Kendisi ile Allah Yoluna Girdiğimiz Şeyi Nasıl Terk Ederiz?

Tasavvuf

Takvâ akıntıya karşı yüzmek, fücur akıntıya tabi olup kör kütükler gibi sürüklenmektir. Takvâ örtünmek, fücur o elbiseyi yırtmaktır. Tercihlerimiz akıbetimizdir. Takvâyı seçenler fıtratlarını muhafaza eder, fücuru seçenler ise fıtratlarını bozarlar. Fıtratını muhafaza edene hidayet verilir. O, Rabbine doğru bir yolculukta sürekli terfi eder. Fıtratını bozan ise saptırılır, Rabbinden her geçen gün daha çok uzaklaşır, yoldaşı melunlar ve kötülerin olduğu bir alçalışa maruz kalır.

Benî Müstalik Gazvesi sırasında gece vakti Hac suresinin ilk ayetleri nâzil oldu: “Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Çünkü kıyâmetin sarsıntısı gerçekten çok korkunç bir şeydir. Onu göreceğiniz gün, dehşetten her emzikli anne emzirdiği yavrusunu unutup terk eder, her hâmile dişi de karnındakini düşürür. İnsanları sarhoş görürsün, hâlbuki onlar şarap içip sarhoş olmuş değillerdir, lâkin Allah’ın azabı pek şiddetlidir.”

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz inen ayetleri ashâbına okuyunca orada bulunan herkes hüngür hüngür ağlamaya başladı. Öyle ki ashâbın o geceden daha fazla ağladıklarını görülmemişti. Fahreddin Râzî'nin beyanına göre ayetler ashâba o kadar tesir etti ki sabah olunca o mübarek insanlar binitlerine eyer vuramadılar, çadır kuramadılar ve yemek pişiremediler. Kimisi ağlamaya devam ediyor, kimisi de derin derin düşünüyordu.

Takvâyı emreden ayetin muhatabının bütün insanlar olması dikkat çekicidir. Buradan, takvâ dediğimiz Allah'a karşı mesuliyet şuurunun sadece inananlara ait bir keyfiyet olmadığı neticesini çıkarabiliriz. Nitekim takvâ elbisesi ifadesinin geçtiği ayet de (Araf, 26) “Ey Âdemoğulları” nidası ile başlamaktadır. Âdem babamız ve Havva annemiz yasak ağaca yaklaştıklarında üzerlerinde bir şey kalmamış, bunun üzerine çok utanmışlardı. Mahrum kaldıkları aslında takvâydı.

“ONA FÜCURUNU VE TAKVASINI İLHAM ETTİ”

Takvâ herkese lâzım bir hassadır. Allah insanı en güzel surette yaratmış, bu yaratılışa fıtrat adını vermiş, fıtratın muhafazası ve inkişafını da takvâ şartına bağlamıştır. Fıtrat fabrika ayarımız, takvâ ve fücur o fabrikanın iki üretim bandıdır. Hangi üretim bandını çalıştıracağımız bize kalmıştır: “(Allah,) ona (yani insana) fücûru da takvâyı da ilham etmiştir.” (Şems, 8) Bütün peygamberler insanları takvâya çağırmışlardır. Bu mânâda takvâ, bir insanlık ufkudur.

Takvâ akıntıya karşı yüzmek, fücur akıntıya tabi olup kör kütükler gibi sürüklenmektir. Takvâ örtünmek, fücur o elbiseyi yırtmaktır. Tercihlerimiz akıbetimizdir. Takvâyı seçenler fıtratlarını muhafaza eder, fücuru seçenler ise fıtratlarını bozarlar. Fıtratını muhafaza edene hidayet verilir. O, Rabbine doğru bir yolculukta sürekli terfi eder. Fıtratını bozan ise saptırılır, Rabbinden her geçen gün daha çok uzaklaşır, yoldaşı melunlar ve kötülerin olduğu bir alçalışa maruz kalır.

Fıtrat, dinin üzerinde neşv ü nemâ bulacağı zemindir, yaratılış toprağımızdır. Toprağa ekilen takvâ ve fücur tohumlarından hangisi sulanır, bakılır ve büyütülürse akıbet ona göre tecelli eder. Takvânın kemali iman ve İslam ile mümkündür. Dolayısıyla akıbet ancak müttakilerindir. İman ile buluşmamış bir insanın takvâ sınırları içerisindeki iyi, güzel ve doğru işlerinin kendisini İslam nimetine ve imana yaklaştıracağı umulur.

