Kendini Bilen İnsanın Üç Vasfı
İncitmemek, nispeten kolaydır. Ama incinmemek elde değildir. Zîrâ o, bir gönül işidir. Dolayısıyla incinmemek, ancak fânîlerden gelen ve kalblere saplanan zehirli okların tesirsiz kalması ile mümkündür. Bu da, nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesinin kemâlindeki seviye nisbetindedir.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Tâif’te taşlanıp hakâret gördüğünde melekler:
“– Ey Allâh’ın Rasûlü! Dilersen, şu iki dağı birbirine çarpıp buranın zâlim halkını helâk edelim.” demişlerdi.
Ancak o âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan yüce Peygamber, meleklerin bu teklifini kabul etmediği gibi şefkat ve merhamet duyguları içerisinde, mübârek yüzünü Tâif tarafına çevirdi ve ahâlisinin hidâyet bulmaları için duâ eyledi. (Bkz. Buhârî, Bed’u’l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111)
Bir Peygamber âşığı olan Hallâc-ı Mansûr da taşlanırken:
“– Allâh’ım! Bunlar bilmiyorlar, benden evvel onları affet!” diye duâ etmiştir.
Bu, gerçek tahsîl ile, yâni mânevî terbiye neticesinde elde edilen kalb-i selîme âit bir hâldir.
Ebu’l-Kâsım el-Hakîm’e, kalb-i selîmin sıfatlarını sorduklarında şunları söylemiştir:
KALB-İ SELİMİN ÜÇ VASFI
“Kalb-i selîmin üç vasfı vardır:
Birincisi, incitmeyen bir kalb,
İkincisi, incinmeyen bir kalb,
Üçüncüsü de iyiliği Allâh’ın rızâsı için yapıp karşılığını beklemeyen bir kalb...
Zîrâ bir mümin, Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna, hiç kimseye eziyet etmeyince verâ ile; kalbini Rabbe yöneltip kimseden incinmeyince vefâ ile; yaptığı sâlih amellere herhangi bir fânîyi ortak etmeyince de ihlâs ile gelir...”
Şâir ne güzel söyler:
Cihân bâğında ey âkil, budur makbûl-i ins ü cin;
Ne kimse senden incinsin ne sen bir kimseden incin!..
İncitmemek ve incinmemekte en mühim hususlardan biri de, kusur ve kabahat örtmektir. Bu güzel ahlâkı gerçekleştirmek için Belh meşâyıhından Hâtem Hazretleri, işitmesine rağmen esamm, yâni sağır lakâbını almıştır. Şöyle ki:
Birgün, kendilerine ma’ruzâtta bulunmak üzere dertli bir kadıncağız geldi. Tam merâmını anlatmaya başlamıştı ki, kadından gayr-ı irâdî olarak, kazâ ile gaz sancısı neticesinde çirkin bir ses sâdır oldu. Kadın bir mum gibi eridi, âdetâ mahvoldu. Hâtem Hazretleri ise, kadının mahcûb olup müşkil durumda kalmaması için hiçbir şey duymamış gibi kendisini işitmezliğe verdi ve elini kulağına götürerek:
“– Bacım, kulağım zor işitiyor; biraz yüksek sesle söyle! Duyamadım…” dedi.
Böylece kadıncağız, gayr-i ihtiyârî vâkî olan kusurunun gizli kaldığını düşünerek rahatladı. Merâmını yüksek sesle tekrar anlatmaya başladı.
Bu olaydan sonra, Hâtem hazretleri, “Hâtem-i Esamm” (Sağır Hâtem) diye yâdedildi.
ALLAH'IN AHLAKIYLA AHLAKLANMA
Bu misâldeki inceliği ve ahlâkî seviyeyi, sâdece kitaplardan edinilen mâlumatlarla hayâta geçirmek elbette ki mümkün değildir. Hâtem Hazretleri’nin sergilediği bu nezâket ve incitmeme duygusu, onun Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân, yâni merhamet ve “Settâru’l-uyûb” yâni “ayıpları örtücü” sıfatından aldığı hisseyi, ancak ahlâka inkılâb ettirebilmiş olmasıyla îzâh edilebilir. Böyle davranışlar, özellikle tasavvufta “Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanma” şeklinde tâbir olunmuştur.
İncitmemek hususunda hadîs-i şerîfte buyurulur:
“İnsana günah olarak, müslüman kardeşini küçük görmesi yeter…” (Müslim, Birr, 32)
İncinmemek hususunda hadîs-i şerîfte buyurulur:
“Size iyilik yapanlara karşı iyilik yapmak, fenâlık yapanlara da fenâlık yapmak meziyet değildir. Asıl meziyet, size fenâlık yapanlara karşı aynı şekilde mukâbelede bulunmayıp iyilik yapabilmektedir.” (Tirmizî, Birr, 63)
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Âb-ı Hayat Katreleri, Erkam Yayınları
YORUMLAR