Kendimizi Kime Beğendirmeye Uğraşıyoruz?

HAYATIMIZ

Gençlik olarak her geçen gün sosyal medya ve dijital dünyada daha fazla zaman harcıyoruz. Maalesef bir şeyin kıymeti de sanal dünyada paylaşılan resim, video veya sözlerin insanlar tarafından ne kadar beğenildiği ile ölçülüyor. Peki kendimizi kime, neden ve niçin beğendirmeye uğraşıyoruz? Bu hususta dikkat etmemiz gerekenler nelerdir? Osman Nuri Topbaş Hocaefendi cevaplıyor...

Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“…Âhiretin sonsuz nîmetleri yanında dünya hayatı azıcık, değersiz ve geçici bir geçimlikten ibarettir.” (er-Raʻd, 26)

“O (kâfirler), dünya hayatını sevip âhiret hayatına tercih ederler…” (İbrahim, 3)

“İyi bilin ki şu dünya hayatı boş bir oyalanma ve oyundan başka bir şey değildir. Âhiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bunu bilmiş olsalardı!” (el-Ankebût, 64)

Bu minvalde daha pek çok âyet-i kerîme var. Hepsinde de Rabbimiz insanoğluna, bu dünyanın fânî ve geçici bir imtihan mahalli, âhiretin ise ebedî bir ikâmetgâh olduğunu hatırlatıyor.

Kullarını çok seven Rabbimiz; gönderdiği peygamberlerle, suhuf ve kitaplarla, onları önlerinde bulunan esas ve sonsuz hayata karşı gâfil kalmaktan îkaz buyurmuş. Yine zerreden küreye, mikrodan makroya kadar ilâhî kudret ve azametini sergileyen kâinatla biz kullarını irşâda devam ediyor. Hâl böyle iken, bütün bunların karşısında insanın gaflete dalarak kalbini ve aklını dumura uğratması, ne hazin bir durumdur!

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de ashâbına sık sık;

“Esas hayat, âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1) buyurmak sûretiyle, bir mânâda bu hakîkati gönüllere nakşetmeye çalışmış, onları dünyaya dalıp ebedî âleme hazırlık yapmaktan gâfil kalmamaları yolunda irşâd etmiştir.

Fakat bizler, teknolojik gelişmelerin ilerlediği bir devirde, çok farklı bir zamana şahitlik ediyoruz. Şöyle ki;

Eskiden insanlara, imtihan hikmetine binâen bu cihânın fânî lezzetlerle kuşatıldığı, lâkin buna takılmayıp takvâ üzere bir hayat yaşamak sûretiyle ebedî âleme hazırlanmak gerektiği anlatılıyordu. Fakat şimdi insanımızı, evvelâ düştükleri sanal dünya girdabından çıkarıp önce gerçek dünyaya getirmeye, sonra bu dünyanın da geçici olduğunu idrâk ettirip esas ve ebedî hayat olan âhirete hazırlanmanın lüzûmunu anlatmaya çalışmamız gerekiyor.

Zira gençlerimiz, ellerindeki bilgisayar, tablet ve telefonla giriş yaptıkları sanal âlemde, kendilerini çok farklı bir dünyada buluyorlar. Hem de öyle bir dünya ki, akıl-mantık, ahlâkî kâideler, vicdan ve insaflar altüst olmuş durumda. Ahlâkî değerler yerlerde. O mezbelede, tabiî olarak kıymet hükümleri bozuluyor.

Meselâ Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; “Kim küçüğümüze merhamet etmez ve büyüğümüze hürmet göstermezse, bizden değildir.” (Heysemî, VIII, 15) buyurmuşken, anne-babasına yaptığı hürmetsizliği nâhoş bir şekilde paylaşan genç, bu yaptığıyla iftihar edebiliyor!

Yine hadîs-i şerîfte; “Hayâ ve îman bir aradadır; biri gittiğinde diğeri de gider!” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 53) buyrulduğu hâlde, edep dairesinin dışına taşan hareketlerini pervâsızca sanal âlemde yayımlayabiliyor. Bunu yaparken, neyi kaybettiğini zerrece düşünmüyor! Tek düşündüğü husus, gerçek kimlikleri bile belli olmayan şahısların yapmış oldukları “beğeni”ler.