Câhiliye devrinde yaptığı iyi davranışlarını iman dairesine girdikten sonra da sürdüren Hakîm b. Hizam buna bir örnektir. Hakîm: “Ey Allah’ın Rasûlü! Cahiliye devrinde Allah için ibadete kapanır, sadaka verir, köle azad eder ve akrabalık bağını gözetirdim. Ne dersin, bütün bunlar için bana bir ecir var mı” diye sorduğunda Peygamber Efendimiz şöyle cevap vermişti: “Sen geçmişte yaptığın bütün bu iyilikler sayesinde Müslüman oldun.” (Buhari, Zekât 1369; Müslim, İman 123).

Kurânımızda bütün insanlara teklif edilen takvânın ilk adımı cahiliye toplumundaki Hanifler gibi bir arayışın içerisinde olmaktır. Hanifler tevhid dininin hasreti içindeydiler. Toplumlarındaki bozulmaya ve sapkınlığa karşı çıkıyor, fücura bulaşmamaya çalışıyorlardı. Kendilerini Hz. İbrahim’in dinine mensup sayan bu insanlar kötülükle aralarına nasıl bir mesafe koyacaklarını bilmiyorlardı. Takvâ, bu mânâda kalbin teyakkuz halidir. O teyakkuz insanı fıtratın güzel, hoş ve iyi gördüklerine doğru sevk edecektir.

İMAN OLMAYINCA BU YAPTIĞININ FAYDASINI GÖREMEZSİN

Cüneyd-i Bağdâdî kuddise sirruh soğuk bir günde kuşlara yem veren bir ateşperestin yanından geçiyordu. Ona: “İman olmayınca bu yaptığının faydasını göremezsin. Allah, bu yaptığın iyiliği, ancak iman ile kabul eder” dedi. Mecusi: “Belki kabul etmez amma, bu yaptığımı görmez, bilmez mi” diye sordu. Cüneyd: “Elbette görür ve bilir” deyince adam: “Öyle ise, bu da bana yeter” dedi. Aradan yıllar geçti. Cüneyd kuddise sirruh o zatı bir gün Beytullah’ı aşk ve vecd içinde tavaf ederken gördü. Tavaftan sonra, kendisine yetişti ve “İşte, Allah gördü ve bildi” dedi.

Allah görür ve bilir. Kendisi için yapılan hiçbir şeyi zayi etmez. Kendisine doğru atılan her adıma muhakkak mukabelede bulunur. Firavun’un Musa aleyhisselâmı alt etsin diye çağırdığı sihirbazlar müsabakanın başında Allah’ın peygamberine öncelik tanıyarak bir nezaket ve hürmet göstermişler, bu da iman nimetine kavuşmalarına vesile olmuştu. Yine Saba Melikesi Belkıs Süleyman aleyhisselâm’dan gelen mektuba gösterdiği tazim dolayısıyla hidayetle buluşmuştu.

Takvâ kalpteki tazim duygusudur. Tazim, Allah’a, peygamberlerine, kitaplarına, İslam’ın şartlarına, selamlaşmaya, büyüklere, geçmişlere, güzel hasletlere, nimete, ekmeğe, hürriyete, namusa, ikrama, vahiyle aydınlanmış aklın ve bozulmamış fıtratın kabul edeceği her şeye duyulan hürmet hissidir. Hürmet aslında hürmeti emredene, bize hürmeti öğretenedir. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Rüyamda dişlerimi misvaklıyordum. Yanıma biri diğerinden daha yaşlı iki kişi geldi. Ben misvağı küçüğüne vermek istedim. Bana: ‘Büyüğe ver!’ denildi. Ben de büyüğe verdim.” (Müslim, Rüya, 19)

En büyük tazim Rabbimizedir. Diğer herkese ve her şeye tazim de O’na tazimden bir şubedir. Biz O’nun dışında kime tazim ediyorsak, O’nun tazimi öyle gerektirdiği için, O öyle emrettiği için, O bizden böyle bir saygı beklediği içindir. Takdis yetkisi O’na aittir. O’nun mukaddes kılmadığı ne gün, ne insan, ne de zamanı mukaddes sayarız. Kendisi de dâhil kimi, nasıl tazim etmemiz gerektiğini bize O öğretmiştir. O’nu zikrederken ya da vasfederken Kendisini zikrettiği ya da vasfettiği şekil ve usulde yapmaya dikkat ederiz.

