Kendimize Karşı Sorumluluklarımız

Sorularla İslam

Kendimize karşı olan sorumluluklarımız nelerdir? Kendimize karşı görevlerimiz şunlardır...

Kendimize karşı görevlerimiz ikidir:

KENDİMİZE KARŞI SORUMLULUKLARIMIZ

  1. Bedenimize karşı görevlerimiz: a) Dengeli beslenmek. b) Vücudu zararlı şeylerden korumak.
  1. Ruhumuza karşı görevlerimiz: a) Ruhumuza doğru ve sağlam inanç yerleştirmek. b) Ruhumuzu doğru ve faydalı bilgilerle donatmak. c) Ruhumuzu yanlış inançlardan ve hurafelerden arındırmak.

KENDİMİZE KARŞI GÖREVLERİMİZ

  1. Bedenimize Karşı Görevlerimiz

a) Dengeli beslenmek:

Güçlü ve sağlıklı olmak için vücudun ihtiyaç duyduğu gıdaları almak şarttır. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:

“Ey insanlar! Yeryüzündeki helal ve temiz olan şeylerden yiyiniz.” (2/Bakara, 168.) Peygamberimiz de,

“Kuvvetli Mümin, zayıf Müminden hayırlı ve Allah katında daha sevimlidir.” (Müslim, “Kader”, 8.) buyurarak Müslümanın güçlü ve kuvvetli olmasının önemini belirtmiştir. Beden ruhun binitidir. Ruhun, görevlerini hakkıyla yapabilmesi, binitin sağlam olmasına bağlıdır. Bu ise bedene iyi bakmak ve onu zayıf düşürecek şeylerden korumakla mümkündür.

Dinimiz, vücudu zayıf düşürecek derecede fazladan ibadet yapmayı bile uygun görmemiştir. Enes b. Malik’ten (ra.) şöyle rivayet edilmiştir:

Bir kere Ashabdan üç kişi, Peygamberimizin (s.a.v.) ibadetini sorup öğrenmek maksadıyla onun hanımlarının evlerine gitmişlerdi. Peygamberimizin (s.a.v.) (nasıl ve ne kadar) ibadet ettiği kendilerine bildirilince, onlar sanki bunu azımsayarak,

—Biz nerede, Resulullah nerede? Şüphesiz ki Allah, onun geçmiş olan ve gelecekte işlenmesi muhtemel bulunan günahlarını bağışlamıştır, dediler. İçlerinden biri,

—Ben geceleri devamlı namaz kılacağım, dedi. Öbürü,

—Ben de, her zaman (her gün) oruç tutacağım, dedi. Üçüncüsü de,

—Ben de kadınlardan ayrı yaşayacağım, hiç evlenmeyeceğim, dedi. Onlar bu sözleri söylerken peygamberimiz çıkageldi ve onlara şöyle buyurdu:

—Siz, şöyle şöyle söyleyen kimselersiniz değil mi?

Fakat şunu iyi biliniz ki: Ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve korunanınız bulunuyorum. Öyle iken ben, bazen nafile oruç tutarım, bazen tutmam. Gecenin bir kısmında nafile namaz kılarım, bir kısmında uyurum. Kadınlarla da evlenirim (İşte benim Sünnetim budur.).

Her kim benim yolumdan gitmez de ondan yüz çevirirse benden değildir.” (Buhârî, “Nikâh”, 1.) buyurdu.

b) Vücudu zararlı şeylerden korumak:

Dinimiz, vücudumuza zararlı olan ve sağlığımızı tehlikeye sokan şeylerden sakınmamızı emretmiş, her türlü alkollü içkiyi, afyon, eroin ve esrar gibi uyuşturucu maddeleri içmeyi ve kullanmayı kesinlikle yasaklamıştır.

Bunları kullanmak, bir insanın bile bile kendisini tehlikeye atması demektir. Allah Teala Kur’an-ı Kerim’de, 

“Kendinizi, kendi ellerinizle tehlikeye atmayınız.” (2/Bakara, 195.) buyurarak Müslümanların zararlı ve tehlikeli şeylerden korunmalarını istemiştir.

