Kerametin En Büyüğü

Bir insanın yaptığı ibadet ve bulunduğu hal, onu gurura götürüyor ise bilmelidir ki, o kemâl ehli değildir. İslâmî ahlâk ve edebden nasibi yokdur. Avamın tâ kendisidir.

Muhterem Üstazımız kuddise sirruh hazretleri, sâliklerde zuhur eden bazı hususlarla meşgul olmaz ve dinlemezlerdi. Çünkü onun yegâne emeli, onu hakkıyla, kâinatın yaratıcısı olan Halik Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine bağlamaktı.

Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine gönlünü veren kimse, her türlü zuhurat ve rüyaları bir tarafa koyub, (görülen Rahmânî rüyalar pek az olur, onu saklamayıb yalnız şeyhine bildirmelidir) gönlü yalnız Rabbısına vermek sûretiyle her türlü sevgiyi kalbden çıkararak kulluk vazifesini garazsız, ivazsız, büyük bir edeb ve ihlâs üzere yapması icab eder. Zaman gelir tek görüşü “La mevcûde illallah” olur. Allah’dan başka bir varlık, mevcud olmadığını iyice anlar.

Sâlikin gönlü gördüğü rüyalara, tekkenin yemeklerine ve şahıslarına takılıb kalırsa bu da noksanlıkdır ve Cenab-ı Hakk’a karşı hicabdır. Çok eski dervişler bilirim, kısm-ı azamı hep o devrin dergâhlarından bahsederler, fakat kalblerini Cenâb-ı Hakk’a bağlayamadıkları için hep menâkıb anlatırlar. Fakat hallerinden o anlattıklarından istifâde edemedikleri anlaşılırdı.

EN BÜYÜK KERÂMET

Her kalb bir gönül âlemidir. Onun ehemmiyetini idrak edib, kalbe Allah Teâlâ’dan gayrı hiçbir şeyin sevgisini sokmamaya gayretli olunmalıdır ki, lâyıkı veçhile Allah Teâlâ’ya vâsıl olunabilsin. Muhterem Üstazımız, rüya ve kerâmetlerden ziyade “En büyük kerâmet, Cenab-ı Hakk’ı görürcesine, ubûdiyyet vazifemizi kemaliyle ifa edebilmekdir” buyururlardı.

Muhterem Üstazımız Hazretleri, sohbetlerinde, Allah dostlarının kerâmetlerinden ziyade, onların Allah Teâlâ’ya bağlılıklarından, şecaat, fedâkârlık ve her türlü yüce ahlâklarından bahsederlerdi. Muhammed Bahâüddin Nak­şi­bend -kuddise sirruh– Haz­retleri, gavsulâzam ve zamanın kutbu olduğu halde kendisin­den kerâmet göstermesini isteyenlere cevaben;

“-Sırtımızda bu kadar günahlarla yüklü olduğumuz halde Allah Teâlâ hata ve günahlarımızı setr etmektedir, bundan büyük kerâmet mi olur?” buyururlardı. Ne yüksek tevazu, ne güzel ifade!

Zıyaüddin el– Pâkistânî el Kâdirî -kuddise sirruh– Hazretleri, keşf ve kerâmet sahibi olduğu halde, bu halini hep gizlerdi ve şöyle buyururdu:

“-Keşf ve kerâmeti izhar edenler yalancıdırlar, eğer hakiki kerâmet sahibi olsalar, gizlemesini de bilirler.”

Muhterem Üstazımız ne kendilerinden ne Es’ad Erbîlî Hazretlerinin kerâmetlerinden bahsederlerdi. Daimi olarak “Allah’ın aciz bir kuluyuz” tabirini kullanırlardı.

MANEVİ YOLDA YÜKSELMEYİ ENGELLEYEN İKİ ŞEY

İki şey vardır ki insanın manevi yolda terakkisine mani olur:

1- Keramet sahibi olmaya yeltenmek

2- Hubb-i riyaset, yani başkanlığa hevesli olmak.

Muhterem Üstazımız, hac yolculuklarını Şam yolu ile yaparlardı. Teşriflerini duyan Şam halkı, bölük bölük gelip halka olurlar, çekirge misali çember içine alırlar, büyük bir sessizlik içinde kerâmet beklerlerdi. Onların niyetlerini bilen Sultânü’l Evliya Efendimiz, “Ebû Bekir Sıddîk radıyallahü anh efdal-i sahabe olduğu halde ondan hiç kerâmet görülmemişdir” diye söze başlarlardı.

Ashab-ı kirâm radıyallahü anhüm Hazretleri, nasiblerini sadr-ı Nebîden aldıklarından, hepsi imanın zirvesine, doruğuna yükselmişler, sahabilikle şereflenmişlerdir. Yoksa zaruret halinde, Ebûbekir radıyallahü anh Efendimizden ne kerâmetler zuhur ederdi de, ardı arkası kesilmezdi.

Allah Teâlâ, sevdiği kullarına güzel ahlâk verir, bu kerâmetdir. Cenâb-ı Hakk’ın ikramıdır. İman kuvveti verir, ibadetlerini seve seve, zevk ve huzur içinde yaparlar ki Allah’ın rızâsının alâmetidir. İhlâs, istikamet, dürüstlük, feraset verir, bunlara nailiyet kerâmetlerin en büyüğüdür. Daha Cenab-ı Hak kullarını türlü türlü meziyetlerle süsler ki bunlara değer vermeyib de havârıkla meşgul olmak, bilmem ne faide temin eder? (Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri-5. s. 51-54)

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.