Kibir İle Zillet Arasındaki Denge
Allâh’a (c.c) şirk koşmaktan sonra gelen en büyük günah, kibir günahıdır. Kibir ve zillet arasındaki denge nedir? Müslümanın dikkat etmesi gereken hususlar nelerdir?
Tevâzû mu toprakta çimlenmeden çürümek?
Gurur mu; «Allah!» deyip dağlar gibi yürümek? (Seyrî)
Allâh’a şirk koşmaktan sonra gelen en büyük günah, kibir günahıdır. Zira kibirde, büyüklenmek vardır. “Ben kazandım.”, “Ben şu makamdayım.”, “Ben, ben, ben…” diyerek, ulûhiyet makamına bir meydan okuma, onu görmezlikten gelme vardır. Hâlbuki büyüklenmeye lâyık tek varlık, sonsuz kudret ve azametin sahibi olan Allah -celle celâlühû-’dür. Onun için kibre aynı zamanda «gizli şirk» denilmiştir. Zenginliğinden, makamından, güzelliğinden dolayı kibirlenmek, büyüklenmek ne büyük günahtır!
Tevâzu ise kul olmaktır, kulluk şuurunda olmaktır. Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“Şüphesiz ki ben Allâh’ın kuluyum. Onun için bana; «Allâh’ın kulu ve Rasûlü deyin.»” (Buhârî, Enbiyâ, 48) buyurarak kulluğun, peygamberlik makamından önce geldiğini vurgulamıştır. Unutmayalım ki o, önce kul sonra peygamberdir. Zira kulluk, en büyük şereftir. Hazret-i Mevlânâ bu durumu ne güzel dile getirir:
Kul oldum ben kul oldum,
Rabbimin kapısında bir vasıfsız kul oldum.
Her esir mutluluğa kavuşur hür olunca,
Bense onun kapısında kul olmaktan mutluyum.
Bu sebeple tevâzu, hiçliğini idrak etmektir. Çünkü hiçlik, kulluğun ilk adımıdır. İlâhî kudret ve azamet karşısında hiçliğini ve yokluğunu bilmek ile başlar kulluk. Hazret-i Mevlânâ;
“Ey Hak aşığı! Eğer ahmak değilsen, Hakk’ın huzûruna yokluk götür.” diyor. Onun için mü’min, ömrü boyunca yokluk ve hiçlik halinde bir kulluk sergilemeye çalışmalıdır.
Onun için önce hiçliğini kabul edeceksin. «Ene» demeyi yani «ben» demeyi bırakacaksın. Ondan sonra gösteriş yapmadan namaz kılacaksın, hiçliğini kabul edip; «Benim malım» demeden hayır yapacaksan.
Bu anlamda tevâzu, aradan «ben»i çıkarmaktır. Âriflerin hikmetli bir sözü vardır:
Sen çıkınca aradan,
Kalır seni Yaradan!
Hazret-i Mevlânâ benliğini aradan çıkarana şöyle seslenir:
“Ey nefsindeki benliği alt eden kişi! Gel, içeri gir. Sen, artık bahçedeki dikenler gibi gülün zıddı değilsin! Sen güllere şâh olansın!”
Onun için «ben» demek -Allah korusun- kaybettirir. Ama «hîç» demek kazandırır.
Bu bakımdan kibir, huzurdan seni kovdurur, tevâzu ise seni huzura yaklaştırır, huzura kavuşturur. Şeytan;
“Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın.” (el-A‘râf, 7/12) diyerek Âdem -aleyhisselâm-’a karşı kibirlendi ve Hakk’ın huzûrundan kovuldu, cehenneme sürüklendi. Âdem -aleyhisselâm- ise acziyetini idrak edip senelerce tövbe etti, gözyaşı döktü ve sonunda huzûra kabul edildi, huzura kavuştu.
İşte kibir insanı cennetten uzaklaştırır, tevâzu ise insanı cennet bahçelerinde dolaştırır. Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“Kalbinde zerre miktarı kibir bulunan kimse cennete giremez.” buyurmaktadır. (Müslim, Îmân, 147) Buna göre kibir, bizi cennetten mahrum bırakan bir günahtır.
