Kendimize Bakınca Neler Görürüz?
Altınoluk Dergisi Yazı İşleri Müdürü Ahmet Taşgetiren, Altınoluk Dergisi'nin 30 yıldır devam eden yolculuğuna temas ederek kendimizi yeniden hesaba çekmeye, özeleştiri yapmaya davet ediyor.
Kendimize yeniden bakmak... Yeniden, yeniden, yeniden. Kendimize bakmak.
“Hâsibû kable en tuhâbesû. Hesaba çekilmeden önce muhasebe yapınız.”
Hesaba çekilmenin taa mahşer ortamında olacağını düşünüyoruz belki de, ölünceye kadar nasıl olsa bir muhasebe yaparız diye düşünüyoruz.
Oysa yaşadığımız çağ hesaba çekiyor bizleri; Müslümanları, İslam alemini.
Bir asrı aşan mazlumiyetimiz yetmiyor mu? Bu mazlumiyet zamanları içinde kişiliklerimizde gerçekleşen aşınma, kayıplar, tükenişler, başkalaşmalar yetmiyor mu? Bizim biz olmaktan çıkışımız yetmiyor mu? Bu mazlumiyet çağlarının ardından kendimize baktığımızda hâlâ orada Kur’an’dan mülhem, Peygamber aleyhissalatü vesselam ölçeğinde, O (s.a.v.)’nun yetiştirdiği ilk nesil kıvamında bir müslümanlık görebiliyor muyuz?
30 YILDAN BERİ ÇIKIYOR ALTINOLUK
Bizler, bu derginin mutfağında hasbelkader hizmet veren kardeşleriniz 30 yıldan beri her ay oturur, “Müslümanların gündemi” üzerine kafa yorar, bunun içinden “Ayın kapak gündemi”ni çıkarırız. Gündem, İslam – İnsan, İslam – Müslüman, İslam – Toplum ilişkileri alanında ortaya çıkan açı farklarının tespiti ile oluşur ve o alan üzerinde İslam’ın ana kaynakları içinden yapılan ikazları bulmaya ve okuyucularımızla paylaşmaya gayret ederiz.
Bir sayımızın kapağına “Müslümanın gündem duyarlılığı” ifadesini koyduk. “Müslüman gündemini talan ettirme” çağrısında bulunduk. 30 yıldan bu yana kendimize ve ulaştığımız yüreklere “İslam’la ilişkimiz” üzerinde özeleştiri alanları sunuyoruz.
Bunu neden hatırlatma gereği duydum, çünkü Altınoluk’un 30 yıl boyunca her ay kapağına taşıdığı konu, aslında hep bir çağrımıza tanıklık ve hep kendimizle ilgili bir sorgulama çağrısıdır.
Alın ilk sayımızın kapak sözünü:
“Andını hatırla! Yaradana verdiğin sözü unutma!” Yetmez mi?
Gelin 30 yıl sonrasına, tek tek her Müslümana, tek tek her insana aynı çağrıyı yöneltin:
“Yaradana verdiğin sözü unutma. Andını hatırla!” Ne demiştik? “Sen bizim Rabbimizsin!”
O azimüşşan (c.c.) sormuştu da ruhlar aleminde insana: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”
Soru içinde inkâr ihtimalini barındıran bir soruydu.
Onun cevabı idi “Sen bizim Rabbimizsin” sözü. İnsan “Belâ” demişti. Yani “O nasıl soru, anlamına, evet, elbette, o soru sorulamayacak kadar tabii bir şekilde Sen bizim Rabbimizsin” demişti insanoğlu. Ruhlar aleminde... Daha doğrusu Allah Teâlâ, insana böyle demesini öğretmişti Adem’e esmayı öğretirken...
YARADANA VERDİĞİN SÖZÜ UNUTMA!
Bu ilk ahitleşme gerekli görülmüştü ilâhî irade tarafından, çünkü insanın gel-gitleri olacaktı dünya hayatı boyunca ve insanın asıl imtihanı bu olacaktı.