Vücut sağlığı, değeri iyi bilinmesi gereken nimetlerden biridir. İnsan sahip olduğu bu nimetin kıymetini bilmeli ve onu korumaya çalışmalıdır. Peygamberimizin (s.a.v.) şu uyarısına dikkat edelim, buyuruyor ki:

“Beş şey gelmeden önce beş şeyin:

  1. Ölüm gelmeden önce hayatının,
  2. Hasta olmadan önce sağlığının,
  3. Meşguliyetten önce boş vaktinin,
  4. İhtiyarlamadan önce gençliğinin,
  5. Yoksulluğa düşmeden önce zenginliğinin kıymetini bil.” (Keşfu’l-hafa, I, 148)

Sağlığımızı korumak ve hastalanmamak için her türlü tedbiri almak görevimiz olduğu gibi, hastalanınca da tedavi olmak, yeniden sağlığımıza kavuşmak için her türlü çareye başvurmak da görevimizdir. Peygamberimiz,

“Allah verdiği her hastalığın şifasını da vermiştir.” (Buhârî, “Tıbb”, 1.) sözleri ile her hastalığın bir ilacı olduğunu ve tedavisi bulunduğunu bildirmiş, diğer bir hadis-i şerifinde de,

“Allah, yarattığı her hastalığın ilacını da yaratmıştır. Tedavi olunuz!” (Buhârî, “Tıbb”, 19.) buyurarak, hastalıktan kurtulmanın yolunu göstermiştir.

Özetle, Müslüman helal ve temiz gıdalarla beslenmeli, zararlı olan şeylerden sakınarak sağlığını korumalı, hastalandığı takdirde de tedavi yollarına başvurmak suretiyle sağlığına kavuşmak için üzerine düşeni yapmalıdır.

İslam’da Aşırılık Yoktur

İnsan beden ile ruhun birleşmesinden meydana gelen bir varlıktır. Bu sebeple dinimiz, onun hem bedenî hem de ruhi ihtiyaçlarını dikkate almış, madde ile mana arasında ahenkli bir denge kurmuştur.

İslam, insanın yaratılışına uygun hükümleri ihtiva ettiği için dinî konularda itidali emretmiş, bu çizginin altına düşmeyi istemediği gibi bu çizginin üstünde aşırı gitmeyi de uygun görmemiştir

Dinimiz, meşru olmak şartıyla insanı hiçbir zevkten mahrum etmediği gibi kendisini büsbütün ibadete vererek vücudunu ezmeyi de uygun görmemiş, insana gücünün yetmeyeceği görevleri yüklememiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de,

“Allah, hiç kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez” (2/Bakara, 286.) buyrulmuştur.

İslam’da kolaylık esastır. Bu husus, Kur’an-ı Kerim’de ve Peygamberimizin (s.a.v.) hadislerinde açıkça görülür. Bu konudaki ayetlerden bazıları şunlardır:

“Allah, size kolaylık ister, zorluk istemez.” (2/Bakara, 185.)

“Allah, size sıkıntı vermek istemez, ama sizi tertemiz yapmak ve şükredesiniz diye üzerinize nimetini tamamlamak ister.” (5/Mâide, 6.)

“Allah, dinde size hiçbir zorluk yapmadı.” (22/Hac, 78.) Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyuruyor:

“Şüphesiz bu din kolaydır. Bir kimse din hususunda kendini zorlarsa din ona galip gelir (yani o kimse ezilip büsbütün amel edemez hâle gelir). Öyle ise itidalden ayrılmayın.” (Buhârî, “İmân”, 30.) Diğer bir hadis-i şerifin anlamı da şöyledir:

“Orta yolu tutunuz. Amellerinizi kemale yaklaştırınız. Sabahleyin zeval ile akşam arasında ve bir parça da gece çalışınız. İtidalden ayrılmayınız, maksada erişirsiniz.” (Buhârî, “Rikâk”, 18.)

Peygamberimize (s.a.v.), hangi amel Allah’a daha sevimlidir, diye sorulunca O, “Az da olsa devamlı olanıdır.” (Buhârî, “Rikâk”, 18.) buyurdu.

Anlamlarını sunduğumuz ayet ve hadislerden anlaşılıyor ki dinimizde zorluk yoktur. Aşırı giderek güçlük çıkarmak ve kendine eziyet etmek uygun görülmemiş, orta yol tavsiye edilmiştir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz,

“Dinî işlerde aşırı gidenler yok oldu.” (Müslim, “İlm”, 4.) buyurmuş ve bu sözünü üç defa tekrarlamıştır.

Diğer bir hadis-i şerifleri ile de aşırılıktan sakınmamızı isteyerek şu uyarıda bulunmuştur:

“Dinde aşırı gitmekten sakının. Sizden öncekiler dindeki aşırılıkları yüzünden helak oldu.” (Ahmed ibn Hanbel, Müsned, I, 125.)

