Kevni ve Kavli Ayetler Ne Demek?
Kevni ve kavli ayetler ne demek? Tefekküre sevk eden Allah'ın varlığına deliller kevni ve kavli ayetler...
Kevnî, yani cismânî varlık âlemine dâir âyetlerin yer aldığı bu kâinat ile; kavlî, yani ifadeye aksetmiş âyetlerden müteşekkil Kur’ân’ı, bütün insanlığa, okunması gereken iki kitap olarak lûtfetmiştir. Bu iki kitap, ilâhî vahyin birbirini tefsir eden, iki farklı tecellîgâhıdır. Yani Rabbimiz, kâinatta sergilediği âyetlerini Kur’ân ile, Kur’ân’da beyan buyurduğu âyetlerini de kâinât ile îzah ve tefsîr etmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de «âyet» mefhumu, sadece vahyin kelâma aksetmiş sûretleri için değil; Allâh’ın varlığına, birliğine, sonsuz kudretine delâlet eden her şey için kullanılır. Meselâ Rabbimiz bir âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allâh’ın gökten indirip de ölü hâldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde, düşünen bir toplum için (Allâh’ın varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok âyetler (deliller) vardır.” (el-Bakara, 164)
HER VARLIK, BAKMASINI BİLENE, YARATICI’SINI TANITAN BİR ÂYETTİR, DELİLDİR
Yani her varlık, bakmasını bilene, Yaratıcı’sını tanıtan bir âyettir, delildir. Cenâb-ı Hak, kevnî, yani cismânî varlık âlemine dâir âyetlerin yer aldığı bu kâinat ile; kavlî, yani ifadeye aksetmiş âyetlerden müteşekkil Kur’ân’ı, bütün insanlığa, okunması gereken iki kitap olarak lûtfetmiştir. Bu iki kitap, ilâhî vahyin birbirini tefsir eden, iki farklı tecellîgâhıdır. Yani Rabbimiz, kâinatta sergilediği âyetlerini Kur’ân ile, Kur’ân’da beyan buyurduğu âyetlerini de kâinât ile îzah ve tefsîr etmektedir.
Cenâb-ı Hak, bir taraftan kavlî âyetlerle kullarını irşâd ederken, diğer taraftan varlıklar âleminde sergilediği ilâhî azamet tecellîleri ve ilâhî kudret nakışlarıyla da kullarını derin bir tefekküre sevk etmektedir.
Nitekim bu cümleden olmak üzere;
“Onlar deveye bakmazlar mı?” buyurarak hayvanâta dikkat çekerken;
“Buluta, yağmura, dağlara, yeşil bitkilerin kışın ölüp baharda dirilmesine bakmazlar mı?..”[1] buyurarak coğrafî hâdiselere;
“Geçmiş kavimlerin âkıbetlerine bakmazlar mı?”[2] buyurarak da tarihe dikkat çeker.
“İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kur’ân’ın) hak olduğu, onlara iyice belli olsun! Rabbinin her şeye şâhid olması yetmez mi?” (Fussilet, 53)
“Atları, katırları ve eşekleri binmeniz ve (gözlere) ziynet olsun diye (yarattı). Allah şu anda bilemeyeceğiniz daha nice (nakil vasıtaları) yaratır.” (en-Nahl, 8) buyurmak sûretiyle de daha 1400 sene evvel bugünkü araba, tren, uçak gibi teknolojik gelişmelere işaret etmiştir. Bundan sonra da Cenâb-ı Hakk’ın izniyle daha nelerin keşfedilip îcat edileceğini bilemiyoruz. Lâkin her keşfedileni yaratan Allah’tır, Cenâb-ı Hak kulları vasıta etmektedir. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm dâimâ önden gitmekte, beşerî ilimler ise onu teyid ederek geriden gelmektedir.
Yine Rabbimiz, insanın kâinâtı boş ve mânâsız bir nazarla değil; hikmeti idrâk edecek bir dirâyet ve basîretle müşâhede etmesi lâzım geldiğini ifade eder. Kur’ân-ı Kerîm’de ilâhî nîmetleri zikrettikten sonra, defalarca; “Ey bakış, görüş (idrâk) sahipleri!..”[3] diye hitâb eder.
Çünkü Şeyh Sâdî’nin buyurduğu gibi:
“Akıl sahipleri için her yaprak bir mârifetullah dîvânıdır. Gâfiller için ise bütün ağaçlar bir yaprak bile değildir.”