Allah Teâlâ bizlere İslam’ı nasib etti. Şükürler olsun. Ama gel – gitlerimiz de bitmiyor kişiliklerimizde.
Onun için insanoğluna belki de bütün çağlar boyunca yöneltmek lâzım “Yaradana verdiğin sözü unutma” çağrısını.
Açın Altınoluk’un internet ortamındaki arşivini, kapaklarına bakın ve İnsana – Müslümana sunulan gündemi değerlendirin. “Andını hatırla” gibi bir çağrının dillendirilmesi bile, içinde, “Allah’a koşun”, “Allah’a sarılın” gibi Kur’an ayetlerinin bir dergi kapağına yansıtılması bile, “İçimizde bir şeyler var, insanın nisyan boyutu derinleşiyor, aman dikkat, en büyük tehlike bu, insanın Rabbinden kopması, uzaklaşması, O’nu unutması” gibi bir muhteva vardır.
Daha bir ay önce “İslam’ı kullanmak mı, Yaşamak mı?” gibi bir soru koymuşuz okuyucumuzun gündemine... Neden böyle bir soru doğdu içimizde, evet biliyoruz, birilerimiz çok yaman bir şekilde İslam’la ilişkiyi bir tür “kullanma” derekesine indirgedi, sömürüyor İslam’ı... İslam buna razı değil. Allah Teâlâ ile ilişki buna razı değil.
“Kirlenmeme hassasiyeti” ifadesiyle çıkmışız bundan bir – iki ay önce. Bir problem var demek ki. Kirlenmek bir ciddi risk haline geldi demek ki. Kalbimizin kirlenmesi, malımızın kirlenmesi, gücümüzün kirlenmesi vs. “Kalbine kara nokta düşürme, düşmüşse hemen derhal tevbe ile kurtul ondan” diye seslenmiyor mu Allah Rasulü (s.a.v.), o zaman, bakalım kalblerimize...
Altınoluk defalarca Kur’an’la ilgili hukukumuzu gündemine aldı. Rasulullah’la hukukumuzu gündemine aldı. Neden? Yeniden yeniden yeniden o ilişkileri “Gerçek” boyutlarla hayata taşımak için...
Bugün kendimize yeniden bakmak dediğimizde “Kur’an’ın boy aynasına, Rusulullah sallallahü aleyhi ve sellemin muazzez şahsiyetinin önümüze koyduğu kişilik çerçevesine, ya da O (s.a.v.)’nun güzide dostlarının, öğrencilerinin kişilik kalitesine ne kadar uyum sağlıyoruz?” sorusunun hayatiyet kazandığını ifade etmeye çalışıyoruz.
100 YILDIR GİDEN BİZDEN GİDİYOR
“His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin? Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin.” diye seslenmiş merhum Akif Müslümanlara, bundan neredeyse 70-80 yıl önce. 100 yıldır giden bizden gidiyor. Kişiliğimizden...
Kur’an’ın, üstelik Rasulullah’ın taht-ı terbiyesinde olan nesle “Ey iman edenler iman ediniz” diye seslenmesi boşuna olamaz.
Kur’an’ın mü’minleri “İmanlarına zulüm bulaştırma” konusunda uyarması boşuna olamaz. (En’am, 82)
Kur’an’ın “İnsanlar, (sadece) “İman ettik” diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebut Suresi, 2-3) diye sorması boşuna olamaz.
Kur’an’ın “Allah için adaleti ayakta tutan şahitler olun! Bir kavme olan düşmanlığınız, sizi adaletsizliğe sevketmesin.” (Maide, 8) diye uyarması boşuna olamaz.
Kur’an’ın insanı “şeytanın mal ve evladlara ortak olabilmesi ihtimali” (İsra, 64) karşısında uyarması boşuna olamaz.
Rasulullah (s.a.v.)’ın çok sevdiği bir sahabisini, savaşta kelime-i şehadet getirip Müslüman olan birisini, “Korkudan müslüman oldu” gerekçesiyle öldürmesi karşısında en şiddetli şekilde hesaba çekmesi boşuna olamaz.