Enes (ra.) diyor ki: Peygamberimiz (s.a.v.) camiye girince iki direk arasına gerilmiş bir ip gördü.

—Bu ip nedir, diye sordu. Dediler ki,

—Zeyneb’indir, yorulduğu zaman ona tutunur. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.),

“O ipi çözünüz, sizin herhangi biriniz istekli olduğu sürece namaz kılsın, yorulunca yatsın ve uyusun” (Buhârî, “Teheccüt”, 18, Müslim, “Salât”, 31.) buyurdu. İbn-i Abbâs’tan (ra.) rivayete göre şöyle demiştir:

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Ashaba hitap ederken, ayakta duran bir adam gördü ve kim olduğunu sordu. Dediler ki:

Ebû İsrâîl’dir, güneşte durmayı, oturmamayı, gölgelenmemeyi, konuşmamayı ve oruç tutmayı adamıştır. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.),

—Söyleyiniz ona, “Konuşsun, gölgelensin, otursun, ama orucunu tamamlasın, buyurdu. (Buhârî, “Eymân”, 21.)

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, Ashabdan Selman ile Ebû’d-Derdâ’yı (ra.) kardeş yapmıştı. Bundan dolayı Selman (ra.), Ebû’d-Derdâ’yı (ra.) ziyaret etti. Ebû’d-Derdâ’nın (ra.) eşini eski elbise içerisinde görünce,

—Bu hâl nedir, dedi. Ebû’d-Derdâ’nın eşi,

—Kardeşin Ebû’d-Derdâ’nın dünya ile bir işi yok, diye cevap verdi. Daha sonra Ebû’d-Derdâ geldi. Selmân için yemek hazırladı ve

—Ben oruçluyum siz buyurun, dedi. Selmân (ra.),

—Sen yemezsen ben de yemem, dedi. Bunun üzerine Ebû’d-Derdâ da yedi. Gece olunca Ebû’d-Derdâ, ibadete hazırlandı. Selman ona,

—Uyu, dedi. Ebû’d-Derdâ da uyudu ve bir müddet sonra yine kalkacak oldu. Selman yine,

—Uyu, dedi. Gecenin sonu olunca, Selman, Ebû’d-Derdâ’ya,

—İşte şimdi kalk, dedi ve her ikisi de kalkıp birlikte namaz kıldılar. Sonra Selman, Ebû’d-Derdâ’ya şöyle dedi:

—Senin üzerinde Rabbinin hakkı vardır. Nefsinin hakkı vardır. Ailenin hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver. Ebû’d-Derdâ bu olayı gidip peygamberimize anlattı. Peygamberimiz,

—Selmân doğru söylemiş, (Buhârî, “Savm”, 51.) buyurdu.

Sadece ibadette değil harcamalarımızda da orta yolu takip etmemiz emredilmiştir. Para hangi yollardan nasıl kazanılır, nasıl harcanır, insanca nasıl yaşanır? İşte dinimiz bu hususta da takip edilecek orta yolu göstermiştir.

Parayı istif edip yeri gelince harcamayan cimriler elleri boğazlarına bağlanmış esirler gibidir. Elindeki parasını aile fertlerine, fakir ve yoksullara ve hayır kuruluşlarına harcamayanların esirden ne farkı vardır? Para niçin kazanılır?

İnsanca yaşamak, ihtiyaç sahiplerine yardımda bulunarak dünyada insanların sevgisini, Allah’ın rızasını, ahirette de ebedi saadeti kazanmak için değil mi? Böyle değerlendirilmeyen servetin, paranın ne kıymeti olabilir?

İşte, değerlendirilmesi gereken yerde parayı harcamamak cimriliktir.

Bir de bunun aksini düşünelim. Elini tamamen açmış gereksiz yere harcama yapıyor, saçıp savuruyor, nesi var nesi yok elinden çıkarıyor. Zengin iken fakir, veren el olmaktan alan el durumuna düşüyor. Bu da israftır.

Her ikisi de yanlıştır. İslam’ın getirdiği ahlak anlayışına uygun değildir. Doğrusu, bu ikisi arasında ortalama hareket etmektir.

Cimri değil tutumlu olmaktır, aile fertleri ve ihtiyaç sahiplerine ihtiyaçları ölçüsünde harcama yapmak, gerekli yardımda bulunmaktır.