Yani sanal âlemin insana telkin ettiği husus, fânîlerin alkışlarını toplamak sûretiyle ya dünyevî bir menfaat elde etmek ya da nefsânî arzularını tatmin etmekten ibârettir. Hâlbuki insan sırf madde ve nefisten ibaret geometrik bir varlık değildir. İnsan; Cenâb-ı Hakk’ın yeryüzündeki halifesi ve dîninin temsilcisi mevkiindedir. Bu sebeple o, zâhir ve bâtınıyla, beden ve rûhuyla, madde ve mânâsıyla bir bütündür. Dolayısıyla insanın maddî ihtiyaçları gibi mânevî ihtiyaçları da bulunmaktadır. Bu ikisi arasındaki denge, hayatta dünya ve âhiret dengesini temin etmeye bağlıdır.

Bir mü’minin en büyük hedefi, dünya hayatını bir ebediyet yolcusu olduğu şuuruyla yaşayıp Allâh’ın rızâsını gözetmek olmalı. Zira âyet-i kerîmede şöyle buyruluyor:

“Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, içinde ebedî kalmak üzere altından ırmaklar akan Cennetler ve Adn Cennetleriʼnde güzel meskenler vaad etti. Allâh’ın rızâsı ise hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.” (et-Tevbe, 62)

Ayrıca Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyuruyorlar:

“Kim insanların gücenmesini göze alarak (insanlar gücense bile) Allâh’ın rızâsını gözetirse, insanlardan gelen sıkıntılara karşı Allah ona yeter.

Kim de Allâh’ın rızâsını göz ardı ederek insanların rızâsını gözetirse, Allah, onu insanlar(ın insafın)a bırakır.” (Tirmizî, Zühd, 64; Kenzü’l-Ummâl, h. no: 43034)

Bu dünyada haram ve günah olan her şeyin, sanal âlemde de haram ve günah olduğu hakîkati zaman zaman göz ardı ediliyor. Hâlbuki bu dünyada haram ve günah olan -meselâ- yalan ve gıybet, sanal dünyada da haram ve günahtır!

Bu dünyada gözün yanlış vitrinlere kayması nasıl büyük bir vebâlse, sanal dünyada da büyük bir vebaldir!

Rabbimiz’in emrine aykırı her söz ve davranış bu dünyada haram ve yasak olduğu gibi, sanal dünyada da haram ve yasaktır! Dolayısıyla bu dünyada işlenen günahlar, hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere kalbe siyah bir leke bırakırken,[1] sanal âlemde işlenen günahlar da kalbi karartır.

Velhâsıl az evvel ifade etmeye çalıştığımız gibi, gençlerimizi evvelâ içinde kayboldukları bu sanal dünyadan çıkarmalı, sonra da bu dünyanın da fânî ve geçici, asıl hayatın ise âhiret olduğunu anlatmamız gerekiyor.

Çocukluğumda Erenköy sâhili boştu. Denizle karanın birleştiği yerlerde yaklaşık iki metre genişliğinde bir kumsal olurdu. Orada çocuklarla kumdan evler yapardık. Bir müddet sonra da aramızda anlaşmazlık çıkar ve birbirimize: “Sen benim yerime geçtin!”, “Hayır, asıl sen benim sınırıma girdin!” diye çekişirdik. Sonra bir dalga gelir ve paylaşamadığımız o kumdan evlerimizi dümdüz edip giderdi.

Bugün sanal dünyada yaşayan gençlerin hâli de bunun bir misâli sanki. Hepsi de bir son nefes depremi yahut dalgası ile son bulacak. Dolayısıyla asıl mesele, son nefesten evvel uyanabilmek… Yani bu dünyanın, âhiretin satın alındığı bir pazar yeri olduğunu idrâk edebilmek. Bu hakîkati, hiçbir zaman unutmamak üzere gönle nakşetmek.

