Kendimizi Tefekkür Nasıl Ederiz?
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi, insanın kendini nasıl tefekkür edeceğini anlatıyor...
“İnsan yaratılışı”na döndürüyor:
Bir nutfeden yaratıldı. Yok kadar bir şeyden yaratıldı, yok kadar nutfe… Baksan göremezsin, mikroskobun altında göremezsin. Çok çok daha öteki şeylerle (gelişmiş cihazlarla) ancak görülebilen. Bir nokta bile değil. Bir toz bile değil. Ondan yaratıldın.
Öyle ki, o şey, herkesin, yedi buçuk milyar insanın parmak izi ayrı. Sîmâsı ayrı.
İçte birtakım cihazlar çalışıyor. Hiçbir çalışan cihazdan haberimiz yok. Kalbimiz nasıl kanı pompalıyor? Midemiz nasıl eritiyor, salgılar veriyor? Böbrek nasıl? Elli gram bir et parçası nasıl içtiğimiz suları süzüyor? Zararlıyı atıyor, faydalıyı vücutta bırakıyor.
Her uzuv ayrı bir fabrika. Kendimize verilse kaç tane arıza yaptırırız, şarteller konulsa? O bir nutfe… Ondan sonra; “خَلَقْنَا, خَلَقْنَا, خَلَقْنَا... ” geliyor. (Bkz. el-Müʼminûn, 14)
Bir yaratılıştan bir yaratılışa döndürülüyor insan. O nutfe, aleka oluyor, asılı bir şey oluyor. Annenin karnında asılı bir şey, rahimde asılı bir şey. Annenin de haberi yok. Anne de o kanla onu besliyor, büyütüyor onu orada. O çocuk o kandan nasıl, o maddeleri çekiyor? O da bir meçhul bizim şeyimizde.
Ondan sonra ne geliyor? Mudga’ya geliyor, büyüyor. Çiğnenmiş bir et hâline geliyor. Şekilsiz, kafa büyük, kollar kısa vs. Güzel bir tenâsüp yok. Baktığınız zaman sana bir lezzet vermez. Güzel manzarası yoktur.
Ondan sonra izam, kemikler. Kemiklere kaslar sarılıyor.
Velhâsıl bir insan dünyaya çıkıyor. İnsan kendini bir tefekkür etsin.
Cenâb-ı Hak ne buyuruyor?
“Ey insan! Seni şekilsizlikten en güzel şekilde birleştiren Rabbine karşı seni aldatan nedir?” buyuruyor. “Nedir seni aldatan?” buyuruyor. (Bkz. el-İnfitâr, 6-8)
Yani nereden geldiğine bak. Nasıl inkişâf ettiğine bak. Sen kendi kendine mi inkişâf ettin? Kendi kendini mi büyütüyorsun?
Nihâyet Cenâb-ı Hak bir dünya hayatı veriyor.
وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِى الْخَلْقِ اَفَلَا يَعْقِلُونَ
(“Kime uzun ömür verirsek biz onun gelişmesini tersine çeviririz. Hiç düşünmüyorlar mı?” [Yâsîn, 68])
Baştan sizin hayatınız, gençlik; sonra bizim hayatımız, yaşlılık -eğer ömür varsa-. Güç kuvvet azalıyor. Vücut şâkülünden düşüyor.
اَفَلَا يَعْقِلُونَ
“…İnsan akıl erdirmez mi?” (Yâsîn, 68) Gidiş nereye? Yolculuk nereye?..
Ondan sonra Cenâb-ı Hak ne buyuruyor?
“Siz diyor, öleceksiniz diyor. Sonra dirilteceğiz sizi.” diyor. (Bkz. el-Mü’minûn, 15-16)
Velhâsıl Kur’ân-ı Kerîm’in her âyeti bize bir derinlik vermesi lâzım.
Kendini düşün. Diğer mahlûkatı düşün. Hepsinin bir sistemi var ayrı ayrı. El-Bârî, el-Musavvir sıfatı…
Velhâsıl Cenâb-ı Hakk’ın o kadar çok nîmeti var ki… Cenâb-ı Hak soruyor:
“…İnsan huzurumuza gelip (hesap vermeyeceğini mi) zannediyor?” (el-Mü’minûn, 115) buyuruyor. Zerrelerin hesâba gelecek.
“Biz insanı abesen (abes) yaratmadık (boş yere yaratmadık)…” (el-Mü’minûn, 115) buyuruyor Cenâb-ı Hak. Dünyayı, bu âlemi…
“Biz gökleri ve yeri bir oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.” (Bkz. ed-Duhân, 38; el-Enbiyâ, 16) buyruluyor.
Hiçbir mâzeret kapısı yok.
“–Efendim ben, çok param, malım-mülküm var, bugün-yarın, bugün-yarın derken öldüm…”
Cenâb-ı Hak:
“–Sen Süleyman -aleyhisselâm-’dan daha mı zengindin?”
