Kim Peygambere İtaat Ederse Allah’a İtaat Etmiş Olur
Müslümanın vazifesi, şarlatanlara îtibar etmek yerine, bunların zuhûr edeceğini on dört asır evvelinden haber veren Peygamber Efendimiz’e îmânını tazelemek, O’na olan şükran ve sadâkatini daha da artırmaktır.
Hz. Mevlana der ki:
“Belâlardan çoğu peygamberlere gelir. Çünkü ham adamları yola getirmek, başlı başına bir belâdır.”
PEYGAMBER EFENDİMİZ 14 ASIR ÖNCESİNDEN UYARDI
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz kıyâmete yakın meydana gelecek bazı fitneleri haber verdikleri bir hadîs-i şerîflerinde:
“…Öyle bir zaman gelecek ki; münâfık, kâfir ve müşrik, Allah hakkında mü’minin söylediği sözler gibisini söyleyerek îmân ehliyle tartışacak!” buyurmuşlardır. (Hâkim, Müstedrek, IV, 504/8412)[1]
Nitekim günümüzde de takvâdan uzak yaşadığı hâlde Kur’ân ve Sünnet’i kendi nâkıs aklıyla dünyevî menfaatine göre yorumlayıp istikâmetten sapan, dinde tâdilâta yeltenen, Allah Teâlâ hakkında îtikâdî hatâlara sürüklenip istikâmet ehli mü’minlere akıl vermeye kalkışan birtakım tarihselci ve reformist ilâhiyatçıların; güyâ İslâm adına Müslümanlarla mücadeleye girişen tekfircilerin ve yine dînin dosdoğru yolunu zaafa uğratan câhil sofuların bir hayli çoğalmış olması da, bu nebevî ifadeleri te’yid etmektedir.
Müslümanın vazifesi, bu nevî şarlatanlara îtibar etmek yerine, bunların zuhûr edeceğini on dört asır evvelinden haber veren Peygamber Efendimiz’e îmânını tazelemek, O’na olan şükran ve sadâkatini daha da artırmaktır.
Hakîkaten günümüzde, Cenâb-ı Hakk’a ve O’nun Azîz Elçisi’ne teslîmiyet hususunda kalbinde hastalık bulunan bazı kimseler, akıllarının almadığı veya nefislerinin kabullenemediği bazı ilâhî hakîkatler sebebiyle şek ve şüphe bataklığında çırpınmaktan kurtulamıyorlar. Bu şek ve şüphe, şeytânî vesveselerle de birleşince, bu sefer onları; İslâm’ın temel kaynaklarını o nâkıs akıllarıyla sorgulamaya sevk ediyor.
Hâlbuki İslâm, aklımızın beğendiği tarafını alıp beğenmediği tarafını atabileceğimiz bir şey değildir. İslâm bir bütündür. Onu bütünüyle kabul ve tasdik etmeyen hiç kimse mü’min olamaz. Îman tecezzî kabul etmez, yani cüzlere/parçalara bölünemez; o ancak bir bütün olarak geçerlidir. Kurʼânʼın tamamını inkâr etmekle bir hükmünü inkâr etmek arasında, kişinin düşeceği âkıbet bakımından hiçbir fark yoktur. Her iki durum da, kişiyi îmânından eder.
Bu bakımdan müslüman; İslâm’ı bütün esaslarıyla kabul edip Allâh’ın ve Resûl’ünün emirlerine, gönlünde hiçbir sıkıntı duymadan, bilâkis canına minnet bilerek teslîm olup itaat eden kimsedir.
Dolayısıyla günümüzde İslâm büyüklerini, mezhepleri ve bilhassa da Sünnet’i dillerine dolayan, böylece İslâm’ı gözden düşürüp îmanlara kasteden mukaddesat hırsızlarına verilecek en güzel cevap; Hazret-i Ebûbekir Efendimiz’de âbideleşen o “sıdk”ı, yani Allah ve Resûl’üne karşı sarsılmaz sadâkat, bağlılık ve teslîmiyeti sergilemektir. Îmâna, Kur’ân’a, Sünnet’e, İslâm medeniyetinin müesseselerine ve yetiştirdiği âbide şahsiyetlere sımsıkı sarılıp sahip çıkmaktır.
İslâm’ın değerlerine karşı kıyâmete kadar devam edecek olan bu nevî saldırılar, aslında birer “îman imtihanı”dır. Bu imtihanları, Hakk’a teslîmiyet zırhına bürünerek ve îmânı aşkla yaşayarak bertaraf etmek gerekir. Böylece her imtihandan daha da güçlenerek çıkmak îcâb eder.