Kibir, hakikati inkâr etmektir, tevâzu ise hakkı teslim etmektir. Meselâ zenginliğinden dolayı kibirlenen kişi; kendisine o zenginliği lutfeden Rabbini unutup onları, kendi gücüyle elde ettiği varlıklar olarak görme nankörlüğünde bulunmaktadır. Böylelikle hak ve hakikatin üstünü örtmektedir. Mütevâzı olan mü’min ise sahip olduğu bütün nimetlerin asıl sahibi olarak Rabbini görmekte, şükür duyguları içinde hakkı teslim etmektedir.
Kibir; kalbin mühürlenmesidir, tevâzu ise kalbin inşirâhıdır. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:
“Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini mühürler.” (el-Mü’min, 40/60) Kendini yok bildiği için, benlikten sıyrıldığından dolayı tevâzu gösteren müminin kalbinde bir mutluluk, bir inşirah oluşur.
Kibir haddi aşmaktır. Ama tevâzu sınırda kalmaktır. Tevâzu haddini bilmektir, acziyetini itiraf etmektir. Bir gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbının arasından ayağa kalkarak şöyle buyurmuştu:
“Allah bana, mütevâzı olup birbirinize karşı övünmemenizi ve birbirinize karşı haddi aşan davranışlarda bulunmamanızı vahyetti.” (Müslim, Cennet, 64)
Mü’min her şeyde olduğu gibi tevâzuda da aşırıya kaçmamalı, zillete düşmemelidir. Zira zillet de haddi aşmaktır, meşrû sınırların dışına çıkmaktır. Mü’min, insanlık şerefini ve İslâm’ın izzetini muhafaza etmek durumundadır.
Ayrıca tevâzuda aşırıya gitmek, zillet olduğu gibi bazen de insanı Allah korusun kibre götürebilir. Burada kibirle zillet arasında çok hassas bir denge söz konusudur. Bu dengeyi Rabbimiz mü’minlerden bahsederken mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve başı dik bir duruş olarak tavsîf etmektedir. (el-Mâide, 5/54) Buna göre mü’minler olarak;
“Onlar kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler.” (Muhammed, 47/29) âyet-i kerîmesinin fehvâsıyla hareket edip mü’minlere karşı tevâzu göstereceğiz ama haksızlık karşısında, kâfirlerin karşısında asla eğilip bükülmeyeceğiz. İslâm’ın izzet ve şerefini ayaklar altına almayacak ve aldırmayacağız.
Onun için mü’min; haddi aşmamalı, sınırda kalmalı ve mütevâzı olmalı. Onun için mü’min, kibir ile zillet arasında bir denge gözetmelidir ki bunun adı tevâzudur.
Öyle ise tevâzu dengedir. Dengede kalmak, dengeli davranmaktır.
Kibir zulümdür, tevâzu ise zalim olmaktansa mazlumluğu tercih etmektir. Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır:
“Bir kimse kibirlene kibirlene sonunda zalim ve cebbarlar grubuna kaydedilir. Böylece onlara verilen ceza buna da verilir.” (Tirmizî, Birr, 61)
Kibir zehirdir, tevâzu ise şifâdır. Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurur:
“Şunu iyi bil ki; bu kibir ve ucub, yani kendini üstün görme hâli kahredici bir zehirdir. Ahmaklar, bu zehirli şarabın sarhoşu oldukları için kendilerinde varlık hissederler.”
Bu bakımdan kibri gönülden uzak tutup tevâzuu yerleştirmek zarurîdir. Mü’min mütevâzi olmak durumundadır. Zira tevâzu, dînin yerine getirilmesi gereken bir vecibesidir. Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
“Nasıl ki namaz ve oruç farzdır, îfâsı mecburîdir; aynı şekilde gönülden, kibri, hasedi ve hırsı bertaraf etmek de zarurîdir.”
Zira kibir çirkin bir ahlâktır, tevâzu ise güzel bir ahlâktır. En güzel ahlâkın sahibi olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, tevâzu ahlâkının da zirvesindeydi. Mekke fethedildiğinde en güçlü olduğu zamanda bile kendisine onca zulmü yapan insanları affetmiş, karşısında titreyen insanlara şu hikmetli sözü söylemiştir:
“Sakin ol! Ben bir kral değilim. (Güneşte) kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.” (İbn-i Mâce, Et‘ime, 30) Yine o, âdemoğlunun ve Rasûllerin efendisi olduğunu söylerken hemen sözünün arkasından;
“Lâ fahre! / Övünmek yok!” diyerek büyük bir tevâzu örneği göstermiştir. (Dârimî, Mukaddime, 8)
Kibir hastalıktır, zillet de hastalıktır. İşte bu hastalıkların ilâcı tevâzudur.
