünyevî tahsilin faydasızlığına, hattâ zararlı oluşuna bir misal verelim:

Geçtiğimiz aylarda; maddî menfaat için, mâsum bebekleri öldürmekten çekinmeyen bir suç şebekesi ortaya çıkarıldı.

Bu Nasıl Bir Tahsildir Ki, İnsanı Böyle Cânî Bir Hâle Getiriyor?

Bu korkunç cürümleri işleyenler; en yüksek dünyevî tahsili görüp doktor olmuş kişiler… Şefkat dolu gerçek hekimlerimizi tenzih ederiz, lâkin bir düşünmeli:

Uhrevî ve mânevî tahsil ihmâl edilip, sadece dünyevî ve maddî bir endişe ile hareket edilince, netice korkunç!.. Tahsilsiz, câhil bir insan bile kolay kolay bu cinayetleri işleyemez. Bu nasıl bir tahsildir ki, insanı böyle cânî bir hâle getiriyor?

İşte aylardır süren İsrail zulmünü destekleyenler… Boykotla alay edenler… Birçoğu dünyevî bakımdan yüksek tahsilli!..

Anne-babalar, bir karar vermeli:

Evlâtlarıyla âhirette beraber olmak istiyorlarsa, ciğerpareleriyle birlikte cennette olmak istiyorlarsa, onların sadece dünyasına değil, daha ziyade ebedî hayatına ehemmiyet vermelidirler.

“–Yazın camiye gönderiyorum ya!” diyerek dînî ve uhrevî eğitimi hafife almamalıdırlar. Zira İslâm kültürü, 23 senede inşâ edilmiştir. Böyle bir kültürü, üç-beş haftalık yaz cami kursuyla tahsil etmek mümkün değildir.

«Allah ve Rasûlü’nü seviyorum.» diyen bir kimse, evlâtlarının bütün tahsilini mâneviyatla mezcetmelidir.

Bir anne-baba, evlâdının tahsilini, sadece dünyevî bir meslek kazanma yeri olarak görmemeli, dünyevî tahsili, uhrevî tahsil ile mezcetmenin yolunu araştırmalı ve bulmalıdır.

Bu yolda;

  • Diyanet İşleri Başkanlığının açtığı 4-6 yaş Kur’ân kurslarına destek olunarak, mektep öncesinde, evlâtlarımızın şuuruna güzel bilgi ve duyguların kök salmasına gayret etmelidir.
  • İlk mektepte, imkânlar nisbetinde, evlâtların sâlih / sâliha muallimler elinde tahsil görmelerine îtinâ göstermelidir. Mekteple beraber okunabilen 7-10 yaş Kur’ân kursları da bu hususta güzel bir gayrettir.
  • Orta tahsilde, mutlaka İmam-hatip ortaokulları ve liseleri tercih edilmelidir.
  • Evlâtların yeterli ve düzgün bir Kur’ân eğitimi alabilmeleri için, onları en az bir yıl Kur’ân kursuna göndermeli yahut buna muâdil hâfızlık proje mekteplerini tercih etmelidir.
  • Yüksek tahsilde de, fikrî ve cinsî ihtilâta karşı tedbirler alınmalıdır. Tercihler, dînî ve ahlâkî bir şuurla yapılmalıdır…

ÎMÂNI, NE İSPAT EDER?

Kulu bu dünyada bekleyen en zor imtihan, îman imtihanıdır. Îman; kalp ile tasdik, dil ile ikrardan ibarettir lâkin, onun tescîli ve gönle iyice yerleştirilmesi gayet zor ve büyük bir meseledir. Zira âyet-i kerîmede buyurulur:

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece;

«–Îmân ettik!» demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?” (el-Ankebût, 2)

Demek ki;

Sadece; «Îmân ettik!» demekle kurtuluvermek mümkün değil. Îman, ispat istiyor.

Îmânı, ne ispat eder?

Îmân edilen esaslara muvâfık bir şekilde yaşamak…

  • İlâhî emir ve yasaklara riâyet etmek,
  • Haram ve şüphelilerden kaçınmak,
  • Sâlih ameller işlemek,
  • Sünnet-i seniyyeye tam bir ittibâ içinde hayat sürmek ve bilhassa;

 İslâm düşmanlarına benzememek… Onlara karşı tavizsiz olmak…

Cenâb-ı Hak, lütuf ve inâyetiyle îmanlarımızı zedelenmekten muhafaza buyursun.

Duygu ve düşüncelerimizi, amel ve davranışlarımızı rızâsıyla te’lîf eylesin.

Âmîn!..