Kâinat; yaratılışı, nizâmı ve âhengiyle, düşünen insanlar için mühim bir ibret ve tefekkür vesîlesi olan bir kitaptır. Bunu ifade eden pek çok âyet-i kerîmeden birkaçı şöyledir:
“Üstlerindeki semâya bakmazlar mı ki onu nasıl binâ etmiş, süslemişizdir; onda hiçbir çatlak da yoktur.
Yeryüzüne de bakmazlar mı ki onu nasıl döşedik, ona sağlam dağlar attık ve onda gönül açan her çiftten bitkiler yetiştirdik.
(Bütün bunları) Allâh’a yönelen her kulun gönül gözünü açmak için ve ona ibret vermek için yaptık.
Gökten bereketli bir su indirdik, onunla bahçeler ve biçilecek daneler bitirdik.
Kullara rızık olması için birbirine girmiş, küme küme tomurcukları olan uzun boylu hurma ağaçları yetiştirdik.
Ve o su ile ölü toprağa can verdik. İşte hayata yeniden çıkış da böyledir.” (Kāf, 6-11)
Ebû Rezin el-Ukaylî -radıyallâhu anh- naklediyor:
Bir gün:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Allah Teâlâ, mahlûkâtı yeniden nasıl diriltir? Bunun dünyadaki misâli nedir?” diye sordum.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Sen hiç, kavminin yaşadığı vadiden kurak mevsimde geçmedin mi? Sonra bir kere de her tarafın yemyeşil olduğu bahar mevsiminde oraya uğramadın mı?” buyurdular. Ben:
“–Elbette!” deyince, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–İşte bu, Allâh’ın yeniden yaratmasına delildir. Allah, ölüleri de böyle diriltecektir!” buyurdular. (Ahmed, IV, 11)
Her gece, ölümün kardeşi olan uyku ile bir nevî ölüm tatbikâtı yapıyoruz. Sabahleyin uyanışımız da âdeta bir “ba‘sü ba‘de’l-mevt”, yani ölümden sonraki dirilişimize bir misâl oluyor.
Tefekkürle bakan bir göz için, bu âlemde zerreden küreye, mikrodan makroya kadar ne varsa, hepsi ilâhî bir sanat hârikasıdır. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Kesin olarak inananlar için yeryüzünde ve bizzat kendinizde nice âyetler vardır. Hâlâ görmeyecek misiniz?” (ez-Zâriyât, 20-21)
Meselâ Yüce Rabbimiz insanı öylesine muhteşem yaratmıştır ki, zamanımızdaki yüksek ilim ve teknoloji sâyesinde yapılan sayısız keşiflere rağmen, ondaki hârikulâde sır ve hikmetlerin nihâyetine varılamamıştır.
Kulağın yapısı, burnun faydaları, dilin konuşması, her bir harfi ayrı ayrı çıkarması, ağzın dişlerle donatılması, dişlerin ipe dizilmiş inci taneleri gibi muntazam dizaynı, ses tellerinin hassas yapısı… Her insanın sesinin farklı olması… Âmâların insanları seslerinden tanıma husûsiyeti…
Saç, sakal, kaş, kirpik… Mide, ciğer, böbrek, damar… Hepsi de üzerinde uzun uzun tefekkür edilmeye lâyık birer sanat hârikası. Her biri ne kadar da yüksek bir ilim ve hikmetle yaratılmış, düzgün ve dengeli bir şekilde ahenk içinde yerleştirilmiş ve birbirleriyle ne kadar da mütenâsip bir şekilde vazife görmekte…
Meselâ böbreğimiz dıştan bakınca küçük bir et parçasıdır. Fakat zehirli ile zehirsizi birbirinden ayırt edebilmektedir. Zehirliyi dışarı gönderirken, zehirsizi tekrar vücûda iâde ediyor. Böbrekte akıl mı var, bilgisayar mı var, tahlil laboratuvarı mı var? Bu küçücük uzuv hastalandığında insanın ne büyük sıkıntılar çektiğini hepimiz biliyoruz. Koca koca makineler, ortalama yüz elli gram et parçasının yaptığı vazifeyi tam olarak yerine getirmekten âciz kalıyor.