Harcama yaparken müsrif değil, cömert olmaktır. Harcama ve yardımları yerli yerine ve hayırlı işlere yapmaktır.

Harcama yaparken cimrilik ve israftan sakınarak orta ve dengeli bir yol takip edilmesini emir ve tavsiye eden ayetlerin anlamları şöyle:

“Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere saçıp savurma.” (17/İsrâ, 26.)

“Elini boynuna bağlayıp asma, onu büsbütün de açma. Sonra kınanır pişmanlık içinde kalırsın.” (17/İsrâ, 29.)

“Bunlar ki (mallarını) harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik yaparlar, bu ikisi arasında orta bir yol tutarlar.” (25/Furkân, 67.) Peygamberimiz (s.a.v.) de bu konuda,

“Tutumlu kişi muhtaç olmaz.” (Ahmed ibn Hanbel, Müsned, I, 447.)

“Tutumlu olmak, harcamada orta yolu takip etmek geçimin yarısıdır” (el-Fethü’l-kebîr, I, 507.) buyurmuştur.

Yeme ve İçme Adabı

Yerken ve içerken uyulması gereken birtakım edep ve terbiye kuralları vardır. Bunlar yemekten önce, yemek esnasında ve yemekten sonra olmak üzere üç kısma ayrılır.

Yemekten Önce

a) Yiyeceklerin hem helal yoldan kazanılmış, hem de iyi ve temiz olması. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor:

“Mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin.” (2/Bakara, 188.)

“Ey İman edenler! Size verdiğimiz rızıkların iyi ve temiz olanlarından yiyin.” (2/Bakara, 172)

b) Yemekten önce elleri yıkamak.

Yemek Esnasında

  1. Yemeğe bismillâh diyerek başlamak.
  2. Sağ el ile yemek. 
  3. Aynı kaptan yendiği takdirde, yemeği kendi önünden almak. Ömer b. Ebî Seleme diyor ki:

Peygamberimiz (s.a.v.) bana, “Bismillâh de, sağ elinle ve önünden ye” (Müslim, “Eşribe”, 108.) buyurdu.

  1. Yemeği beğenmezlik etmemek.

Peygamberimiz (s.a.v.) hiçbir yemeği kötülememiştir. O, isteği varsa yer, isteği yoksa bırakırdı. (Müslim, “Eşribe”, 108.)

  1. Lokmayı ağza göre alıp iyice çiğnedikten sonra yutmak.
  2. Lokma ağzında iken konuşmamak.
  3. Suyu içmeden önce bardağa bakmak.
  4. Suyu bir solukta içmemek. Peygamberimiz suyu üç solukta içerdi. (Buhârî, Müslim.)
  5. Bardağın içine nefes vermemek.
  6. Yemek esnasında başkalarını tiksindirecek ve iğrendirecek söz ve davranışlarda bulunmamak.
  7. Yemek esnasında susmak iyi değildir. Ancak yemekte iyi ve güzel şeyler konuşmalı, yiyenleri tiksindirecek ve iğrendirecek şeyleri konuşmaktan sakınmalıdır.
  8. Ekmeği yere atmamak ve üzerine tabak, tuzluk ve benzeri şeyleri koymamak. Peygamberimiz,

“Ekmeğe saygı gösteriniz” (Keşfu’l-hafâ, I, 170.) buyurmuştur. Elini veya bıçağı ekmekle silmek de uygun değildir. Eğer bıçağı ekmekle silip o ekmeği yerse bunun sakıncası yoktur.

  1. Dişleriyle kopardığı lokmayı yemeğin içine bırakmamak.
  2. Aksıracağı veya ağzından bir şey çıkaracağı zaman yüzünü sofradan çevirmek veya ağzını kapamak.
  3. Toplu hâlde yerken önündeki yemeğe bakmak, sağa sola göz gezdirmemek, yanındakilerin lokmasına ve yemeğin geldiği tarafa bakmamak.
  4. Ağzındaki lokmayı yutmadan başka lokma almamak. Ziyafetlerde ev sahibinin misafirlere bizzat hizmet etmesi de uygun bir davranıştır. Nitekim Peygamber Efendimiz misafirlerine bizzat kendisi hizmet etmişlerdir.

Ziyafette, ev sahibinin suskun durması uygun olmadığı gibi hizmet edenleri misafirlerin yanında azarlaması da doğru değildir. Ev sahibinin dikkat edeceği hususlardan birisi de, ziyafet verdiği kişilerin rahatsızlık duymalarına sebep olacak kimseleri orada bulundurmamasıdır. Misafir de, ev sahibinin rızası olmadan yanında başkasını ziyafete getirmemelidir.