Böyle, böyle, böyle...
İslam bizim neyimiz olur? İslam’ın hayatımızdaki kapsama alanı ne? İslam nihai planda ne?
Allah Teâlâ Peygamberini “Rahmeten lil alemin” diye nitelediğinde ne anlamalıyız?
Bizim de “Rahmet insanı – Rahmet ümmeti” olmak gibi bir sorumluluğumuz yok mu?
İMAN ŞAHSİYETİ
Allah Rasulü, Allah Teâlâ’nın Kur’an’da bildirdiği güzellikte “Bir insanı imanla, İslam’la buluşturmak için neredeyse kendini helak edecek” (Şuara, 3) bir gayretin içinde iken, bizim davranışlarımızla insanları İslam’dan uzaklaştırıyor olmamız nereye düşer?
Kendimize yeniden bakmak. Evladımız bizde Müslümanlığın güzelliğini görüyor mu? Aile halkımız evde rahmet iklimini teneffüs edebiliyor mu? Çürüme bir yerlerde başladı mı Müslüman toplumlardaki aile yapısında?
Gücü nasıl kullanıyoruz Müslümanlar olarak siyasi - iktisadi - sosyal herhangi bir alanda iktidar sahibi olduğumuzda? Adaletle - zulümle ilişkimiz nasıl? Allahü azimüşşan karşısından kulluk hassasiyetimiz mi derinleşiyor, namazlarımız daha bir namaz mı oluyor, yoksa azamet ve kibir duygularımız, daha kötüsü Firavunluk genleri mi?
“Zatına rahmeti yazan”a iman eden insanlarımız, kendileri için de rahmeti şahsiyet özelliği haline getirdiler mi?
KUR’ÂN’I NASIL OKUYORUZ?
İslam’ı şiddet ve terörle içiçe gösteren görüntüler, sadece negatif düşman propagandasından mı ibaret, yoksa bir yerlerde Allah’ın “Haddi aşmayın, çünkü Allah haddi aşanları sevmez” (Bakara, 2/190; Mâide, 5/87) çağrısını – tehdidini kulak arkası mı ettik?
Sahi, “Allah’ın bizi sevmesi - sevmemesi” bizim için ne anlam taşıyor?
Kur’an’ı nasıl okuyoruz Allah aşkına?
Kendimiz için mi, ölülerimiz için mi? Hayat kitabı olarak mı, memat kitabı olarak mı?
Bizi diriltiyor mu Allah ve Rasulü’nün davet ettiği şeyler, (Enfal, 24) yoksa manen ölmüşüz de üzerimize üflenen dualar gibi mi kalıyor?
Yaralarımızı sarmalıyız.
Hasta, hüsranları yaşayan bir çağda, İslam’ın diriltici soluğuna ihtiyaç var, ama İslam’ı çağa taşıyacak insanın yüreği yetmiyor.
Yüreğimiz yetmiyor.
Bir yürek inşası lâzım her birimizde.
ÇAĞLARA ÖRNEK GÜZELLİK
Rasulullah’ın Tebük gibi zorlu imtihanların verildiği bir savaştan dönerken bile “Büyük cihad” diye o günün kahramanlarının önüne koyduğu “kalb terbiyesi”, nihayetinde çağlara örnek olacak güzellikte Müslümanın inşasını öngörüyordu.
Kalb adamıydı gerçekte Müslüman.
Kalbini Allah’a veren ve Rahman’dan, Rahim’den, Vedud’dan kişiliklerine tecelliler taşıyan insandı.
Allah ile beraberlik idrakini kuşanan, her anını O azimüşşanın huzurunda olmak bilinci ile yaşayan insandı.
Allah’a zulüm içinde, Allah’a günah üzerinde, sınırları aşarken görünmemek için çırpınan insandı.
Rabbani bir kuldu. Allah adamı idi. Adam gibi adamdı.
Dava, o adamı kendi içimizde bulma davasıdır vesselam.
Kaynak: Ahmet Taşgetiren, Altınoluk Dergisi, Ağustos 2015, 354. Sayı