Kendimizi Bulmanın İlk Adımı
Bugün İslâm toplumları olarak en acı kaybımız, herhalde insaniyetimiz, değerlerimiz, edebimiz, kalitemiz ve nihâyet medeniyetimizdir. Müslümanlar olarak İslâm’ın izzetini kuşanamadığımızı itiraf etmek durumundayız.
Son dönem âriflerimizden Sâhibü’l-vefâ Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- bir makalesinde Şevket Rado’nun bir yazısını paylaşmıştı. Şevket Rado, hayatının son günlerinde, eski İstanbul Efendisi’ni güzel bir şekilde tarif ve tasvir etmiştir. Şöyle diyordu yazısında:
KAYBOLAN "İSTANBUL EFENDİSİ"
“Geçen hafta gazeteleri karıştırırken gözüme ilişen bir kayıp ilânından bahsedeceğim. Ama bu ilân, adet olduğu gibi gazetenin son sayfalarındaki haberler arasında değil de bir karikatürde yer almıştı. Karikatürist, İstanbul’da türlü türlü kaba-saba davranışları bildiren gazete haberlerinin ortasına “kayıp aranıyor” başlığını koymuş, altına da efendiden bir adam resmi çizerek aranan kaybın “İstanbul Efendisi” olduğunu yazmıştır.
İstanbul Efendisi evet, evet bu saygıdeğer zat ne kadar zamandır, belki otuz seneden beri ortada görünmüyor. Kendisi çok terbiyeli bir zat olduğu için gittiğini bize hiç fark ettirmeden kayıplara karıştı. Zaten kendisine “bey” değil de “Efendi” denmesinin sebebi de bu terbiyesidir.
İstanbul Efendisi, doğuştan terbiyeli bir kimse idi. Ailesinden almıştı bu terbiyeyi. Yalnız sözüyle, sazıyla değil, her bakımdan nazik, hatır kırmaz, gönül alır, küçükleri sever, büyükleri sayardı. Yaşlıların her türlüsüne saygılı idi. Ona rastladığımız devirlerde İstanbul’da otobüs pek yoktu. Ama tramvaylarda yaşlı kadınlarla erkeklerin, bugün olduğu gibi ayakta kaldıkları görülmezdi. Yolcuların arasında bulunan bir İstanbul Efendisi hemen kalkıp yerini onlara verirdi. İstanbul Efendisi, ütülü pantolonu, boyalı ayakkabısından, ceketinin sol cebindeki mendile kadar, tertemiz bir adamdı. Onun kalabalık yerlerde ter koktuğunu kimse duymadığı gibi mendilinden başka yere sümkürdüğünü de gören olmamıştır.
İSLAM TOPLUMUNUN EN ACI KAYBI
İstanbul Efendisi, itişip kakışmaktan nefret eder, kalabalıkta biri yanlışlıkla ayağına bassa: “Kör müsün? Önüne baksana!” diye hışımla üzerine yürümek yerine, acı bir gülümsemeyle adamın omuzunu okşayıp: “Daha dikkatli ol evlâdım!” diyerek yoluna devam ederdi. Hatır sormakta, gönül almakta ise İstanbul Efendisi’nin kâbına varmak kâbil değildir.
İstanbul Efendisi’nin övülmeye değer daha nice meziyetleri vardı ki onları saymaya kalksak, sahifeleri doldurmak işten bile değildir. Onun için sözü burada kesiyor, bu saydığımız meziyetleri şahsında toplayan, fakat çoktan beri izine rastlayamadığımız İstanbul Efendisi’ni görenler varsa, nerede olduğunu, insaniyet ve nezâket namına İstanbul Belediye Başkanı’na bildirmelerini rica ederim.”
Evet, kayıp listemiz hayli kabarık. Hepsini sayıp dökerek uzun listeler sunmak yerine birkaç anekdot ve hatıra ile en zaruri hayati kayıplarımızın farkına varmanın ve bir yerlerden başlamanın gereğine inanıyorum.
Bugün İslâm toplumları olarak en acı kaybımız, herhalde insaniyetimiz, değerlerimiz, edebimiz, kalitemiz ve nihâyet medeniyetimizdir. Müslümanlar olarak İslâm’ın izzetini kuşanamadığımızı itiraf etmek durumundayız. Aşkımız, sevdamız, himmetimiz, hedef ve taleplerimiz üzülerek ifade edelim ki seviye kaybetti. Dünya için yaşar olduk, sanki. İtmi’nanımız, Allah ve O’nun katındakilerden ziyade, nefsimizin hazları oldu. Gönüller, ulvi ufukların seyyahı olacağı yerde, dünya pazarında gezip dolaşarak eğlenmeyi seçti ve nefsimiz de günbegün palazlandı.