“–E, fakirlik vardı, gariplik vardı vs… hastalık...”
“–Sen Eyyûb kulumdan daha mı müşkül durumdaydın?”
“–Esirdim, patronum vardı vs…”
“–Yusuf kulumdan daha mı zor durumdaydın?” (Bkz. Bursevî, Rûhuʼl-Beyân, IV, 258; Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, V, 202-203)
Velhâsıl kıyâmet günü bütün mazeretler kapanıyor. Herkese Cenâb-ı Hak ne kadar nîmet verdi;
“…Verdiğimiz nîmetten sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor:
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
Onun için en büyük nîmet, İslâm, müslüman olma nîmeti. Hâdî sıfatıyla geldik. En büyük nîmet, Rasûlullah Efendimiz.
لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ
(“Yemin olsun, Allah müʼminlere bol ihsanda bulundu…” [Âl-i İmrân, 164])
Allah Rasûlü’ne ümmet olabilmenin şeyi.
Velhâsıl:
وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ
(“…Hakkı tavsiye edenler…” [el-Asr, 3]) Cenâb-ı Hak buyuruyor.
وَالْعَصْرِ. اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفِي خُسْرٍ.
(“Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir.” [el-Asr, 1-2])
Cenâb-ı Hak; “Zamana yemin olsun.” (el-Asr, 1)
En kötü israf, zamanın israfı. Bu çünkü, bu zaman, çok aranacak öbür tarafta. Cenâb-ı Hak yine Münâfikûn Sûresi’nde:
“İnsana ölüm ânı gelir de; «–Yâ Rabbi! Biraz (açsan, biraz) daha zaman versen de sadaka versem ve sâlihlerden olsam.» demeden evvel infak edin.” (el-Münâfikûn, 10) buyuruyor Cenâb-ı Hak.
Demek ki “وَالْعَصْرِ”. Zaman en kıymetli şey zaman. Gençlik de en kıymetli.
اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفِي خُسْرٍ
“İnsan hüsrandadır (zarardadır, ziyandadır).” (el-Asr, 2)
Süleyman -aleyhisselâm- kadar zengin olsan, eğer onu Allah yolunda bezletmezsen ziyandasın.
Yusuf -aleyhisselâm- kadar güzel olsan, hiç faydası yok. Onu veren de Cenâb-ı Hak. Onu nasıl kullanacağını bileceksin, şükrünü artıracaksın.
Neyle kurtulacaksın? Hepsi hüsrandadır bunların. Bütün Allah’tan gâfil kaldığın her şeyde hüsrandasın, zarardasın, ziyandasın.
Neyle kurtulacaksın?
اِلَّا الَّذِينَ اٰمَنُوا
(“Îmân edenler müstesnâ…” [el-Asr, 3])
Cenâb-ı Hak akāid istiyor. Bakın, kırk sene Efendimiz güzel ahlâk sergiledi. Kırkıncı sene peygamberlik geldi. On üç senede bir akāid tevzî edildi. Akāid nasıl tevzî edildi? Yani îman, altı şart, biliyorsunuz. Onu dille söylemek kolay, fakat tatbikatı onun…
Müslümanlarla alay edildi, hakâret edildi, her türlü zulme katlandı, aç bırakıldı, ambargolar konuldu üç sene. Hiçbir fire verdi mi? Hiçbiri döndü mü? Demek ki dînin en zor tarafı akāiddir. Îmandan bir fire vermemek…
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ
(“Gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil.” [el-Fâtiha, 7])
Gayr-i müslimlere benzememek. Bir İslâm şahsiyeti, İslâm karakterini yaşayabilmek. Demek ki îman en zoru. Cenâb-ı Hak, nasıl îmanlar oldu; Kur’ân-ı Kerîm’de muhtelif bize misaller veriyor. Firavun’un sihirbazlarını bildiriyor. Ashâb-ı Uhdûd’u bildiriyor. Habîb-i Neccâr’ı bildiriyor, nasıl bir mukâvim? Mekkelileri bildiriyor, Medînelileri bildiriyor. Onlara tâbî olan ihsan sahipleri, onlar gibi olmamızı istiyor.
اِلَّا الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
(“Îmân edip sâlih ameller işleyenler müstesnâ…” [el-Asr, 3])
Ondan sonra sâlih amel istiyor Cenâb-ı Hak. Samimî amel istiyor.
“عَمَلًا صَالِحًا” (sâlih amel) buyuruyor. (Bkz. el-Kehf, 110)
“اَحْسَنُ عَمَلًا” buyuruyor. (Bkz. Hûd, 7; el-Kehf, 7, el-Mülk, 2) Amellerin en güzel olması. İvazsız garezsiz, hasbeten lillâh. Ondan sonra;
وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ
(“…Hakkı tavsiye edenler…” [el-Asr, 3]) buyuruyor. Hak… Beraber bir hak, karşılıklı bir hak.