Ayrıca bu nevî bâtıl fikirlerle karşı karşıya kalan mü’minlerin son derece dikkatli olmaları da lâzım gelir. Zira mâhir bir dalgıç, derin sularda korkusuzca yüzerek muhteşem manzaralar seyredebilir. Seviyeli bir müʼminin, pergelin sâbit ayağı şerîatte olduğu müddetçe, diğer ayağıyla 72 fırkanın farklı dünya görüşlerinde dolaşmasının bir mahzuru yoktur. Mahzurlu olan; yüzme bilmeyen kimsenin derin sulara dalmasıdır.
Yani Kurʼân ve Sünnet kültürünü lâyıkıyla hazmedememiş birinin; müsteşriklerin güçlü diyalektik teknikleriyle (mantık oyunlarıyla) süslenmiş bâtıl fikirlerine muhâtap olduğunda, onları hakîkat zannetmesi veya en azından bâtıla hayranlık duyması, son derece tehlikelidir.
Nitekim zamanımızda, müsteşriklerin içimizdeki sözcüleri de İslâm hakkında görüş bildirirken, bâtıl fikirlerini kabul ettirebilmek için, bir yanlışı on doğru ile ambalajlayarak sunmaktadırlar. Bu taktik sayesinde, İslâmî bilgisi zayıf veya takvâ derinliğinden mahrum kimselerin akîdeleriyle oynamaktadırlar.
Dolayısıyla herhangi bir mü’min, şayet ilim ve irfan noksanlığı sebebiyle gönlüne bir şüphe düşerse, derhâl takvâ ehli ilim erbâbına danışmalı, meselenin doğrusunu onlardan öğrenmeli, şüphe virüsünü içinde büyütmeden bertaraf etmelidir. Sâlih ve sâdık mü’minlerle ünsiyet kurarak mâneviyâtını dâimâ takviye etmelidir.
Şunu da hiçbir zaman unutmayalım ki, sakat felsefelerle mâlûl akılların hezeyanları; kulu son nefeste, kabirde, kıyâmette, Mahşer’de, Mîzan’da, Sırat’ta kurtaramayacaktır. Fakat Allâh’a ve O’nun Habîbi’ne olan derin muhabbet, candan teslîmiyet ve hâlisâne itaat ise, ebedî saâdetin yegâne gönül sermâyesi olacaktır.
MEYVELİ AĞAÇ TAŞLANIR
Öte yandan şu da bir hakîkattir ki, dâimâ “meyveli ağaç taşlanır.” Hırsız; eskici dükkânını değil, kuyumcu dükkânını soymaya çalışır. Dolayısıyla bâtıl ve muharref dinlerin insanlığa verebileceği bir şeyin kalmadığı günümüz dünyasında, Allah katında yegâne hak dîn olan İslâm’a saldırıların artmış olmasını garip karşılamamak gerekir.
Fakat bu saldırılar, İslâm’la irtibâtımızı zayıflatmak yerine, bilâkis onun kıymetini daha iyi takdir etmemize ve daha büyük bir aşk ve teslîmiyetle yüce dînimize sarılmamıza vesîle olmalıdır.
Nitekim bizlere örnek nesil olarak takdim edilen ashâb-ı kirâm, Allah ve Rasûl’üne öyle bir aşk ile bağlıydılar ki, ilâhî ve nebevî emirleri; kınayanın kınamasına aldırmadan, müşrik ve münâfıkların lâkırdılarına kulak asmadan, hattâ çoğu zaman hikmetinden suâl etmeye bile lüzum görmeden, derin bir vecd ve istiğrak içinde; “سَمِعْنَا وَ اَطَعْنَا : İşittik ve itaat ettik!”[2] diyerek derhâl hayatlarına tatbik ediyorlardı.
Zira onlar, bütün rûhî ihtilâçlarını ve nefsânî istifhamlarını Allah ve Rasûl’üne teslîmiyet potasında eriterek gönül huzuruna ermişlerdi. Yine onlar, Allah Rasûlü’nü yakından tanımış ve O’na hayran olmuşlardı. Bu yüzden O’nun gönlünde ufacık bir yer edinebilmeyi, cihan saâdetine tercih ediyorlar ve bu uğurda her türlü fedakârlığı canlarına minnet biliyorlardı. Bu îman heyecanıyla da; “Canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Resûlâllah, yeter ki Sen emret!” diyorlardı.
Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah -radıyallâhu anhumâ-, çocukluğundan itibaren bütün ömrünü Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i adım adım tâkibe adamış, -hikmetini bilsin veya bilmesin- Efendimiz’in yaptığı her şeyi yapma iştiyâkıyla yaşamış bir Peygamber âşığıydı.