İlmin, irfânın ve hikmetin tâlibi olmak yerine, kariyer, makam ve geçici mülklerin mâliki olmayı tercih eder olduk. Küresel rüzgârların bir oraya bir buraya savurması neticesinde, sabitelerimizden kopmaya başladık. İmanımız yakine ermek yerine, yara aldı ve zayıf düştü. Amellerimizin ihlastan yana içi boşalır oldu. Kardeşliğimiz, ilişkilerdeki nezaketimiz, hak ve hukuk hassasiyetlerimiz, helal-haram titizliğimiz kaybolmaya yüz tuttu. Kıblemizi şaşırmaya başladık. Kafamız karıştı, gönlümüz bulandı. Ailede ülfet, saygı ve muhabbet, yerini dağınıklığa, soğukluğa ve kuruluğa bıraktı. Faziletler yarışı olması gereken bu sıcak yuva, hukuk savaşının verildiği bir arenaya dönüştü. Kaybettiğimiz daha nice güzellikleri peş peşe sayabiliriz. Elbette bu güzellikler tamamen kaybolup gitmedi. Ancak toplumlarımızın genel ortalamasının, gittikçe negatif değerlere doğru seyrettiğini de ifade etmeliyiz.
Neden böyle bir kayıp yaşanmaktadır? Bunun psikolojik, sosyolojik, siyasi ve ekonomik birçok sebepleri sıralanabilir. İşimiz mazeretlere sığınmak da olmamalıdır. Ne yapmalı ve kayıplarımızı tedarik etme anlamında işe nereden başlamalıyız?
BU ZAMANIN GENÇLERİNE HAYATİ UYARILAR!
Fert ve toplumları eğitip geliştiren âlim, ârif, mürşid, mürebbi ve muallim sınıfında kemiyet ve keyfiyet olarak yeterli olmadığımız söylenebilir. Asrın çilekeş mütefekkirlerinden Muhammed İkbal der ki:
“Okuldan ve tekkeden hüzünle ayrıldım. Oralarda hayatı, sevgiyi, hikmeti ve basireti bulamadım. Okulda öğretmenler, basireti yitirmiş ve zevki öldürmüşlerdir. Tekke ve zâviyelerdeki birçok şeyhlerin ise himmetleri kısa, istekleri sönük, ilimleri ise azdır.
Günümüzün kültürlü gencinin elindeki kadeh boş, dudakları susuzluktan çatlamış, yüzü parlak, gönlü zindan, aklı aydınlık basireti kör, görüşü zayıf, ümitsizliği büyüktür. O’nun bu âlemde bir şey gördüğü yok! Bu gençler, adamlara benziyorlar; adam değiller! Kendi varlıklarını inkâr etmişler; başkalarından medet umuyorlar.
Yabancılar onların İslâmî toprak ve kerpiçlerinden kiliseler, manastırlar inşa ediyorlar. Çıtkırıldım ve lüks bir gençlik! İpek kadar ince ve yumuşak... Gönüllerindeki umut ve emeller daha beşikteyken ölüyor. Özgürlük üzerine düşünmesini bilmiyorlar. Okullar onlardan dînî duygu ve derinliği soyup almış, heykeller hâline gelmişler. Kendilerini bilmemekte olup insanların en câhili onlardır. Batı medeniyeti iliklerine kadar işlemiş ve bir parça ekmek için yabancılara el açar hâle gelmişlerdir. Bu uğurda ruhlarını satmışlardır. Onları okutan öğretmen, onları tanımamış ve değerlerini, şahsiyetlerini onlara bildirmemiştir. Mü’mindirler; ama ne ölümün sırrını biliyorlar, ne de Allah’tan başka gâlib-i mutlak olmadığına inançları vardır.
MODERN EĞİTİM KURUMLARINI SANA ŞİKÂYET EDİYORUM YA RAB!