Allah sana en güzel şekilde bir nîmet verdi. Senin Allâh’a karşı kulluğun nasıl? İbadetin nasıl? Muâmelâtın nasıl? Muâşeretin nasıl? Ahlâkın nasıl? Hak ve hukuk sende nasıl?..
Ondan sonra Rasûlullah Efendimiz’in hakkı:
“İki emânet bırakıyorum, Kur’ân ve Sünnet’imdir.” buyuruyor. (Bkz. Hakim, I, 171/318)
“Kıyâmet günü (günah işleyip) benim yüzümü kara çıkartmayın.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)
Ondan sonra, mü’min kardeşliğinin hakkı. Allah, kardeş ediyor. Nasıl bu kardeşlik olacak? Sendekini, onda olmayana senin onu telâfî etmen olacak.
Bütün müslümanlar kardeşimiz. Bütün insanlar, insanlıktaki eşimiz. Ne olacak? Onlara emr-i bi'l-mârûf, nehy-i ani’l-münker olacak. Nasıl Anadolu’nun temiz halkı gitti, Kosova müslüman oldu, Bosna müslüman oldu…
Bak, Fâtih’i düşün; İstanbul’u fethetti. Bir devir kapandı, bir devir açıldı. Arkadan on sene sonra Bosna’yı fethetti. İstanbul da dünyanın merkezi oldu, bir medeniyet merkezi oldu. Arkadan, Avrupa ortasında bir İslâm karakolu kuruldu; Bosna. Arkadan Fâtih; “Bunlar, benim yaptığım, bunlar kâfi.” demedi. Oradan İşkodra’ya döndü, Arnavutluk’a bugünkü. İşkodra’ya üç sefer yaptı yaşlı hâlinde.
Bak, Cenâb-ı Hak bugün Fâtih’i unutturmadı.
Memleketinde de adâleti tevzî etti. Bir hristiyanla mahkemeye çıktı, maznun sandalyesine oturdu.
Kânûnî Sultan Süleyman, ihtiyar, yaşlı, iki büklüm iken tâ Zigetvar’a kadar gitti. Orada şehîden, orada vefât etti. Harpte olduğu için şehîden vefât etti. Demek ki Cenâb-ı Hakk’ın yardımı…
Yani Kânûnî’nin derdi neydi? “Ben yirmi dört milyon kilometrekareyi ben nasıl koruyacağım? Oradaki insanları ben nasıl İslâm’a davet edeceğim? Ben nasıl olacağım, halkım nasıl olacak?..”
Bak Süleymaniye Câmii’ni yaptırdı. Ondan sonra topladı, hepsiyle helâlleşti. Hakkı olan ne olursun gelsin dedi. Burada olan, olmayana söylesin dedi. Kimin hakkı varsa gelsin dedi.
Nasıl bir hak-hukuk şeyi?..
Hiçbir hayvan dedi, yorgun, malzeme taşıttırılmayacak dedi, dinlendirilecek, aç bırakılmayacak dedi.
Cenâb-ı Hak da bereket veriyor. İstanbul câmilerle, Anadolu câmilerle donatıldı. Sinan, dünyanın her tarafında câmiler yapıldı. Ezan sesi bütün dünyaya duyurulmaya çalışıldı.
Allah da… İşte bu, dedik, şeye kadar, Lâle Devri’ne kadar, en güzel bir şevketli bir şey yaşandı.
Hizmet mühim. Bakın 1. Ahmed vardır. Sultanahmed Câmii’ni yaptıran. 14 yaşında pâdişah oldu. 14 sene padişahlığı var. 28 yaşında vefat etti. Kızı rüyasında görüyor:
“–Baba diyor, Allah sana bu güzel mükâfâtı nereden verdi?” diyor. “Sen şöyleydin, böyleydin…” fazîletlerini sayıyor.
“–Yok kızım diyor, benim esas diyor, şeyim diyor, bu Sultanahmed (Câmii) yapılırken diyor, tebdîl-i kıyâfet edip gidip câmide işçi olarak çalışırdım diyor. Beni kimse bilmezdi, kimseye ben kendimi tanıtmazdım.” buyuruyor.
Şimdi düşünün şimdi: 1. Ahmed zamanında hiçbir Osmanlı ordusu mağlubiyet görmemişti. Yani Osmanlı bir zirvedeydi. 1. Ahmed delikanlı bir padişahtı, sizler yaşındaydı. 14 geldi, 14 sene şeyi var. Bütün kralların önünde eğildiği bir insandı. Ona Sultanahmed Câmii’ni yaptırmaktan daha zor, gidip orada işçi olarak çalışmaktır.
Demek ki Cenâb-ı Hak:
فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا
(“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” [el-İnşirah, 5-6])
Yani hayatta bunu dâimâ, zorluklar karşısında sabır ve mukâvemet, Allah rızâsı için.
فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ
(“Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” [el-İnşirah, 7-8])
Boş zamanımız olmayacak.