Toplu yemek yenirken —yemeğe devam edenleri utandırmamak için— herkes yiyip bitirmedikçe sofradan kalkmamalıdır.

Misafir, ev sahibinin iznini almadan ve dua etmeden oradan ayrılmamalıdır. Karanlıkta yemek de mekruhtur.

Yemekten Sonraki Adaba Gelince

Yemek bitince Elhamdülillâh denilmelidir.

Peygamberimiz (s.a.v.) yemekten sonra, “Bizi yediren, içiren ve Müslüman olarak yaratan Allah’a hamd olsun” diye dua ederdi.

Yemeğe başlarken besmelenin sofrada bulunanların işitecekleri şekilde söylenmesi uygundur. Fakat sofradakilerin hepsi yemeği tamamlamadıkça işitilecek bir sesle “Elhamdülillâh” demek doğru değildir.

Ellerini ve ağzını yıkamak da yemekten sonra yerine getirilmesi gereken adaptandır.

  1. Ruhumuza Karşı Görevlerimiz

Vücut sağlığı gibi, ruh sağlığına da önem vermemiz ve ruhumuza karşı görevlerimizi yerine getirmemiz gerekir. Bu görevler kısaca şunlardır:

a) Ruhumuza Doğru ve Sağlam İnanç Yerleştirmek

Ruhumuzun en önemli gıdası imandır. Bedenimiz, maddi gıdalarla beslenip güçlendiği gibi, ruhumuz da doğru ve sağlam inançla güçlenir. Bu bizi ve bütün varlıkları yaratan, gücü kudreti ve rahmeti sonsuz olan yüce Allah’a ve bizi saadete çağıran elçisine inanmaktır.

İnsan daima Allah’a muhtaçtır. O’na inanan bir insan manevi gıdasını almak suretiyle büyük bir güç kazanır, kalbi huzurla dolar. İnsan ruhunun istek ve arzuları sınırsızdır. İnsanın saadeti ancak bu arzuların yerine getirilmesi ile mümkün olabilir. Bu arzu ve istekler yerine gelmedikçe ruh tatmin edilemez. Nasıl ki aç olan mide birtakım yararlı gıdalarla açlığını giderip tatmin olursa, ruh da ancak manevi gıdası olan gerçek bir imanla tatmin olur, huzura kavuşur.

b) Ruhumuzu Doğru ve Faydalı Bilgilerle Donatmak

Yiyecek ve içecekler nasıl bedenimizin gıdası ise ruhumuzun gıdası da ilimdir. Maddi gıdasını almayan kimse nasıl yaşayamaz, zamanla ölürse, ruhunu yeterli bilgi ile donatmayan, ona manevi gıdasını vermeyen kimse de ruhen aç kalır ve manevi hayatını kaybeder.

İlk emri “oku” olan dinimiz bilgiye büyük değer vermiş, Peygamberimiz (s.a.v.),

“İlim öğrenmek her Müslümana farzdır.” (İbn Mâce, “Mukaddime”, 39.) buyurarak ilmin Müslümanlar için taşıdığı önemi belirtmiştir. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de,

“De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (39/Zümer, 9.) buyurmuş ve âlim ile cahilin aynı seviyede olamayacağını bildirmiştir.

Çünkü ilim ışıktır, aydınlıktır. Cehalet ise karanlıktır. Elbette ki aydınlık ile karanlık eşit olamaz. İlim öğrenmede yaş sınırı yoktur. Müslüman beşikten mezara kadar bilgi edinmek ve ilim tahsil etmekle yükümlüdür.

İlmin kimden ve nereden alınacağı hususunda da bir kayıt konulmamış, aksine, alınabildiği her yerden ilim öğrenmenin gerektiği bildirilmiştir. Peygamberimiz (s.a.v.) bu konuda takip edeceğimiz yolu göstererek şöyle buyurmuştur:

“İlim, Müminin yitiğidir, onu nerede bulursa alır.” (Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, I, 363.)

Dünya ve ahiret saadetinin anahtarı ilimdir. Çünkü ilimsiz ne dünya kazanılır, ne de ahiret.

Ruhumuzu hurafe ve batıl inançlardan temizlemek, kalbimize sağlam ve doğru inançlar yerleştirmek de ilim ile olur.

Maddi bakımdan ilerleme ilim ile olduğu gibi, manevi bakımdan yükselme de ilim ile mümkündür.