Batıdan Lat ve Menat satın alıyorlar. Müslümandırlar; ama akılları putları tavaf ediyor. Batılılar, bu nesli harpsiz, darpsiz öldürdüler. Günahlara karşı cüretkâr ve hayâsız, az akılları, kaskatı kalbleri ve haramlardan sakınmayan gönülleri vardır. Onların ilmi, fen, din, siyaset, akıl ve kalp telakkilerinin hepsi, maddenin etrafında tavaf etmektedir. Kalbleri, yenilenen düşünceleri almıyor ve fikirleri hiçbir değer taşımıyor. Hayatları donuk, sönük ve dumûra uğramış!”
Ey okumuş nesil! Seni garipsemiyorum... Utangaç ve korkaksın. Kalbin buz gibi; orada ne bir sıcaklık ve aşk, ne de bir hareket var! Bakışların iffetsiz... Batılıların nuruyla gözleri açılan kültürlü gençlik, konuşmasında becerikli ve kibardır; ama gözyaşı dökmeyi bilmez ve kalbi huşûdan yoksun...
Modern eğitim kurumlarını sana şikâyet ediyorum Ya Rab! Onlar, doğan ve şahin yavrularını, serçeler gibi ve aslan yavrularını da kuzular gibi büyütüp yetiştiriyorlar...
Ey müslüman genç! Oturduğun minder Batı işi, dayandığın yastık İran malıdır. Ben seni bu lüks ve tekebbür içinde gördüğümde, gözlerim kanlı yaşlar akıtacak sanıyorum. Ali’nin (radıyallâhu anh) kuvvetinden ve Selman-ı Farisi’nin (radıyallâhu anh) istiğna ve kanaatinden mahrum kaldığın sürece, dünyalara padişah olsan da senden hayır gelmez!
Ey yeni neslin terbiyecisi! Allah ömrünü uzun etsin! Onlara, tevazu ve nefisten feragat derslerini, şahsiyet ve kişiliklerini tanıtarak ver! Kayalar nasıl yarılır ve dağlar nasıl yerle bir edilir öğret onlara! Çünkü Batı onlara cam kâse yapmaktan başka bir şey öğretmedi. Arka arkaya iki asır devam eden kölelik, onların akıllarını darmadağın ve kalplerini perişan etti. Bunun için, bak, onları nasıl kendi şahsiyet ve benliklerine kavuşturursun ve fikrî anarşiyle nasıl savaşırsın; dikkat et!”1
İSLAM TOPLUMUNUN EN ACİL MESELELERİNDEN BİRİ
Kayıplarımızı telafi edecek yapılması gereken en önemli vazifelerin başında, hemen her alanda Rabbâni âlim ve âriflerin yetiştirilmesine öncelik vermektir. Hayat okyanusunun dalgaları arasında kaybolup gitmemek için önce güçlü kaptanlara ve deniz fenerlerinin inşasına ihtiyaç vardır. Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ şöyle anlatır:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken işittim:
“Allah Teâlâ ilmi insanların hafızalarından silip unutturmak suretiyle değil, fakat âlimleri ortadan kaldırmak suretiyle alır. Neticede ortada hiçbir âlim bırakmaz. İnsanlar bir kısım cahilleri kendilerine lider edinirler. Onlara birtakım meseleler sorulur; onlar da bilmedikleri halde fetva verirler. Neticede hem kendileri sapıklığa düşer, hem de insanları saptırırlar.” (Buhârî, İlim 34; Müslim, İlim 13)
Saygı duyulacak, eli öpülüp duası istenecek, söylediğine itibar edilecek şahsiyetli ve güvenilir ilim adamları yetiştirmek, bugün İslâm toplumunun en âcil meselelerinden biridir. İşi ciddiye alan ve adam yetiştirmenin önemine inanan öncü liderlere ve basiret ehline muhtacız.
KIZI VEFAT ETTİĞİNDE BİLE DERSİNİ TATİL ETMEYEN HOCA
Mahmud Bayram hocaefendi anlatıyor:
“Son devrin âlimlerinden hocam Hüsrev Efendi vardı. Ben bunlar gibi insanları görünce “Böyle insanlar daha gelmemiştir” diye düşünüyorum. Hüsrev Efendi Çengelköy’de oturur, her sabah oradan yürüyerek sahile iner, vapura binip Sirkeci’ye gider, oradan da otobüsle Fatih’e geçerdi. Öğleden ikindiye kadar dersini okutur, aynı yoldan geri dönerdi. Bütün bu zahmetli iş karşısında çok maaş almasını beklerseniz, yanılırsınız. Çünkü değil normal maaş, bir kuruş bile almazdı. Sadece üzerine düşen vazifesini yerine getirmek için bunu yapardı. Hatta kızı hastalanmıştı da, o zamanlar 60 lira olan bir tüberküloz ilacı alınamamıştı. Çünkü hoca’nın maddi durumu müsait değildi.