Meselâ; Efendimiz’in bir kuyudan su içtiğini görmüş, o da zaman zaman o kuyuya giderek su içmiş; Efendimiz’in bir ağacın altında gölgelendiğini görmüş, o da ara sıra o ağacın altında gölgelenmiş; yine Efendimiz’in mübârek sırtını bir kayaya yaslayıp biraz oturduğunu görmüş, o da bazen uğrayıp o kayaya sırtını vererek bir müddet oturmuştur. Yine o mübârek sahâbî, Peygamber Efendimiz’e ittibâ heyecanını ifade sadedinde şöyle buyurmuştur:
“Biz hiçbir şey bilmezken Allah Teâlâ bize Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gönderdi. Biz Resûlullâh’ı ne yaparken gördüysek aynen O’nun gibi yaparız.”[3]
Sahâbe-i güzîn efendilerimiz, Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dile getirdiği emirler kadar, O’nun îmâ ve işaretlerine bile büyük bir hassâsiyetle dikkat ederlerdi. Öyle ki, Efendimiz’i bir sâlih amel üzere bir defa görmeleri kâfî idi. Bunun ayrıca emredilmesine gerek kalmaz, o güzel sünneti ömür boyu tatbik etmeye çalışırlardı.
Nitekim Enes -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur:
“Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i bir gün Duhâ namazını kılarken gördüm. O günden sonra bu namazı hiç terk etmedim.”
Bu rivâyeti nakleden Hasan-ı Basrî Hazretleri de aynı hassâsiyet içinde şöyle demiştir:
“Hazret-i Enes’in bu ifadelerinden sonra, ben de o namazı hiç terk etmedim.” (Bkz. Taberânî, Evsat, II, 68/1276)
Yine Allah Rasûlü’ne aşk ile bağlılıkta zirve şahsiyetlerden olan Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın şu sözleri ne kadar ibretlidir:
“Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ayağa kalktığını gördük, biz de kalktık; oturduğunu gördük, biz de oturduk.” (Ahmed, I, 83)
KİM RESÛL’E İTAAT EDERSE, ALLÂH’A İTAAT ETMİŞ OLUR
Zira o mübârek sahâbîler çok iyi biliyorlardı ki, Allah Rasûlü’nün yaptıkları, Allâh’ın yapılmasını istediklerinden ibâretti. O’nun muallimi ve mürebbisi, Allah Teâlâ idi. O hevâsından konuşmaz, ancak Allah’tan geleni tebliğ ederdi. Nitekim bunu Cenâb-ı Hak da pek çok âyet-i kerîme ile te’yid etmektedir:
“Kim Resûl’e itaat ederse, Allâh’a itaat etmiş olur...” (en-Nisâ, 80)
“(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…” (Âl-i İmrân, 31)
“…Peygamber size ne verdiyse onu alın; neyi de yasakladıysa ondan sakının…” (el-Haşr, 7)
Bu yüzden ashâb-ı kirâm, Peygamber Efendimiz’in emirlerini, aklın dar hudutları içinde sorgulamaya lüzum duymadan, hikmetini bilseler de bilmeseler de derhal tatbik ederlerdi. Zira Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, zâten bütün akılları yaratan Cenâb-ı Hak’tan tâlimat alıyordu. Dolayısıyla beşerin en akl-ı selîm’i olan Allah Rasûlü’ne tâbî olmak, aklı pek çok vehim ve hayallerle mâlûl bulunan insanoğlu için en akıllıca yoldu.
Dolayısıyla bizler de bilhassa günümüzde sûret-i haktan görünerek “Kur’ân bize yeter!” diyen, böylece Kur’ân’ın canlı bir tefsîri demek olan Sünnet-i Seniyye’yi gözden düşürmeye çalışan gürûha karşı son derece uyanık olmalıyız.
Nitekim Tâbiîn neslinin fıkıh ve hadis âlimlerinden Eyyûb es-Sahtiyânî -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurur:
“Bir kişiye Sünnet’ten bahsedildiğinde o; «Bırak bunları, sen bize Kur’ân’dan haber ver!» derse, bil ki o kişi kendisi sapıtmış olduğu gibi insanları da saptırmaktadır.”[4]
Tebe-i Tâbiîn neslinin fıkıh ve hadis âlimlerinden olan İmâm Evzâî -rahmetullâhi aleyh- de bu söz üzerine:
“Bunun sebebi, Sünnet’in Kur’ân üzerinde hüküm koyucu olarak gelmesidir.” buyurmuştur.