Fertlerin kalkınması ve milletlerin ilerleyip yükselmesi de ilimle elde edilir.

Özetle: Dünyayı isteyen ilme sarılmalı, ahireti isteyen ilme sarılmalı, hem dünyayı hem da ahireti isteyen yine ilme sarılmalıdır. Beşikten mezara kadar ilim öğrenmeyi tavsiye eden dinimizin emri budur.

c) Ruhumuzu Yanlış İnançlardan ve Hurafelerden Arındırmak

Dinimiz, akla, düşünceye ve bilgiye büyük değer vermiş, Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetinde insanlar daima düşünmeye ve akıllarını kullanmaya çağırılmıştır.

Bu sebeple, inanacağımız şeyleri iyice araştırdıktan ve doğruluğuna kanaat getirdikten sonra kabul etmeli, dinde yeri olmayan ve ilimle bağdaşmayan asılsız şeylere inanıp bunların peşinden gitmemeliyiz. Bozuk gıdalar vücudumuza zararlı olduğu gibi, batıl inanç ve hurafeler de ruhi rahatsızlıklara sebebiyet verir, insanın doğruyu araştırıp bulmasına engel olur.

Bilgisizlik yüzünden Müslümanlar arasında yayılan, din ile ilgisi olmadığı hâlde dinî inanç gibi kabul edilen hurafe ve batıl inançlardan bazıları şunlardır:

Baykuşun gündüz veya gece evlere konmasını, sabahleyin bir yere giderken önünden tavşan geçmesini, horozun vaktinden önce ötmesini, salı günü çamaşır yıkanmasını, evden biri gurbete gidince arkasından üç gün evin süpürülmesini uğursuz saymak, iki bayram arasında nikâh kıymamak, falcılık yapmak, kaybolan bir şeyi bulmak için bakıcıya gitmek, gaybdan ve gelecekteki olaylardan haber veren kâhinlere inanmak, dileğinin yerine gelmesi için ağaçlara ve türbelere bez parçaları bağlamak, türbelere ve yatırlara mum yakmak, adak yapmak ve ıssız yerlerde insanlara zarar veren gul-i yabani’ye inanmak.

Bu saydıklarımız dinde asla yeri olmayan, akl-ı selime uymayan ve ilmî gerçeklerle bağdaşmayan hurafeler ve yanlış inançlardır. Bunların kaynağı cehalettir, bir ilim ve hikmet dini olan İslam hakkında yeterli bilgiye sahip olmamaktır. Peygamberimiz, uğursuzluk inancının yanlış olduğunu, baykuş ötmesinin hiç kimseye olumsuz bir etki yapmayacağını, herhangi bir zamanda uğursuzluk bulunmadığını, bildirmiştir. (Buhârî, “Tıbb”, 19.)

Müslüman, hurafelere ve batıl inançlara kafasında yer vermemeli, şayet bir yanlış yapmışsa ruhunu ve gönlünü mutlaka bunlardan temizleyip arındırmalıdır. Çünkü bir kaptaki kirli su boşaltılmadan ona berrak ve temiz suyu koymak mümkün değildir. Hurafelere inananlar, evhama kapılır, moralleri bozulur. Bazı ayları ve günleri uğursuz sayanlar, zamanlarını boşuna geçirir, işinden gücünden geri kalır. Falcılara inanmak, insanların yanlış düşüncelere saplanmasına, insanlar arasında kin ve düşmanlıklara sebep olur.

Bir işle ilgili dileğinin yerine gelmesini isteyen kimsenin önce bunun sebeplerine yapışması, başarıya ulaşması için de Allah’a dua etmesi gerekirken, bez parçalarından, türbelere yakılan mumlardan medet umması İslam’ın özü ile bağdaşmayan çok yanlış bir inancın ürünüdür. Kafasına hurafe ve batıl inançları yerleştiren kimseler, gerçekleri göremez, doğruyu bulamaz, hakka ulaşamaz. Çünkü hurafeler gerçeğe giden yolun üzerinde büyük bir engeldir.

Doğru olup olmadığını araştırmadan, dinde yeri bulunup bulunmadığını iyice öğrenmeden bir şeye hemen inanıveren ve anlamadan dinlemeden arkasından gidenler bundan sorumlu tutulacaktır. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor:

“Bilmediğin şeyin ardına düşme, doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi yaptığından sorumludur.” (17/İsra, 36.)

Kaynak: İslam İlmihali, Diyanet