Bir gün dersini anlatıyor, ama her zamankinden farklı olarak çok neşesiz ve hareketsizdi. Biz de dayanamayıp “Hocam bugün çok durgunsunuz, nedir bu hâl?” diye sorduk. “Yok bir şey” gibilerinden bir şeyler söylese de, biz çok ısrar edince söyledi “Tüberküloz olan kızım bugün vefât etti. Onun cenaze işleri vardı. Cenaze şöyle de olsa böyle de olsa kalkacak; ama dersi aksatırsam mesul olabilirim, diye düşündüm ve buraya geldim. Geldim ama onun verdiği bir sıkıntıyla da durgunum. Kusura bakmayın o yüzden biraz cansız konuştum” dedi.
Hoca, dersten sonra kızının defin işleri için ayrıldı. Mezarlıktan döndükten sonra da yine derse geldi. Üzgündü. Gözlerinden yaşların süzüldüğünü görüyorduk. Dersi tatil etsek mi, diye soracak olduk. “Hayır” dedi. “Ders tatil edilmez.”
İmam Hatip Okulunda Akaid dersine girerdi. Bütün okulun akaid dersine... Bir gün okula gelirken, rahatsızlanmış. Kalpten. Tekrar eve götürmüşler. Ben de koştum, gittim. Eve vardığımda baktım altı yedi kişi oturmuş hocanın yanına ders okuyorlar. O da yatıyor, kalkıyor, ilgileniyor ama konuşacak takati yok. Çok zayıflamış. Öğrencilerden birisi hocaya dedi ki “Hocam, hastalığınız sizi yoruyor. İnşaallah biraz iyileşseniz de o zaman yeniden okusak...” Hoca elini açtı “Ya Rabbi,” dedi, “ben dersi bırakmadım. Çocuklar tatil edilmesini istediler.”2
HASBİ YÜREKLER LAZIM
Mesuliyetini müdrik böylesi âlim ve muallimlere ihtiyaç var. Yeniden inşa için hesabi değil, hasbi yürekler lazım. Yüce Rabbimiz çoğu zaman insanı insanla inşa ediyor. Diriltici nefes üfleyebilecek liyakatte ve samimiyyette nice kulları eliyle, nice gafil yürekleri uyandırıp biiznillah diriltebiliyor. Bu itibarla iyi yetişmiş bir insan, bazen yüzbinleri harekete geçiren bir bir nefha-i ilâhiyye olabiliyor.
Hindistan’ın önde gelen Müslüman âlim ve davetçilerinden biri olan Ebu’l-Hasen en-Nedvî, tanıyanların şehâdetiyle Rabbânî bir âlimdi. Davet ve irşadında son derece hasbî bir duruş sergilerdi. Bu güzel hasletleriyle, dünya Müslümanlarının hemen hepsinin saygısını ve sevgisini kazanmıştı. Hatta 1999 senesinde Hindistan’da bir Ramazan günü vefat ettiğinde, hem Mekke-i Mükerreme’de ve hem de Medine-i Münevvere’de kendisi için gıyâbî cenaze namazı kılınmıştı. Kendisi hakkında anlatılan şu hatıra, onun sevgi ve saygı görmesinin ipuçlarını göstermesi bakımından önemlidir:
Mustafa Sıbâî Hoca, Suriye Şeriat Fakültesi dekanı iken, Ebu’l-Hasen en-Nedvî’yi bir seri konferans vermek üzere davet etmişti. Daha sonra Ricâlü’l-fikri ve’d-da’ve adıyla kitaplaştırılan İslâm Tarihinde Tecdid ve Mücedditler konulu dizi konferansını verdi.
Büyük emek mahsûlü bu konferanslar çok ilgi gördü, güzel tesirleri oldu. Fakülte, misafir profesörlere, ödül mahiyetinde bir meblağ ödüyordu. Onun için de tahakkuk ettirdiler. Fakat hediyeyi Üstada vermek isteyince bir sürprizle karşılaştılar. Hocaefendi kesin olarak kabul etmiyordu. Ömrü boyunca yapacağı hizmetlerden ücret almamak üzere Rabbine söz vermişti. Yönetim mecbur kaldı, parayı yoksul öğrencilere dağıttı.