Hakîkaten, Kur’ân’ın hayata nasıl tatbik edileceği, Sünnet’e bakılmadan bilinemez. Meselâ, ölü eti yemek haramdır. Fakat yakalandıktan sonra kendi kendine ölen balığın yenilebileceğini, Sünnet’ten öğreniyoruz. Cuma namazı Kur’ân-ı Kerîm’de emrediliyor. Fakat onun ne vakit ve nasıl kılınacağını Sünnet’ten öğreniyoruz.
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın halifeliğinde Basra kadılığı yapan İmrân bin Husayn -radıyallâhu anh-’a bir adam gelerek:
“–Siz bize birtakım hadisler rivâyet ediyorsunuz ama biz Kur’ân’da onların kaynağını bulamıyoruz?” der.
Bunun üzerine İmrân -radıyallâhu anh-:
“–Her kırk dirhemde bir dirhem, şu kadar koyunda bu kadar koyun, şu kadar devede bu kadar deve zekât vermek gerektiğini Kur’ân’da buluyor musunuz?” der. Adam:
“–Hayır.” deyince, İmrân -radıyallâhu anh-:
“–Peki, kimden öğrendiniz bunları? Bizden öğrendiniz. Biz de Allâh’ın Nebîsi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den öğrendik.” diyerek buna benzer başka misaller de zikreder.[5]
Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“(Resûlüm!) Onu (Kur’ân’ı) Rûhu’l-Emîn (Cebrâîl) uyarıcılardan olasın diye, apaçık Arap diliyle, Sen’in kalbine indirmiştir.” (eş-Şuarâ, 193-195)
Kur’ân-ı Kerîm, Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in 23 senelik nebevî hayatıyla tefsir edildi. Dolayısıyla Allah Resûlü’nün gönül dokusundan hisse almadan, O’nun ahlâkıyla ahlâklanmadan, O’nun Sünnet’ine tâbî olmadan, Kur’ân’ı anlamak da yaşamak da mümkün değildir.
HABERİNİZ OLSUN
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Sizden biri, (rahat) koltuğuna kurulup Allâh’ın, Kur’ân’dakilerin hâricinde haramlarının bulunmadığını mı zannediyor? Haberiniz olsun, vallâhi ben nasihatte bulundum, emrettim, birçok şeyi de yasakladım. Bunlar, Kur’ân’ın bir misli kadar, belki de daha fazladır...” (Ebû Dâvûd, Harâc, 31-33/3050)
“Şunu iyi biliniz ki bana Kur’ân-ı Kerîm ile birlikte (onun bir) benzeri de verilmiştir. Dikkatli olun; koltuğuna kurulan karnı tok bir adamın: «Siz sadece şu Kur’ân’a sarılın! Onda bulduğunuz helâli helâl, haramı da haram kabul ediniz yeter!» diyeceği (günler) yakındır...” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 5/4604; Ahmed, IV, 131)
Velhâsıl bizler, Peygamber Efendimiz’in haber verdiği o günlere, yani Sünnet-i Seniyye’nin gözden düşürülmek istendiği zamana ulaşmış bulunuyoruz. Bu zamanın fitnelerinden kendimizi ve neslimizi muhâfaza için, dînimizi doğru öğrenmeye gayret etmeliyiz.
Unutmamalıyız ki Peygamber Efendimiz’in Sünnet’i, Kur’ân ile nasıl amel edileceğini gösteren yegâne rehberdir. Dolayısıyla Sünnet’e yapılan îtirazların ucunun, Kur’ân-ı Kerîm’e ve netice itibariyle de İslâm’a ve Cenâb-ı Hakk’a varacağını aslâ hatırımızdan çıkarmamalıyız.
Nitekim Tâbiîn neslinin büyük âlimlerinden Abdullah bin Deylemî -rahmetullâhi aleyh- der ki:
“Bana ulaştığına göre dînin yok olup gitmesi, Sünnet’in terkiyle başlayacaktır. Halatın tel tel çözülüp nihayetinde tamamen kopması gibi, din de sünnetlerin bir bir terk edilmesiyle elden gidecektir.” (Dârimî, Mukaddime, 16/98)]
Dipnotlar:
[1] Krş. Buhârî, İlim, 24.
[2] el-Bakara, 285.
[3] İbn-i Mâce, İkāme, 73; Ahmed, II, 65, 94; IV, 78.
[4] Hâkim, Maʻrifetü Ulûmi’l-Hadîs, s. 65; Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, s. 16.
[5] Ebû Dâvûd, Zekât, 2/1561; İbni Ebî Âsım, es-Sünne, II, 386; Taberânî, el-Muʻcemü’l-Kebîr, XVIII, 219.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Mevlana, Erkam Yayınları
YORUMLAR