İşte bundan dolayı Rabbimiz, insanın kendi yaratılışı üzerinde tefekkür etmesini arzu ederek şöyle buyuruyor:
“Ey insan! Seni (şekilsizlikten çıkararak en güzel bir şekilde) yaratıp düzgün ve dengeli kılan, seni dilediği bir sûrette birleştiren, keremi ve ihsânı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (el-İnfitâr, 6-8)
“İnsan görmez mi ki, Biz onu bir nutfeden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş. Kendi yaratılışını unutarak Biz’e karşı misâl getirmeye kalkışıyor ve: «Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?» diyor. De ki: «Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gâyet iyi bilir.»” (Yâsîn, 77-79)
“Evet, Biz’im, onun parmak uçlarını bile aynen eski hâline getirmeye gücümüz yeter.” (el-Kıyâme, 4)
GÖREN, DUYAN VE HİSSEDEN KALPLERE İBRETLER
Bilim, her insandaki parmak uçlarının farklı olduğunu, insanın şahsına mahsus bir kimlik hüviyeti taşıdığını yakın zamanda keşfetti. Dünyada yaşayan takriben sekiz buçuk milyar insanın birkaç santimetre karelik parmak uçlarının bile hepsinde farklı olması, hiç birinin bir diğerine benzememesi, ne mühtiş bir kudretin tecellîsidir.
Diğer taraftan gökyüzünde uçan kuşlara, evcil ve yabânî hayvanlara, gözle zor görülen küçücük böceklere dikkatle bakalım. Zira onlarda da öyle acâyiplikler var ki onları yaratan Cenâb-ı Hakk’ın azamet, kudret ve hikmetine hayran kalmamak elde değil!
Cenâb-ı Hak, gözle zor görülen küçücük hayvanların içine o müthiş uzuvları nasıl yerleştirmiş?! Onlar hiç aksatmadan vazifelerini nasıl yapabiliyor?! Onların sahip oldukları husûsiyetleri tam olarak keşfedebilmek bile insan idrâkinin üstünde keyfiyetlerdir.
Diğer taraftan toprağın üzerinde yaşayan sayısız mahlûkat var. Her birine ayrı ayrı ilâhî sofralar kuruluyor. Kışın yağan kar, bir gelinlik gibi toprağı örtüyor ve gönle bir ferahlık veriyor. Bir düşünelim, o kar siyah veya kan rengi yağsaydı, kalplere ne kadar kasvet verirdi! Kar eriyip de kalktığı zaman hiçbir hayvanın cesedini görmüyoruz. Çünkü toprak, sanki bir kundak gibi hepsini bağrında besleyip koruyor.
Bir mütefekkir şöyle der:
“Gören, duyan ve hisseden kalpler, bu kâinatta ilâhî kudret ve azamet tecellîlerinden başka bir şey görmezler. Bu âlemde güllerle, sümbüllerle, bülbüllerle konuşamayan, onların hâl lisanından anlamayanlara ne yazık!
Cenâb-ı Hakk’ın «el-Bârî» ve «el-Musavvir» esmâsının tecellîlerinden gâfil kalan; rüzgârların, derelerin ve dağların sessiz lisânından bir şey hissetmeyen hantal kalplere ne yazık!..”
Ayrıca Rabbimiz, bütün canlılara öyle farklı husûsiyetler vermiş ki, benzer gıdâlarla beslenseler dahî farklı mahsuller meydana getiriyorlar. Bunlar hayatı bütünüyle mümkün kılacak şekilde birbirini tamamlıyor.
Meselâ yeşil bir dut yaprağını sığır veya koyun yese, ondan et, süt ve yün hâsıl oluyor. Küçücük bir tırtıl olan ipekböceği aynı yapraktan ipek îmâl ediyor. Aynı şeyi bir cins geyik yese, ondan da misk kokusu elde ediliyor. Arının çiçek özlerinden bal yapabilmesi, kâinatta en mükemmel bir varlık olan insanın iktidârı hâricinde. Basit birer ot olarak görünen çeşitli çiçeklerin topraktan bulup çıkardıkları renkler, kokular ve hayat kudretini hâiz yapraklar, hiçbir kimyâgerin muktedir olamayacağı hârika keyfiyetler.
Bir hayvan, kendisine verilen ilâhî programla otu et ve süt yapabilirken, varlıkların en mütekâmili olan insanoğlu, günümüzün en yüksek teknolojisine sahip kimya laboratuvarlarında bile tonlarca ottan bir gram et veya süt îmâl etmeye hâlen muktedir olamamaktadır.
Velhâsıl bu cihan, sayısız ibret ve hikmet tecellîleriyle dolu ilâhî bir laboratuvar, ilâhî bir dershâne.