Kibirli olan sevilmez, mütevâzı olan ise sevilir. Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:
“Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.” (en-Nisâ, 4/36)
Kibir alçalma ve aşağılara düşmektir; tevâzu ise yücelik ve yükseliştir. Dışarıdan bakıldığında kibirlenenin büyükleniyor gibi bir hâli vardır. Tevâzu gösteren de küçülüyor gibi bir hâldedir. Ama işin özüne bakıldığında, Allah katındaki duruma bakıldığında; kibirlenen kibri yüzünden alçaldıkça alçalır, mütevâzı olan da tevâzuu sebebiyle yüceldikçe yücelir.
Kibirlinin sonunun ne olacağını Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize şöyle haber vermektedir:
“Kibirli kimseler, kıyâmet gününde insan sûretinde küçük ve kırmızı karıncalar kadar haşrolunacaklardır. Zillet her taraflarından onları saracaktır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 47) Görüldüğü gibi dünyada iken «dağları ben yarattım» edâsıyla dolaşan kibirli insanlar, mahşer günü geldiğinde küçüldükçe küçülecekler.
Alçak gönüllü olanlar ise yüceldikçe yücelecekler. Zira Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, şöyle buyurmaktadır:
“Allah için tevâzu gösteren kişiyi Allah ancak yüceltir.” (Müslim, Birr, 69)
Onun için mü’minler olarak, eğer Rabbimizin katında bir değerimizin olmasını istiyorsak mütevâzı olmalıyız. Rabbimiz’in;
“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma!” (el-İsrâ, 17/37) ikazına kulak verip;“Rahmân’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevâzu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara lâf attıkları zaman; «Selâm!» der (geçer)ler.” (el-Furkān, 25/63) tavsiyesine uymalıyız.
Ve alçak gönüllü olmanın neticesi: “…Alçak gönüllü kimseleri müjdele! Onlar; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperen, başlarına gelen (musibet)lere sabreden, namazı dosdoğru kılan ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayan kimselerdir.” (el-Hac, 22/34-35)
Demek ki mü’min; mütevâzı olunca yani acziyetini itiraf edip kendini ve haddini bilince, Cenâb-ı Hak ona lütuflarda bulunuyor: Mütevâzı olan mü’minin kalbi, hassasiyet kesbediyor, musibetler karşısında sabırlı oluyor. Mütevâzı olan mü’min, sınırda kalıp haddini bildiği için, hakkı teslim ettiği için namazı yasak savma kabîlinde değil dosdoğru, hakkını vererek kılıyor. Yine; «Asıl sahibi Rabbim’dir.» diyerek; «Ben kazandım, benim!» demeden, O’nun rızık olarak verdiklerinden gönül hoşnutluğuyla infak ediyor.
Ve böylece mü’min; kul olduğunu, âciz olduğunu; dolayısıyla insanlara karşı üstünlük taslamanın hiçbir anlam ve yerinin olmadığını, eğer bir üstünlük söz konusu olacaksa bunun da ancak Rabbimiz’in belirttiği gibi takvâ ile olacağını idrak eder. (el-Hucurât, 49/14)
Onun için kibir, gurur, enâniyet gibi hastalıkları kalbimizden söküp atmalı, yerine mahfiyet, hiçlik, tevâzu ve takvâ gibi kalbe şifâ olan hususları yerleştirmeliyiz.
Rabbimiz; bizleri kibir ve gururdan, enâniyetten muhafaza eylesin.
Rabbimiz, bizleri hiçliğini ve acziyetini idrak edip gerçek anlamda kulluk şuurunda olanlardan eylesin.
Rabbimiz; bizlere tevâzu, yokluk, hiçlik, vakar ve kemâliyet ahlâkı içerisinde bir hayat sürmeyi nasip ve müyesser eylesin.
Âmîn…
Kaynak: Yard. Doç. Dr. Mustafa CANLI, Yüzakı Dergisi,