Tazim O’na, bizim için indirdiği en büyük nimet dinine ve şeair dediğimiz simge ve sembollerinedir. Kabe sadece Kabe değil Kâbe-i Muazzama’dır. Mekke, Mekke-i Mükerreme; Medine, Medine-i Münevvere’dir. Haram bölgeler, camiler, mescidler, ezan, kisve ve benzeri her şeye O’nun hürmetine tazim ederiz. Hep O’nun huzurundayız. Sürekli abdestli gezmeye gayret eder, O’nun emir ve nehiylerine elimizden geldiği kadar tâbî olmaya çalışırız. İbadetlerin zahirî şartlarına dikkat eder, esas batınî şartının tazim olduğunu biliriz. Her fırsatta kalbimizi yoklar, huşu, sadakat ve samimiyetimizin murakabe edildiğini hissederiz.  

O’NUN KUDRET VE AZAMETİNE İNANMIYORSUNUZ?

Rabbimizin isminin geçtiği yerde O’na tâzimi ifade eden Teâlâ, Azze ve Celle, Celle Şânuhû, Tebârake ve Tekaddes, Sübhânehû ve Teâlâ gibi tabirleri kullanırız. O’nun ismi her geçtiğinde şu ayet ile titreriz: “Size ne oluyor ki Allah için bir vakar (azamet) ummuyorsunuz (O’nun kudret ve azametine inanmıyorsunuz?” (Nuh, 13) Peygamber Efendimizin isminin geçtiği yerde Rabbimizin Habib-i Edibine doğrudan ismi ile hitap etmediğini hatırlar, dilden ve gönülden salavatımızı getirir, ecdadımızın yaptığı gibi Server-i Âlem, Fahr-i Kâinat, Rasûl-i Ekrem gibi güzel sıfatlar kullanmaya çalışırız.

Kurânımız kerimdir, korunmuştur. O, maddi ve manevi kirlerden temizlenenlerin lâyığıdır. Okunduğu zaman susup dinleriz. Hükümleri başımızın gözümüzün üstünedir, ittiba ederiz. Ne sesimizi ne sözümüzü Peygamber Efendimizinkinden daha çok yükseltmeyiz. Allah’ın kalbimizi bununla sınadığını bilir, amellerimizin boşa gitmesinden korkarız. Hucurat suresindeki ayetler indikten sonra Canımız Efendimize en yakın iki isim olan Hz. Ebubekir Efendimizin sırdaş gibi konuşmaya çalışmasını, Hz. Ömer Efendimizin neredeyse her sözünü tekrarlatmak zorunda kalışını hatırlarız.

Nebiler silsilesi ve sahabe efendilerimiz kendilerinin izini takip ettiğimiz rehberlerimizdir. Her birisini ayrı sever, hiçbirisi hakkında tartışmaya ya da ileri geri konuşmaya yeltenmeyiz. Kendilerinden bahsedildiğinde peygamberse “aleyhisselâm-ona selam olsun”, sahabi ise “radıyallahu anh-Allah ondan razı olsun” ifadesini muhakkak ekleriz. Hak dostlarına, din büyüklerine, âlimlere hürmet ederiz. Vefat edenlere “rahimehullah-Allah rahmet eylesin” ya da “kuddise sirruh-Allah onun ilm-i esrarını mukaddes ve mübarek eylesin” diye dua etmeyi ihmal etmeyiz.

Cenaze geçer ayağa kalkarız. Ardından Fatiha okur, Allah rahmet eylesin deriz. Mezarlıklara hürmet ederiz. Yere düşmüş ekmeği yükseğe kaldırırız. Sadece ekmek mi yerdeki boş kâğıdı bile buna Kur’an yazılır diyen ecdadı hatırlar, ne kâğıdın ne de kalemin yerde kalmasına razı olmayız.

KENDİSİ İLE ALLAH YOLUNA GİRDİĞİMİZ ŞEYİ NASIL TERK EDERİZ?

Cüneyd-i Bağdadi’yi elinde tespih ile gördüler. “Bu kadar şerefli olduğun halde elde tespih mi taşıyorsun?” diye sordular. O da şöyle cevap verdi: “Kendisi ile Allah yoluna girdiğimiz şeyi nasıl terk ederiz?” Biz büyüklerimizi, dostlarımızı, takkemizi, tespihimizi, hâsılı bizi Rabbimize daha güzel kul olma yoluna sevk eden hiçbir vesilemizi tazimden ayrı düşünmeyiz; hepsini sever, hepsine hürmet ederiz. 

Tazim dairesi çok geniştir. Allah ve mukaddesat ile ilişkili her şeye tazim eder, tazimin Allah’a yakınlığın en mühim şartı olduğunu hiç unutmayız. Kemal tazimledir. Tazim eden bu dünyada da ötede de tazim görecektir. Rabbimiz kalplerin takvâsı kaynaklı tazimden ayırmasın.

Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Altınoluk Dergisi, Sayı: 459