Sosyal medya, sanayi ve endüstrinin gelişmesiyle ortaya çıkan, yanlış kullanıldığında insanı daha egoist ve pragmatist yapan, nefsânî arzuları daha da palazlandıran bir vâkıa. Bu da insanın iç dünyasını köreltiyor, mânevî dünyasına zehir saçıyor. Bu sebeple bizler, sanal âleme değil, gerçek ve ebedî olan âleme gönül vermeliyiz. Sanal âlemdeki sanal kişilerin değil, gerçek hayattaki hakîkat ehli âlimlerin, âriflerin, evliyâullâhın, Mevlânâların, Yunusların, Hüdâyîlerin yolunu takip etmeliyiz.

Bu sebeple bir mü’min; “Yirmi dört saatimin ne kadarını sanal âlemde geçiriyorum?” diye kendisini hesaba çekmeli…

Hiç tanımadığı insanları şuursuzca takip ederken, anne-babasına, kardeşine ve âilesine ne kadar vakit ayırdığının idrâkinde olmalı. Hangisine daha çok vakit ayırdığını hesap etmeli. Zira insanların ne yiyip içtikleri veya nerede dolaştıklarını takip ederken, sayılı nefesler tükenmeye devam ediyor.

Ayrıca; “Ben zaten kötü insanları takip etmiyorum, çirkin şeyleri izlemiyorum!” diyerek bahane bulmak da, insanı mâlâyânîye daldırır. Bu da yine çok kıymetli olan vaktin israfı demek olur. Zira internetin sınırsız olabilir ama, ömrün sınırsız değil!

Hâlbuki her mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın sevip râzı olacağı bir hâle ulaşmaya gayret etmeli ve bunun duâ ve ilticâsı üzere bulunmalıdır. Böyle bir niyet, gayret ve iştiyaktan uzak, gâfilâne geçirilen bütün vakitler, ömür takviminin çöpe atılmış altın yapraklarıdır. Bu sebeple Allâh’ı unutarak geçirilen bütün zamanlar, âhiretin can yakıcı nedâmet ateşleridir…

Dünyaya âhiret için geldik. Dolayısıyla bir genç; “Âhirette mîzânıma koymak için bugün ne hazırlayabildim?” suâlini kendisine sık sık sormalı.

“Gündemimi meşgul eden sayısız telâş ve endişe içinde son ne-fes, kabir ve âhiret endişesi acaba kaçıncı sırada geliyor?..” muhâsebesi içinde olmalı.

Allâh’ın huzûruna çıktığımız zaman bizleri pişman edecek şeylerden kaçınmak, çok mühim…

Fânî hayat, ebedî hayata hazırlık yapma yeridir. Müʼmin, kabir ve âhiretin zor geçitlerinde tevessül edebileceği, yani kurtarıcı bir vesîle olarak Cenâb-ı Hakkʼa arz edebileceği ihlâslı ibadetler, sâlih ameller, fedakârâne gayret, hizmet ve fazîletler biriktirmelidir…

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Rânûnâ Vâdisiʼnde verdiği bir hutbede şöyle buyurmuştu:

“Ey insanlar!

–Ölmeden önce tevbe edin;

–Fırsat elde iken sâlih ameller işlemeye bakın!

–Gizli-açık bolca sadaka vermek,

–Ve Allâhʼı çok çok zikretmekle

–Rabbinizle aranızı düzeltin!..” (İbn-i Hişâm, I, 118-119, Beyhakî, Delâil, II, 524)

Yine bir defasında da:

“İyilik ve hayırdan yana Allah Teâlâ’ya kendinizi gösterin.” buyurmuştur. (Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, III, 344)

Âhirette hepimiz, bu dünyada yaptıklarımızın mukâbilini göreceğiz. Bugün dünya tarlasına ne ekersek, yarın âhiret hasadında elimize geçecek olan, ancak onun mahsûlüdür.

Bu itibarla esas hayatı âhiret; dünyayı ise âhiretin tarlası telâkkî ederek yaşamak; dünyayı da âhireti de cennet gülistânı kılmanın yegâne yoludur.

Rabbimiz cümlemize ihsan buyursun.

Dipnot:

[1] İbn-i Mâce, Zühd, 29; Müsned, II, 297.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Genç Dergisi, Yıl: 2024 Ay: Mayıs Sayı: 212