Ziya Paşa, bu hakîkati ne güzel ifade eder:
Bin ders-i maârif okunur her varakında,
Yâ Rab ne güzel mekteb olur mekteb-i âlem!
“Bu kâinat kitabının her bir yaprağında, mârifet ilminin sır ve hikmet tecellîlerinden binlerce hakîkat dersi okunur. Yâ Rabbi! Bu cihan, tefekkür deryasına dalanlar ve ilâhî vitrinleri seyrederek ibret alanlar için, ne güzel bir mekteptir.”
Bir başka şâir de bu hakîkati şöyle ifade eder:
Bir kitâbullâh-ı âzamdır serâser kâinat,
Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allah çıkar…
“Kâinat baştan başa Allâhʼın en büyük kitabıdır. Bu büyük kitabın hangi harfini okusan, mânâsının hep Allah olduğunu görürsün. Kâinâtın hangi zerresi üzerinde tefekkür etsen, seni Allâhʼa ulaştırır.”
Rabbimiz’in kulundan istediği, dâimî zikir üzere olabilmesidir. Bu zikir, kalbin sanatıdır. Bu sebeple gözün gördüğü her şeyde kalp, Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak, “Aman yâ Rabbi!” diyecek.
Bir de kul, dâimâ ilâhî îkazlara dikkat edecek. Meselâ Cenâb-ı Hak, kibirlenen Ebrehe’nin fil ordusunu, Ebâbil kuşlarının ağzına koyduğu küçücük taşlarla helâk etti.
Ne ibretlidir ki bugün maddî güçlerinin putperesti olan dev ekonomiler ve kendini yenilmez gören küresel güçler, o taşlardan çok daha küçük, hattâ bir milimetrenin milyonda biri kadar olan bir virüs dolayısıyla, acziyeti tattılar. Küçücük bir virüs, bütün dünyaya korku saldı, bütün insanlığı tedirgin etti. Yapay zekâ buna bir çâre bulamadı, acziyet içinde kaldı. Deniliyor ki, dünyayı saran bu virüsler toplansa, 3-4 tane nohut kadar ya gelir, ya gelmez.
Ayrıca bu virüs, daha ziyade merhameti unutan, Akdeniz’i mülteci mezarlığı hâline getiren memleketlerde daha çok görüldü. Buna mukâbil zor şartlar altında, mültecî kamplarında ve tıbbî imkânların çok mahdut olduğu bölgelerde bugüne kadar hemen hemen bu virüse hiç rastlanmadı. Zira rastlanmış olsaydı, Avrupa’daki serî ölümlerin daha beterinin buralarda vukû bulması gerekirdi.
Demek ki insanoğlu, Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyyesini görecek, intibâha gelecek. Kâinâtın Hâlıkı’na karşı aczini idrâk edecek, haddini bilecek, kulluğun gayretinde olacak.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i İbrahim’e indirilen on suhuf’tan şunları nakleder:
“Akıl sahibinin belli saatleri olmalıdır: Vaktinin bir kısmını Rabbine duâ ve münâcâta, bir kısmını Yüce Allâh’ın sanat ve kudretini tefekküre, bir kısmını geçmişte işlediklerini muhâsebe etmeye ve gelecekte yapacaklarını plânlamaya, bir kısmını da helâlinden maîşetini kazanmaya ayırmalıdır.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 167; İbn-i Esîr, el-Kâmil, I, 124)
Cenâb-ı Hak hepimize yüce bir tefekkür ufku lûtfeylesin. Kur’ân, insan ve kâinâtın sır ve hikmetlerini ibret nazarıyla okuyarak kalplerimizi ihyâ edebilmeyi nasip ve müyesser kılsın. Cümlemizi, mârifetullâh’a vâsıl olan bahtiyar kullarından eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] Bkz. Kāf, 6; Yûnus, 101; el-Gâşiye, 17-20; en-Nûr, 43; el-Hac, 63; er-Ra’d, 3; el-Enbiyâ, 31; en-Nahl, 65; er-Rûm, 50…
[2] Muhammed, 10…
[3] Bkz. Âl-i İmrân, 13; en-Nûr, 44; el-Haşr, 2…
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şebnem Dergisi, Yıl: 2020 Ay: Haziran Sayı: 192
YORUMLAR
GÜNÜMÜZ İNSANLARIN ANLIYAÇAĞI BİR DİLDDE YAZARSANIZ. DAHA GÜZEL OLUR.