Merkezi Mekke-i Mükerreme’de bulunan Rabıta Teşkilatı, kurucu üyelere katıldıkları celseler için para ödüyordu. Nedvî bunu da kabul etmedi.
Kendisine Kral Faysal büyük ödülü verildi, miktarı üç yüz bin riyal idi, bir kısmını Harameyn yoksullarına, diğer kısmını da Hindistandaki yoksullara ve medreselere dağıttı.
Burunay Sultanı’nın ödülünü ve bir milyon dirhemlik Dubayi Devlet Ödülünü de bir kuruşunu cebine koymadan Allah yolunda sarf etti.3
İDAREDE LİYAKAT ESAS ALINMALI
Adâlet ve ehliyet, vazifede esas olmaz ise daha ne kıyâmetler kopacaktır. Müesseselerin, devletlerin ve milletlerin yok olup gitmesinde, işte bu büyük hiyânet hastalığı vardır. İdari mekanizmalarda liyakatin yerini, eş, dost, akraba, hemşeri ve bunun gibi daha başka değer ölçüleri alıyor ise zulüm çarkı işlemeye başlamış demektir. Böyle bir müessese ya da toplum, elbette ilahi rahmetten mahrumiyet yaşayacaktır. Allah’ın yardım ve inayeti bir topluluğa da kesilecek olursa, artık helâk ve düşüş kaçınılmaz bir son olacaktır.
Ebû Zer (radıyallâhu anh) Allah Resûlünden bir vazifeye tayinini talep etmişti. Efendimiz buyurdular ki:
“Ey Ebu Zer! Ben seni zayıf görüyorum. Ben kendim için arzu ettiğim bir şeyi senin için de ister, severim. İdarecilik bir emanettir. Kıyamet günü hüsran ve pişmanlık yaşatır. Bu ağır mesuliyeti üstlenen, ancak üzerine düşeni hakkıyla eda eden insan olmalıdır.”4
EDEP NOKSANLIĞI AKIL VE İLİM NOKSANLIĞININ DIŞAVURUMUDUR
Bir milletin yeniden ayağa kalkmasında tarih ve medeniyeti en önemli hazinelerden biridir. Bu ise geçmişe karşı hem saygıyı hem de vefayı gerekli kılar. Bugün, geçmiş büyüklerine karşı hoyratça saldıran hafif meşrep ilim insanları meydanda dolaşıyorlar. Edep noksanlığı esasen akıl ve ilim kıtlığının dışavurumudur. Şu güzel tablolara ne kadar da muhtacız:
Emin Saraç hocaefendi anlatıyor:
“Şeyhu’l-kurrâ Abdurrahman Gürses hocaefendi ile bir defasında Bedir şehitlerini ziyaret etmiş dönüyorduk. Bana dönüp:
“Siz ilerleyin, ben geliyorum” dedi.
Bir süre sonra merak ettim, yanına vardım. Baktım ki hoca efendi ağlıyordu. Ashâb-ı Bedir şehitlerinin yattığı o topraklar üzerine yüzüstü yatmış, için için ağlıyordu. Hocaefendi böyleydi. Derdi ki:
“Burada yatanların hukuku var.”5
Dipnotlar: 1) R. İhsan Eliaçık, Çağa İz Bırakan Müslüman Önderler Muhammed İkbal, s. 99-103. 2) Bk. İbrahim Refik, Tarih Şuuruna Doğru, I, 35; Ahmed Şahin, İslâm’ı Böyle Yaşadılar, s. 44; Yeni Nesilleri İnşâ Eden Âlimlerimiz, I, 49-50. 3) Hayreddin Karaman, İslâmî Hareket Öncüleri, s. 411-412. 4) Bk. Müslim, “İmara” (3/1457, 1458,H. No:1825ve 1826), Ebu Davud, “Vesaya” (3/289-290, H.No:2868); M. Şerafeddin Kalay, Örnek Nesil, II, 411. 5) Fatih Çollak, Abdurrahman Gürses Hocaefendi, s. 67-68.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Altınoluk Dergisi, Sayı: 355
YORUMLAR